text
stringlengths
508
34.4k
title
stringlengths
2
45
city
stringclasses
74 values
area
stringclasses
7 values
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir ormanda çok sayıda hayvan yaşarmış. Fakat onların hepsi mutsuzmuş. Çünkü bir aslan acıktığı zaman ava çıkar, önüne ilk çıkan hayvanı yermiş. Hayvanlar buna çözüm bulmak için toplanmışlar.  Sonunda bir karar almışlar. Her gün korku içinde yaşamaktansa her gün bir hayvan gitmiş aslana yem olmaya. Uzun zaman böyle devam etmiş. Sırası gelen gitmiş, aslana yem olmuş. Koca koca hayvanlar gitmiş, kuzu kuzu kendini aslanın önüne bırakmış. Sonunda sıra bizim tavşana gelmiş. Tavşanın canı hiç de ölmek istememiş. Aklından bir şeytanlık geçmiş. Yemek zamanı gelmiş, fakat tavşan aslanın karşısına çıkmamış, geç gitmiş onun yanına. Aslan sinirlenmiş. Tavşan demiş ki: — Kralım, ben gelirken yolda bir aslanla karşılaştım, ondan zorla kurtuldum.  Bunu duyan aslan: — Hemen olay yerine gidelim, demiş. Tavşan onu bir kuyuya götürmüş: — İşte, bunun içinde, demiş. Aslan bakmış. Suda kendi yansımasını görmüş. Diğer aslan zannetmiş, hemen kuyuya atlamış ve boğulmuş. Böylece hayvanlar kurtulmuş.
Tavşanın Aklı
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, huysuz mu huysuz bir padişah varmış. Halkı onu hiç sevmezmiş. Arkasından: — Soysuz oğlu soysuz, derlermiş. Yıllar geçip gidince padişah artık yaşlanmış. Onun iki oğlu varmış. Birinin adı Emir, diğerinin adı ise Demir imiş. Emir küçük ama Demir büyükmüş. Demir sarışın, mavi gözlü, yuvarlak yüzlü bir çocuk imiş. Padişah onu el bebek, gül bebek büyütmüş ki ileride kendi yerine geçsin diye. Demir, on sekiz yaşına gelince babasına evleneceğini söylemiş: Babası: — Hemen saraydan beğendiğin kızla evlendirelim seni, demiş. Demir Bey saraydaki kızları beğenmemiş. Lalası ile birlikte ülkede kız aramak için yola çıkmışlar. Köylerden, bahçelerden, bağlardan geçerek gezmeye başlamışlar. Dönüp dolaşıp yine baş şehre gelmişler. Demir, her kıza bir kusur bulurmuş. Neyse lalası ile birlikte bir şerbetçiye girmişler. Şerbet içerlerken içeriye otuz beş kırk yaşlarında bir kadın, yanında on sekiz yaşlarında bir kızla birlikte girmiş. İkisi de başörtüsü örtmüşlerdi. Kızın sesi öyle güzel ve etkileyici imiş ki oğlan hemen etkilenmiş. Demir Bey içinden: — Galiba aradığım kız budur, diye geçirmiş. Lalasına: — Tamam. Ben bu kızla evleneceğim, demiş. Lalası kadına: — Hatun bacı, diyerek durumu anlatmış. Fakat kadın, kızın nişanlı olduğunu, başkasına âşık olduğunu söylemiş. Neyse söylediyse de boşuna. Padişah oğlu ne yapıp yapıp kızla evlenmiş. Kızın adı Esma imiş. Kız, ağlayıp sızlayıp: —Yapmayın etmeyin, ben başkasını seviyorum, dermiş. Ancak ne derse desin sözünü dinletememiş. Kızın nişanlısını hemen apar topar askere almışlar. Kızı da Demir Bey ile evlendirmişler. Halk durumun gerçek yüzünü öğrenince homurdanmaya başlamış. Ülkelerinde bir gelenek varmış. Evlenen padişahın oğlunun mutluluğunu halka göstermek için başşehirde önemli bir yerde geçici bir ev kurarlarmış. Balkona iki koltuk koymuşlar. Esma Kız ile Demir Bey halkı selamlıyormuş. Bir yandan çalgı çalıyor, diğer taraftan halk onların önünden geçiyormuş. Halk durumu bildikleri için halk Demir Bey’i kınıyormuş. Gözleriyle damadı yiyip bitiriyorlarmış. Kırk gün böyle geçit olması gerekiyormuş. Daha kırk gün dolmadan damat hastalanmış ve derdine çare bulunamadan ölmüş. Kız ise nişanlısını beklemiş ve askerliği bitince de evlenmişler. Böylece elli üç yıl mutlu ve mesut yaşamışlar.  
ESMA KIZ İLE DEMİR BEY
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, dünya hamam iken, horoz imam iken, anam ocağın başında yandım çeker, babam on beş bin pirenin başında çobanlık eder iken yeryüzünde geniş mi geniş güzel mi güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin araçların gelişkin olmadığı için çiftçiler toprağı iyi işleyemezlermiş. Kimi yıllar gökten damla düşmez, kimi yılar yüce dağ başlarında karların erimesiyle su taşkınları olurmuş. Topraklar batar çıkar, bir avuç ürün alınamazmış. Yılların birinde yine böyle amansız bir kuraklık olmuş. Tarlalar ürün vermemiş. Ot saman olmamış. Hayvanlar üreyememiş. İnsanlar kışa hazırlıksız girmişler. Yem, yiyecek hepsi bitmiş. İnsanlar bulabilirlerse çam kabuğu, ağaç kökü yiyorlarmış. O halkın içinde bir adam varmış. Çok yakışıklı, uzun boylu, ak yüzlüymüş. Annesi ona “Ak Yıldız” adını koymuş. Ak Yıldız çok akıllı biriymiş. Annesi de öyle boğazlı bir kadın değilmiş, gelini yemek verirse yer, yoksa sesini çıkarmaz, bir köşede öylece otururmuş. Oğlundan ve gelininden bir şey istemeye çekiniyormuş. Ama Ak Yıldız, çocukları ve eşi ile yemek yerken ona da veriyormuş. A Yıldız da sonunda kışın sonunu getiremeyeceğini anlamış:  — Acaba annemi mi kessem, diye kendi kendine düşünmeye başlamış. Ama kendisinden utanıyormuş. Ancak açlık o kadar ilerlemiş ki herkes birbirini öldürüp yiyebiliyormuş. Ak Yıldız da bir gün mecbur kalıp annesine: —Anacığım, gel seninle başka köye gidelim, gezelim, demiş. Annesi de itiraz etmemiş. Ormanda giderlerken Ak Yıldız hızlıca annesini itip. Düşürmüş. Hemen bıçakla kesmiş, ama yüreğine dokunmayarak onu kuşağının arasına sıkıştırmış. Eve geri dönerken ayağı taşa takılıp düşmüş. O sırada kuşağının arasından fırlayan yürek: —Yavrum, canın acıdı mı, diye seslenmiş. Ak Yıldız sesin nereden geldiğini anlayamamış. Ancak daha sonra anlayınca çok pişman olmuş. Artık iş işten geçmiş. Ağlaya ağlaya evin yolunu tutmuş.
ANA YÜREĞİ
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Zaman evvel zaman iken, dünya hamam, karga imam iken, tilki çoban iken, ben büyümüş küçülmüş bir çocuktum. Anam eşikte babam beşikte uyur idi. Biz üç kardeştik. Birimiz İsa, birimiz Musa ben de Köse idim. Babam İsa ağabeyimi yoğurt öğütmeye, Musa ağabeyimi rüzgâr tutmaya, beni de Koca Deniz’i kurutmaya gönderdi. Anam da gelirken birer kız getirin, dedi. İki ağabeyim gitti, gelmedi. Ancak ben geri geldim. Bu sefer ben onları aramaya tekrar gittim. Annem, gelirken bir kız bul getir, dedi. Neyse öyle böyle derken Avcı Köse azığını alır ve yola çıkar. Ormanda ilerlerken bir tavşana rastlar. Tavşan dile gelir: —Beni vurduğun gibi taşı, der. Al beni evine götür, derimi yüz ve ye, der. Köse evine geri dönmez, ilerlemeye devam eder ve karşıda bir ışık görür. Geceyi geçirmek için o ışığın olduğu yere doğru ilerler. Ancak bu evdeki insanlar çok tuhaftır. Onu içeriye alırlar ve oldukça sıcak karşılarlar. Bu evdeki herkesin elleri ve kolları o kadar kıllıdır ki ve normal insanlarınkinden o kadar büyüktür ki Köse bu duruma çok şaşırır. Biraz korkar ama belli etmez. Avcı Köse elindeki tavşanı evdekilere verir ve evin hanımına: —Tavşanı pişir de hep birlikte yiyelim, der. Evin hanımı da: — Bu tavşan bizim dişimizin kovuğunu bile yetmez, diyerek tavşanı pişirir ve onu yalnız Avcı Köse yer. Neyse gece olur ve Avcı Köse’ye de bir yatak açarlar. Işıkları kapatıp herkes yatağa girer. Avcı Köse yatakta uyuyormuş gibi yapar. Ancak uyumamıştır. Köse’nin uyuduğunu sanan anne ile baba aralarında: —Birazdan şu çocuğu kesip pişirelim de yiyelim, derler. Bunu duyan Avcı Köse evin büyük çocuğunu uyandırarak tuvalete gitmek istediğini, onun da kendisiyle gelmesi gerektiğini söyler. Geri dönüşte de büyük çocuğun yerine yatar. Çocuk da Köse’nin yerine yatmıştır. Anne ile baba hiçbir şeyin farkında olmadan kendi çocuklarını kesip yerler. Köse de fırsat bu fırsat, onlar yatar yatmaz kaçıp kurtulur. Evine geri döner. Geldiğinde herkesi uyur bulur. Hatta kardeşleri bile gelmiştir. Kız bulmak şöyle dursun, canını zor kurtardığı için sevinçle gelip yatağına girer. Sabah olduğunda annesinin sesiyle uyandığında her şeyi anlatır. Annesine devleri gördüğünü ve onu yemek istediklerini, canını zor kurtardığını, bir daha kız aramaya falan gitmeyeceğini söyler.
AVCI KÖSE
Bingöl
Doğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, mutsuz bir karı koca varmış. Bunların hiç çocuğu olmazmış. Gece gündüz Allah’a yalvarıyorlarmış: — Olsun da bir ardıç dalından çocuğumuz olsun derlermiş. Neyse bir süre sonra Yüce Allah onlara gerçekten de ardıç dalından bir kız vermiş. Ona herkes Ardıç Dalı Kız dermiş. Tüm komşuları: — Bu nasıl iştir, ardıç dalından kız mı olur, derlermiş. Eee… Allah verince oluyormuş işte. Anne ile baba onu alıp ormanın kıyısındaki ardıç dallarının arasına bırakmışlar. Kız böyle gündüzleri ardıç dalı, geceleri insan şeklinde yaşamaya devam ederken ülkede neler olmakta imiş bir bakalım. Ülkenin padişahının oğlu artık evlenecek çağa gelmiştir, ancak hiçbir kızı beğenmiyormuş. Babası ona veziri ile ülkeyi gezmesi için izin vermiş. Gerekli hazırlıkları yapıp yola çıkmışlar. Geze geze Ardıç Dalı Kız’ın yaşadığı ormanın kıyısında o geceyi geçirmek için bir çadır kurmuşlar. Ancak sabah uyandıklarında şamdanların ve mumun yer değiştirdiğini görmüşler. Bunun ne olduğunu anlayabilmek için bir gece daha kalmışlar. Padişah oğlu uyuyormuş gibi yapmış. Gece geçerken bir kızın gelip mum ve şamdanların yerinin değiştirdiğini görmüş ve tam kız onu öpmeye eğilirken kızın kolunu tutmuş. Ne olduğunu kızdan anlatmasını istemiş. Ardıç Dalı Kız, ona âşık olduğunu söylemiş. Geceleri insan, gündüzleri ardıç dalı şeklinde yaşadığını, sabaha doğru gitmezse diğer ardıçların onu aralarına almayacağını söylemiş ve gitmiş. Padişah oğlu da Ardıç Dalı Kız’a âşık olduğu için her gün vezirine bir gün daha kalmak için yalvarıyormuş. Vezir de işin içinde bir kız olduğunu anlamış ve bir gece oğlanı uyandırarak her şeyi toplayıp ülkeye geri dönmüşler. Ardıç Dalı Kız olanları anlayınca çok üzülmüş. Vezir, oğlanı kendi kızıyla evlendirmek için hemen düğün hazırlıkları başlatmış. Onlar böyle devam ederken Ardıç Dalı Kız, sevdiğini bırakmak istemediği için hemen terziye gitmiş, bir hırka ve şapka diktirerek giymiş ve yola düşmüş. Ardıç Dalı Kız, gide gide padişah oğlunun ülkesine gelmiş. Geldiğinde ülke halkından padişah oğlu ile vezirin kızının evlenmek için düğün hazırlıkları yaptığını görmüş. Çok üzülmüş ancak hiçbir şey belli etmeyerek derviş kılığında saraya gitmiş ve şehzadeyi düğünden önce görmek istediğini, ona söylemesi gereken şeyler olduğunu anlatmış. Neyse padişah oğlu kırmayıp gelmiş. Önce tanımamış ancak Ardıç Dalı Kız kendini anlatınca oğlan o kadar sevinmiş ki hemen kızın boynuna sarılmış. Babasına olanları anlatmış. Düğünü hemen durdurmuşlar, veziri ülkeden sürmüşler. Daha sonra Ardıç Dalı Kız ile evlenip mutlu mesut yaşamışlar.  
Ardıç Dalı Kız
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken pireler berber iken, çok söylemesi günahmış, az söylemesi sevapmış. Ülkenin birinde bir köy varmış. Bu köyde de Çoban Mehmet diye birisi varmış. Bu Mehmet’in güzeller güzeli bir karısı varmış. Kadın o kadar güzelmiş ki güzelliğinin ünü komşu köylerde bile konuşulurmuş. Çoban Mehmet’in iki tane de oğlu varmış. Bir gün bu köye uzak diyarlardan bir kervan gelmiş ve burada konaklamışlar. Kervanın burada çamaşırlarını yıkayacak birine ihtiyacı olmuş. Araştırmışlar, kim bu işi daha iyi yapar diye. Köylülerin hepsi Çoban Mehmet’in karısının bu işi yapabileceğini söylemişler. Kervandan biri gidip kadınla konuşmuş. Kadın da kocasına danışıp o olur derse işlerini yapacağını söylemiş.  Çoban Mehmet izin vermiş ve kadın da kervancıların isteğini kabul etmiş. Kervandan gelen adam, çobanın karısının güzelliği karşısında büyülenmiş. Bunu gidip kervan başına anlatmış. Çok güzel kadın, tam size layık, diye. Adamın kadını övmesiyle kervan başı kadını merak etmiş. Çamaşırları almaya gidince ben de gideyim, bakayım nasıl bir kadınmış, demiş. Kervan başı ve adamı çamaşırları almaya gitmiş. Kervan başı, kadını görünce adamına hak vermiş ve orada kadına âşık olmuş. O anda karar vermiş, bu kadını kaçırıp onunla evlenmeye. Adamına da kararını söyleyip akşam yardım etmesini istemiş. Bu olayın olduğu gün, çoban da koyunları otlatırken bir ağacın dibinde uyuyakalmış. Rüyasında ak sakallı bir dede ona demiş ki: —Senin başına bir iş gelecek… Gençlikte mi gelsin yoksa yaşlılıkta mı, demiş. Bunun üzerine çoban:  —Gençlikte gelsin. Yaşlılıkta gelirse yaşlı hâlimle dayanamam, demiş. Uykusundan uyandığında hâlâ rüyanın etkisindeymiş. Akşam evine gitmiş. Karısı ve çocukları ile yemeğini yemişler. O sırada kervanbaşı ve adamı gelip iki oğluyla beraber çobanı bağlayıp karısını kaçırmışlar. Ertesi gün çobanın koyunları otlatmaya götürmemesinden şüphelenen köylüler, çobanın evine gelmişler. Bir de ne görsünler! Çoban ve oğulları bağlı bir şekilde evde. Çoban, olanı biteni köylüye anlatmış. Ben bu olay üzerine buralarda yaşayamam deyip iki oğlunu yanına alıp o köyü terk etmişler. Yolda giderken önlerine bir ırmak çıkmış. Oğullarını karşıya kucağında geçirmesi gerekmiş. Küçük oğlunu kucağına alıp, büyük oğluna: —Ben kardeşini karşıya geçirene kadar sen beni burada bekle, diye tembihlemiş. Baba, çocuk ile beraber ırmağın ortasına gelmiş. O sırada kucağındaki çocuk: —Baba, ağabeyimi kurt kaçırıyor, demiş. Bir de bakmışlar ki oğlunu gerçekten bir kurt kaçırıyormuş. Bu sefer diğer oğluna koşayım derken kucağındaki çocuğu ırmağa düşürmüş. Artık iki oğlu da yanında yokmuş. Birini kurt kapmış, diğerini de ırmak alıp götürmüş. Ne yapacağını bilmez hâlde az gitmiş uz gitmiş sonunda bir ülkeye varmış. Gittiği ülkede o gün padişahlık seçimleri yapılıyormuş. Bir anda kalabalığı görünce merak etmiş, oraya gitmiş. O ülkenin padişahlık seçimi bir güvercin tarafından yapılıyormuş. Alana toplanan kalabalığa doğru kuş bırakılmış. Kuş gidip kimin kafasına konarsa padişah o seçilirmiş. Yine böyle yapmışlar. Kuş gelmiş, çobanın kafasına konmuş. Bakmışlar ki çobanın kılığı düzgün değil, bundan padişah olmaz diye düşünmüşler ve seçimi yeniden yapmışlar. Kuş tekrar çobanın kafasına konmuş: — Olacak gibi değil, demişler ve çobanı zindana atmışlar, bundan padişah olmaz diye. Sonra seçimi yine tekrarlamışlar. Kuş, bu sefer zindanda çobanın bulunduğu hücrenin penceresine konmuş. Artık anlamışlar ki padişahın bu pis adam olduğunu. Çobanı zindandan alıp saraya koymuşlar. Aradan yıllar geçmiş, çobanın öldüğünü düşündüğü çocukları büyümüş, yetişkin insan olmuşlar. Çoban çocuklarını kaybettikten sonra ikisini de birer aile alıp büyütmüş. Zamanı geldiğinde ailelerinden ayrılmışlar. Padişahın yanına giderek iş istemişler. Padişah bunları işe almış ve zamanla padişahın en güvenilir insanları olmuşlar. Bir gün padişaha ülkeye çok önemli bir kervanın geldiğini ve ülkenin yararına olacağını söylemişler. Padişah da kervanı ağırlamaya karar vermiş. Kervan geldiği vakit onları nasıl ayarlayacağını sormuş. Kervan başı ise pek bir şey yapmasının gerekmediğini sadece çok sevdiği karısının çadırını koruyabilmek için iki kişinin gerektiğini söylemiş. Padişah da en güvendiği iki adamı olan gençleri kervan başının emrine vermiş. Bu iki genç, kervan başının karısının çadırını beklemeye başlamışlar. O sırada birbirleriyle tanışıp arkadaş olmuşlar. Zaman ilerledikçe hayatları hakkında konuşmaya başlamışlar. Küçük çocuk, ailesinin gerçekte kendi ailesi olmadığını, babasının onu suya düşürmesinden sonra onu bulan kişiler olduğunu söylemiş. Bir abisinin olduğunu ama onu bir kurdun kaçırdığını söyleyince diğer genç, onun kardeşi olduğunu anlamış. —Ben senin ağabeyinim. Beni kurt kaçırırken bir adam kurtardı. Sonra evine götürdü. Odur budur onların oğluyum, demiş. İçeriden kervanbaşının karısı, gençlerin konuştuklarının hepsini dinlemiş. Bunların kendi çocukları olduğunu anlamış. Dışarı çıkıp: —Sizler benim oğullarımsınız, ben sizin kaçırılan annenizim, demiş ve başından geçenleri anlatmış. Kervan başının zalim biri olduğunu, onu zorla yanında tuttuğunu ve hiç dışarı çıkmadığını, hep bir çadırda başında nöbetçiler ile hapis hayatı yaşattığını anlatmış. Bunun üzerine çocukları kervan başını yakalayıp elini kolunu bağlamaya karar vermişler. Kervan başı gelince onu yakalamışlar, elini kolunu bağlamışlar. Bunun üzerine padişah bu gençleri sorguya çekmiş. Ülke için faydalı olan bir misafiri neden bu hâle getirdiklerini sormuş. Gençler de başlarından geçenleri anlatmışlar. Padişah, anlatılanlar üzerine kadını görmek istemiş, çünkü gençlerin anlattıkları hiç yabancı gelmemiş. Kadın, padişahın huzuruna çıkınca padişah kadını hemen tanımış. Kadın da onu tanımış. Başından geçenleri anlatmış, oğullarına da gerçek babalarının padişah olduğunu söylemiş. Padişah, karısı ve oğulları o günden sonra hep birlikte mutlu bir şekilde yaşamışlar.  
ÇOBAN MEHMET
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, köyün birinde Mintik adında bir kız yaşarmış. Bu kız bir gün arkadaşlarıyla dağa, çalı toplamaya gitmek için karar vermiş. Annesine de: — Anne, ben yarın arkadaşlarla çalı çırpı toplamaya gideceğim, dağda yemek için bana o güzel pasta ve çöreklerinden yapar mısın, demiş. Annesi de: —Tamam kızım, yaparım, demiş. Mintik ertesi gün arkadaşlarıyla yola koyulmuş. Daha sonra acıkmışlar. Ama hiçbiri yiyecek bir şey getirmemiş, sadece Mintik hazırlıklıymış. Bütün kızlar afiyetle Mintik’in getirdiklerini yiyip ona hiçbir şey koymamışlar. Herkes çalısını, çırpısını toplarken Mintik de yan gelip yatmış. Kızlar: — Haydi Mintik, sen de topla, dediklerinde hiç ses çıkarmamış. Kızların işi bittiğinde hâlâ Mintik’in bir şeyi yokmuş. — Haydi mintik seni bekliyoruz, diyen kızlara Mintik: — Öyle yağma yok, yiyeceklerimi yerken iyiydi. Şimdi benim çalılarımı da siz toplayacaksınız, demiş. Kızlar hep birlikte olup toplamışlar ve gidelim demişler. Mintik bu sefer de: —Bana ne, benim çalımı da siz götüreceksiniz. Ben çok açım, hiç hâlim yok, demiş. Kızlar bunu da kabul etmişler ve yola koyulmuşlar. Bakmışlar ki Mintik yerinden hiç kıpırdamadan duruyor. Neden gelmediğini sorduklarında: —Bir şartla gelirim. Beni de sırtınızda taşırsanız, demiş. Kızlar, Mintik’in bu kaprisleriyle uğraşırken bir de bakmışlar ki hava kararmış. Telaşla köye dönmeye başlamışlar. Uzaktan bir evin ışığını görüp köye geldikleri düşüncesiyle oraya hızla gitmişler. Eve geldiklerinde bakmışlar ki orası köyleri değil. Geldikleri yer ise devin eviymiş. Dev, kızları görünce çok sevinmiş, akşam yemeğim geldi diye. Kızlar, ev sahibinin insan yiyen bir dev olduğunu anlamamışlar. Dev, kızlara: —Bu gece de burada kalın, yarın gidersiniz köye, demiş. Kızlar da çaresiz kabul etmişler. Dev, kızların yatağını hazırlamış ve uyumalarını beklemeye koyulmuş. Bu arada dişlerini bilemeye başlamış. Bunu Mintik görmüş ve uyumamaya karar vermiş. Dev, kızların uyuyup uyumadığını kontrol etmek için sormuş: —Kızlar, kızlar! Uyudunuz mu? Sadece Mintik’ten ses gelmiş: —Mintik uyumadı. Dev: —Ne oldu Mintik? Neden uyumadın, demiş. Mintik: —Her gece yatmadan önce annem fındık fıstık getirirdi, ben de onları yer, uyurdum. Şimdi ise uyuyamıyorum, demiş. Dev de Mintik’in istediklerini getirmiş ki bir an önce uyusun da kızları yiyebilsin diye. Mintik, devin getirdiklerini yemiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Dev yine sormuş: —Kızlar, kızlar! Uyudunuz mu? Kızlardan yine sadece Mintik’ten ses gelmiş. —Mintik uyumadı. Dev yine: —Ne oldu da uyuyamıyorsun Mintik, demiş. Mintik: —Her gece annem çeşmeden kalburla ferah ferah su getirir, ben de onu içer uyurdum demiş. Bunun üzerine dev, kalburu alıp çeşmeye koşmuş. Dev, çeşmede kalbura su doldurmakla meşgulken Mintik kızları uyandırıp onları durumdan haberdar etmiş. Daha sonra kızlar kaçmış. Dev onlara yetişememiş. Eve geldiğinde Mintik’in ayakkabılarını görmüş. —Sen buraya bir daha gelirsin, bak o zaman seni nasıl yerim, demiş. Aradan zaman geçmiş. Devin dediği gibi Mintik, ayakkabılarını almaya gelmiş. Dev, Mintik’i yakalayıp bir çuvala koyup ağzını bağlamış. Daha sonra onu ahıra koymuş, akşam yemeğinde oğluyla beraber yemek için. Ahırda bir yolunu bulup Mintik çuvaldan çıkmayı becermiş. Çuvala ahırdan bir danayı koyup oradan kaçmış. Akşam olduğunda devin oğlu gelmiş. —Yemekte ne var anne, dediğinde: —Bir insan yiyeceğiz, demiş. Oğlu bu habere çok sevinmiş. Ahıra gittiklerinde çuvalda Mintik’i değil de danayı görünce çok şaşırmışlar. Dev demiş ki: —Mintik yine yapmış yapacağını. Kaderde onu yiyememek varmış oğlum ne yapalım, şansımıza küselim, demiş. Mintik de bu olaydan sonra bir daha devin bulunduğu o bölgeye uğramamış.
MİNTİK
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ülkenin birinde bir adam yaşarmış. Bu adamın iki oğlu ve bir karısından başka kimsesi yokmuş. Bu adamın çok fazla malı varmış. Bir gün rüyasında bir ses duymuş: — Ey insanoğlu senin başına bir bela gelecek. Genç yaşta mı gelsin yoksa yaşlıyken mi gelsin? Adam uyanmış. Rüya olduğu için fazla düşünmemiş ama üç gün boyunca aynı rüyayı görmüş. Kalktığında karısına rüyasını anlatmış. Karısı ise: — Yaşlıyken bela ile uğraşmak zor olur, gençken gelsin, demiş. Adam düşünmüş ve o da aynı şeyi istemiş. Birkaç gün sonra adamın tüm mal varlığı yok olup gitmiş. Adam başka işler yapmak için yaşadığı yerden ayrılmış. Giderken karşılarına bir nehir çıkmış. Adam önce karısını omzunda karşıya geçirmiş. Sonra dönüp oğullarından birini almış. Tam nehrin ortasına gelince geride kalan oğlunu kurdun kaptığını görmüş. Onu kurtarayım derken sırtındaki oğlunu da suya kaptırmış. İki oğlunu da yakalayamamış. Karısını yanına almış ve yoluna devam etmiş. Bir kervansarayda iş bulmuş. Çalışırken iki tüccar gelmiş ve kirli çamaşırları olduğunu söylemiş. Bunu yıkayacak biri olup olmadığını sormuş. Adam, karısının yıkayabileceğini söylemiş. Karısı çamaşırları yıkayıp ütüleyip geri göndermiş. Bu tüccarların çok hoşuna gitmiş. Niyetleri kadını yanlarında gezdirip, onu bacı bilip sadece çamaşır ve yemek işlerini yaptırmakmış. Akşam kararlaştırıp kadını kaçırmışlar. Adam karısı da kaçırılınca oradan ayrılmış. Gidip bir hamamda işe başlamış. Tam bu sırada yeni bir padişah seçilecekmiş. Âdete göre beyaz bir güvercin havaya bırakılır, güvercin kimin kafasına konarsa o padişah olurmuş. Güvercini bırakınca güvercin doğrudan gidip hamamda çalışan adamın kafasına konmuş. Tüm halk itiraz etmiş, hamamda çalışan bir adam bizim başımıza padişah olamaz diye ama adet böyle olduğu için adam padişah olmuş. Aradan uzun zaman geçmiş. Çok önemli bir ticaret için padişah iki tane tüccar istemiş. Muhafızları gidip iki tane tüccar bulmuş. Ama tüccarlar bacımıza haber vermeden gelmeyiz. Biz yokken ona bir şey olur diye inat etmişler. Padişah; — O zaman bacılarının yanına iki tane asker gönderin, tüccarlar da gelsin, demiş. Bacılarının yanına iki tane muhafız konulmuş. Tüccarlar padişahın yanına gitmiş. Muhafızlar arasında eskileri konuşurken biri: — Beni küçükken kurt kaptı. Ailemden ayrıldım. Kardeşimi de su aldı. Ailemiz dağıldı, demiş. Diğer muhafız çok şaşırmış! — Ben senin suya düşen kardeşinim köylüler beni kurtardı, demiş. Bunu dinleyen kadın çok şaşırmış: — Ben de sizin annenizim. Tüccarlar beni kaçırmıştı. Şimdi size kavuştum, demiş. Oğullarına sarılmış. Tam o sırada tüccarlar içeri girmiş. Olayı yanlış anlayıp muhafızların asılmasını istemiş. Padişah tam ikisini de astıracakken muhafızlardan biri durumu anlatmış. Padişah çok şaşırmış: — Ben sizin babanızım. Sizi öldü sanıyordum. Çok şükür size kavuştum, diye oğullarına sarılmış. Padişah hemen karısını da getirtmiş. Aile o kadar zorluktan sonra toplanmış. Ömürlerinin sonuna kadar mutlu bir hayat sürüp gitmişler.  
Kader
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir kadın varmış. Bu kadının çocuğu olmazmış. Bir keçiyi görünce Allah’a dua etmiş. Kadının bir süre sonra bir çocuğu olmuş. Aynı keçi gibiymiş. Keçi büyümüş. Bir gün komşularıyla çamaşır yıkamak için dereye gitmiş. Padişahın oğlu bu kızın, keçi donunu çıkarınca güzelliğini görmüş ve ona âşık olmuş. Hemen kızın mührünü almış. Kız keçi donunu giymiş ve eve gelmiş. Padişahın oğlu hastalanmış. Tüm halktan yemek istemiş. Keçinin annesi bulamaç pişirmiş ve keçi ile yollamış. Padişahın oğlu sadece keçinin getirdiği yemeği yemiş ve içine mührünü koyup yollamış. Padişahın oğlu, annesini bu kızı alması için yollamak istemiş. Annesi kızı sevmemiş: — Olmaz, demiş. Padişahın oğlu bakmış annesini kandıramayacak. Gece gizlice gidip kızın keçi donunu yakmış. Ertesi gün de annesini yollamış. Annesi bu sefer kızı çok beğenmiş. Hemen düğünlerini yapmışlar. Padişahın oğlu muradına ermiş.
Keçi
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir padişah varmış. Bu padişahın üç tane oğlu varmış. Padişah memleketine büyük bir cami yaptırmış. Fakat camiyi yapan usta, Kaf Dağı’nın ardındaki Altın Bülbül’ün getirilip şerefeye konulduğunda caminin eksiğinin biteceğini söylemiş. Padişahın üç oğlu, Altın Bülbül’ü getirmek için yola çıkarlar. Bir sürü gittikten sonra yol ileride üçe ayrılır. Yüzüklerini bir taşın altına koyup üçü üç yola gider. İki büyük kardeşin yolu bir süre sonra birleşmiş. Bu yolla bir vilayete varmışlar. Paraları ve malları bitince bir hana çırak olmuşlar. Küçük oğlanın önüne bir bataklık çıkmış. Onu geçince bir pınara rastlamış. Pınarın başında bir Pir Dede oturuyormuş. Padişahın küçük oğlunu yoldan çevirmeye çalışmış. O, yolundan dönmemiş. Dede, sırtını sıvazlayıp: — Yolun açık olsun, deyip ortadan kaybolmuş.  Biraz yürüdükten sonra padişahın küçük oğlu bir devin konağına gelmiş. Konaktaki kız, çocuğun karnını doyurmuş. Padişahın küçük oğlu oradaki devi öldürmüş. Meğer orada bulunan kız peri padişahının kızı imiş. O, dönüşte kızı alacağını söylemiş ve yoluna devam etmiş. Padişahın küçük oğlu son olarak yedi devin olduğu eve gelmiş. Devlerin annesinin memesine sarılıp süt içmiş, böylece devlerle kardeş olmuş. Ona bundan sonra yapması gerekenleri dev kardeşleri anlatmış. Önündeki engelleri nasıl geçeceğinin hepsi tek tek anlatılmış. Çocuk yoluna devam etmiş. Padişahın küçük oğlu tüm öğütleri olduğu gibi yerine getirmiş ve Altın Bülbül’ün bulunduğu saraya ulaşmış. Altın Bülbül’ü kaçırmış. Askerler peşine düşmüş fakat o, devlerin yanına gidince bir şey yapamamışlar. Geri dönüş yoluna girmiş padişahın küçük oğlu. Giderken konağa uğramış ve karnını doyuran kızı yanına almış. Ağabeylerinden ayrıldığı yere gelmiş. Gidip onları bulmuş. Ağabeyleri peri padişahının kızını ve Altın Bülbül’ü kıskanmışlar. Bir hile ile küçük kardeşlerini kuyuya atmışlar. Peri padişahının kızını ve Altın Bülbül’ü alıp yola devam etmişler. Padişahın küçük oğlu kuyudan çıkmış. Babasının şehrine gidip hancıya çırak olmuş. Ağabeyleri getirip Altın Bülbül’ü yerine koymuşlar, babalarını kardeşlerinin öldüğünü söylemişler. Fakat koydukları yerde Altın Bülbül ötmemiş. Bir gün küçük kardeş, caminin kenarından geçerken bülbül bir kere ötmüş ve daha sonra susmuş. Bütün halk caminin dibinden geçmiş ama Altın Bülbül bir daha ötmemiş. En son çocuk geçmiş. Kuş ötmeye başlamış. Padişah olayı anlamış. Diğer iki oğlunu kovalamış saraydan. Küçük oğlunu da yanında getirdiği peri padişahının kızı ile evlendirmiş.  
Altın Bülbül
Kayseri
İç Anadolu Bölgesi
Bir adamın dört beş tane çocuğu varmış. Adam bu çocuklarla artık baş edemeyince iki çocuğunu azaltmak için ormana odun kesmeye götürmüş. Ormana gidince çocuklara demiş ki: — Ağaca bir kabak asacağım. Bu kabağa ben sürekli vuracağım. Kabak tın tın ettikçe benim burada olduğumu anlayacaksınız. Ben de biraz ötede odun kesiyor olacağım. Oradan ayrılan baba biraz ötede kabağı bir ağaca asar. Bir süre sonra çocuklar acıkırlar ve babalarının yanına gitmeye karar verirler. Ses gelen yere doğru giderler. Giderler ama babaları orada değildir. Kabak bir ağaca asılmış rüzgâr vurdukça tın tın ses gelmektedir. Akşam olur ve çocuklar ne yapacaklarını bilemezler. Birbirlerine sorarlar: — Horoz öten yere mi, tütün tüten yere mi, yoksa ışık yanan yere mi gidelim. En sonunda ışık yanan yere gitmeye karar verirler. Orası da bir devin evidir. Dev avları görünce çok sevinir. Çocuklar devin kendilerini yemek istediğini anlarlar. Kazanda da etler kaynamaktadır. Deve derler ki: — Sen ağzını iyice aç. Biz bacadan ağzına tek tek düşelim. Dev bunu kabul eder. Dev ağzını iyice açınca çocuklar bacadan devin ağzına ateşin közlerini boşaltırlar ve dev ölür. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.  
TIN TIN KABACIK
Çorum
Karadeniz Bölgesi
BEYOĞLU İLE KARA GELİN Bir Beyoğlu bir de Kara Gelin varmış. Bunların hiç çocukları olmuyormuş. Beyoğlu evlenmeye karar vermiş. Ama Kara Gelin buna bir türlü izin vermiyormuş. Beyoğlu bir gün atına su içirmek için çeşme başında durduğunda suya bir kızın aksinin düştüğünü görmüştür. Kafasını kaldırmış ve ağacın üzerinde duran kızı görmüş. Fakat ne yaptıysa bu kızı aşağıya indirememiş. Kızı aşağı indirmesi için bir cadı kadın getirmiş. Cadı kadın hamur yapar ve bir ocak yakar. Başlar ekmek yapmaya. Cadı kadın sacı ters koyar. Kız seslenir: — Ebe! Sacı ters koydun. Cadı kadın: — Yavrum! İnsen, yardım etsen de düzeltsen, der. Ama kız inmez. Bu kez de ekmeği kalın yapar. Kız yine seslenir: — Ebe! Ekmeği kalın yaptın, der. Cadı kadın: — Yavrum! Gelsen de yardım etsen, deyince kız bu defa dayanamaz ve iner. Kız inince Beyoğlu kızı yakalar ve eve götürmeye karar verir. Eve giderken kızın bir geyik kardeşi varmış. Yanlarına onu da alırlar. Eve gidince Kara Gelin, Beyoğlu’na kızar. Akşam olunca hepsi aynı yatağa yatarlar. Yatınca geyik saymaya başlar: — Şu eniştenin ayağı, şu ablanın ayağı, şu Kara Gelin’in ayağı. Sabah olunca Kara Gelin düşünmeye başlar: — Ne yapsam da bunları başımdan atsam, der. — Bey bunlar usandı. Ben bunları deniz kenarına gezmeye götüreyim, der. Oraya gidince Kara Gelin, kızı denize iter. Eve gelince: — Yürümeyi bilmedi, denize düştü, boğulup öldü, der. Akşam olup yatınca geyik yeniden saymaya başlar: — Şu eniştenin ayağı, şu Kara Gelin’in ayağı, hani ablanın ayağı? Kara Gelin bakar ki geyik de başına dert olacak. Kara Gelin yatağın altına kuru ekmekleri döşer ve kımıldadıkça: — Ay kemiklerim kırılıyor, der. Bir komşusunu da tembihler: — Bu hastalığa geyik eti iyi gelir de, diye. Bunun üzerine geyiği kesmeye karar verirler. Ama geyik der ki: —Tamam beni kesin ama deniz kenarında kesin, der. Deniz kenarına gittiklerinde bir ses duyarlar: — Kara Gelin attı beni! Yunus balık yuttu beni, deyince Beyoğlu geyiği kesmekten vazgeçer. Kızı kurtarır ve Kara Gelin’i de katırın arkasına bağlayıp sürür. Eve giderler. Beyoğlu ve kız evlenirler ve çok sayıda çocukları olur. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...
BEYOĞLU İLE KARA GELİN
Çorum
Karadeniz Bölgesi
  Köyde bir kadın varmış. Bu kadının da bir sürü çocuğu varmış. Bu çocuklar hem çok küçük hem de çoklarmış. Bundan dolayı bunlara nohut bebekler derlermiş. Anneleri bir gün tandırda ekmek yapıyormuş. Sacdan inen ekmeği bebekler anında yiyip bitiriyorlarmış. Anneleri yapıyor, onlar bitiriyorlarmış. Tarlaya ekmek yetiştirmeye çalışan kadın ekmeği bir türlü biriktiremiyormuş. Anneleri en sonunda sinirlenmiş ve hepsini tandıra süpürmüş. Oturmuş ve tarla için ekmekleri yapmış bitirmiş. Ekmekleri yapmış ama tarlaya bunları götürecek hiç çocuk kalmamış. Oturmuş kara kara düşünürken paspasın altında kalan nohut bebeklerden biri: — Üzülme anne, ben götürürüm, demiş. Annesi onu görünce çok sevinmiş: — Tamam, olur yavrum, demiş. Çocuk tarlaya gitmiş. Babasına seslenmiş: — Baba nereden geleyim? Babası: — Kenardan gel oğlum. Çocuk ekmeğin kenarını yemiş. Sonra yine sormuş: — Baba nereden geleyim? Babası: — Ortadan gel oğlum. Çocuk bu sefer ekmeğin ortasını yemiş. Sonra yine sormuş: — Baba nereden geleyim? Babası: — Öbür kenardan gel oğlum. Çocuk en son ekmeğin öbür kenarını da yemiş ve tarlada çalışanlara götürecek hiç ekmek kalmamış. Nohut bebeklerden sonuncusu da yine ekmeği bitirmiş. Ama yine de doymamış.
NOHUT BEBEKLER
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Köyün birinde üç tane kız yaşarmış. Çeşme başında oturmuşlar, el işi yapıyorlarmış. Yanlarına bir cadı kadın gelmiş. — Güzel kızlar ne yapıyorsunuz, demiş. Kızlar: — Örgü örüyoruz, demişler. Cadı kadın: — Burada ne var ki? Ben size daha güzellerini göstereyim, demiş. En büyük kızı almış ve devin yanına götürmüş. Dev de her gün bir genç kızı yiyormuş. Cadı kadın ise genç kızların parmaklarını kesip kapının arkasına süpürüyormuş. Büyük kızı götürmüş, devin yemesi için hapsetmiş. Cadı kadın ikinci gün yine o kızların yanına gitmiş. Ortanca kıza: — Ne yapıyorsun güzel kızım, demiş. Ortanca kız: — Ne yapayım tığ işi yapıyorum, demiş. Cadı kadın: — Buradakiler ne ki ben sana daha güzellerini göstereyim. Ortanca kız: — Kız kardeşimi ne yaptın? Götürdün getirmedin, demiş. Cadı kadın: — Onları öyle bir yere götürdüm ki; güllük gülistanlık, çimlik çimenlik, cennet- i alada yaşıyor. Seni de oraya götüreyim, demiş. Cadı kadın o kızı da götürmüş, parmaklarını kesip kapının arkasına atmış. Ortanca kızı götürmüş, devin yemesi için hapsetmiş. Üçüncü gün gitmiş küçük kızın yanına. Küçük kız biraz daha akıllıymış. Cadı kadın sormuş: — Ne yapıyorsun güzel kızım, demiş. Küçük kız: — Ne yapayım kız kardeşlerimi bekliyorum. Götürdün getirmedin, demiş. Cadı kadın: — Onlar cennet-i ala da zevk- i sefa içinde yaşıyorlar. Seni de oraya götüreyim, demiş. Küçük kızı da devin yanına götürmüş. Cadı kadının bir kedisi varmış. Cadı kadın: — Parmaklarımı kessem yer misin, demiş? Kız: — Yerim, demiş. Cadı parmağını kesmiş küçük kıza vermiş. Kız da parmağı kediye vermiş. Kedi ise kaçıp gitmiş. Cadı acılar içindeyken kız da kaçıp başka odaya gitmiş. Orada ablalarının hapis olduğunu görmüş. Kapının arkasına saklanmış. Cadı kadın gelince onu tutup bağlamış. Oradan kaçmış, gitmiş. Gelmiş, gördüklerini köyün erkeklerine anlatmış. Onlarda cadı kadını ve devi yok etmişler.    
CADI KADIN
Çorum
Karadeniz Bölgesi
Efendim iki adam varmış. Getmişler çalışmaya. Birisi bi guruş bulmuş çalışmış. Biri: — Beş guruşdan aşağı çalışmam, demiş. Böle böle gediyorlar. Öteki bi guruşa bulan iki yüz lira para etmiş, çalışmış. Öbürü elli lira, yüz lira etmiş mesela beş guruşdan aşşa çalışmamış ya. Yola tam bi yere gelmişler. — Arkıdaş ben seni öldürücen parayı üleşicez, demiş. — Arkıdaş ben bi guruşa çalıştım, sen de çalışsaydın, demiş. Beni öldürüsen gızılcıklar devri, demiş. Ama adam, arkadaşını dinlememiş, orda arkadaşını öldürmüş, parasını almış. Geliyoru eve. Öteki adamın hanımına diyor ki: — Kocanla filan yerde ayrıldık bi da görmedim, deyoru. Adamın hanımını almış, yani onunla evlenmiş. Bi gün harman yerinde harmanı savuruyokene, gızılcık dedim ot vardır. Ot yuvarlanıp gelmiş de bacanın arasında geşmiş de bi gülmuş. Karısı: — Hindi* noluyor, demiş. Adam: — Biz, senin gocan ben filan yerde öldürdüydüm da gızılcıklar devri dediydi. Şimdi, yuvarlanarak geldi geşdi de unu, dedim. Garı gediyoru bi mahkemiye veriyoru. Adam içeriye giriyoru, garı gezipduru. *hindi: Şimdi.
KIZILCIK OTU
Muğla
Ege Bölgesi
Bi tane kız varmış. Bu kız yedi kardeşin tek bacısıymış ve çok güzel bi kızmış. Bu kızı kardeşinin hanımları evde istemiyomuş. O yüzden her gün evde bu kıza yedikleri yemeklerin, bulaşıhların artıhlarını veriyolarmış. Kıza türlü eziyet ediyorlarmış ama kız, kardeşlerimin huzuru bozulmasın, boşanmasın diye susuyomuş. Kızın yemeklerine yılan, çayan atmışlar. Bu kız öyle olmuş ki, hamile gibi olmuş. Kızın karnı iyice büyüyünce gelinler kocalarına demişler ki: — Bacınız hamile, başkasından çocuh peydahladı, o bize artıh yaramaz. Ne yapacahsanız yapın, demişler. Kardeşleri kızı beze sarmışlar, beyaz bi devenin üstüne bindirmişler ormana götürmüşler, gurda kuşa yem olsun diye bırahmışlar. Gızın güççük kardeşi de çoh iyiymiş. Ona da haber vermiyolar. Oolan eve geliyo soruyo: — Bacım nerde, nooldu? diyo. — Gayboldu, sevdiiyle mi gitti, kimle gittiyse bilmiyoh, diyolar. Deve gızı götürdükçe, çırptıkça çırptıkça kızın karnındaki yılan çayan bir bir dökülmüş. Dökülmüş, dökülmüüş kızın karnı boşalmıış. Yine çok güzel bi kız olmuş devenin üstünde. Ormanda bi ormancı bu kızı görmüş: — Seni kim bağladı böyle devenin üstüne? diye sormuş. Kızın bağını çözmüş. Kızı evine götürmüş. Ormancı kıza dimiş ki: — Seni kim böyle bağladı? O da diyo ki: — İşte kardeşlerimin hanımları bana böyle böyle iftira attılar. Onlar da beni deveye bağladır. Deve beni çırptıkça karnımdaki yılan çayan, bulaşık suları döküldü. Çırpıldım yine böyle güzel bi kız oldum, diyo. O da diyo ki: — Tamam diyo. Benle evlenirsen ben seni götürüyüm, diyo. Kız da, — Tamam, diyo. Kızı evine götürüyo. Bunlar evleniyolar, bi tane oolu oluyo ormancıdan bu kızın. Annesi çocuuna her gün tembih ediyo: — Sen burda aşıh [Eskiden aşıh oyunu oynallarmış, kemiinen] oyna diyo. Ama mani söyleyerek oyna, diyo. O da diyo ki: — Ne söyleyim? — Yedi gardaşın yieniyim, ağ devenin büveniyim*, hüt* aşşıım hüt de at aşşığı, diyo. Gızın küçük gardeşi de ordan geçiyomuş. O çocuun söyledii tekerleme dikkatini çekiyo, diyo ki: — Çocuh sen ne diyosun? Bi daha söylesene dediin tekerlemeyi, diyo. — Yedi gardaşın yieniyim, ağ devenin büveniyim, hüt aşşıım hüt, diyo. — Bunu sana kim dedi, diyo. O da diyo ki: — Annem dedi. — Senin annen nerde çocuh? Hadi beni ona götür, diyo. Çocuh alıyo, annesine götürüyo. Varıyo, bahıyo ki kız kardeşi, — Hani gardeşlerim senin gaybolduunu söylüyodu, diyo. — Hayır, diyo. Yengelerim bana bulaşıh suyunu verdiler, soona da garnım şişti. Bana iftira attılar. Abilerim de beni devenin üstüne baaladılar. Karnımdakiler döküldü, bu ormancı da beni buldu, kurtardı. Onla evlendim bi de çocuum oldu. Sizi de bulmayı çoh istiyodum. Çocuuma öyle tekerleme söyletiyodum. Bir gün bu yoldan geçeceeniz benim içime doğuyodu, diyo. Öyle deyince abisi, kardeşine sarılıyo. Eve gidiyo, kardeşlerine durumu anlatıyo. Gelinleri babasının evlerine salıyolar. Yiyip içip muratlarına eriyolar.   * büven: Devenin ayak kemikleri * hütmek: Ütmek, kazanmak  
Yedi Kardeşin Bir Bacısı-II
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
KUYUDAKİ YUSUF Masal masal maniki Oolu gızı on iki Masal başını baalamış Döne döne aalamış Bir varımış bir yoğumuş. Alla’an gulu darıdan çoğumuş. Üç tane gardeş varımış. Birinin adı Yusuf’umuş. [Öbürlerini gayri bilemiycem] Yusuf'u babası öbürlerinden çoh seviyomuş. İki gardeşi de Yusuf'u gısganıyomuş. İkisi dimişler ki: — Babam Yusuf’u çoh seviyo. Bizi hiç sevmiyo. Biz bunu götürelim öldürelim. Haydi gardeşim, gezmeye gidelim dimişler. Yusuf'u alıp gidiyollar. Bunlar gezekene bi guyu görüyolar: — Acaba bu guyunun içinde ne var? diyi merak idiyolar. Biri diyo kine: — Birimiz inelim de bahalım. Öbürü diyo kine: — Nası ineciik gardeşim? Gocaa derin guyu. Haydi, içine düşer de ölürsek diyo. Urgan* getirelim, belimize bağlayalım, bu guyunun içinde ne var bi bahalım diyollar. Gidip urganı getiriyolar. Önce büyük gardeşi guyuya sallıyolar. Sallayınca guyunun ortasında da ateş varımış. Büyük gardeş oraya sallanınca, — Aaman yandım, çekin beni, diyi baarıyo. Onlar da çekiyolar. Ortancası diyo kine: — Bi de beni sallan, bi de ben bahayım, diyo. O da aynı seviyeye gelince, — Aaman yandım, çekin beni, diyi baarıyo. Onu da çekip guyudan çıharıyolar. Yusuf’un da canı pek berkmiş. Yusuf diyo ki: — Ben yandım didikçe sallan, yandım didikçe sallan. Taa ki aşşaa inene gadar beni sallan, diyo. Yusuf’un beline urganı baalıyolar. Yandım, didikçe sallıyolar, yandım didikçe sallıyolaar. Ahıbet* Yusuf’u guyunun dibine indiriyolar. Yusuf, guyunun dibinde güllük gülistanlık gocaaman bir ev görüyo. Bir odayı açıyo altınlan dolu. Bir odayı açıyo, paraynan dolu. Bir odayı açıyo ki, üç tane gız. Yusuf bu gızların yanına geliyo, selam veriyo: — Selamün aleyküm. — Aleyküm selam, diyolar. — Siz burda napıyonuz? diyo Yusuf. — Biz burda oturuyok, işleme, kaneviçe işliyok, diyolar gızlar. Böyük gızla ortanca gız iyi, zararı yoh da üçüncü, güççük gız daha bi gözelmiş. Yusuf da çoh güzelmiş. Elma gibi yanahları, filcan gibi gözleri varımış. Diyo kine: — Biz üç gardeşik. Benim iki tane daha gardeşim var yuharda. Ben en güççükleriyim. Birinizi birine alsam birinizi de birine alsam, en güççüğü de ben gendime alsam acaba bize gelir misiniz? Güççük gız da Yusuf’u beeniyo: — Tamam, Allah da isterse olur, diyo. Yusuf guyunun başındaa gardaşlarına sesleniyo: — Gardaşlarım ben burda üç tane işleme işleyen gız gördüm, çoh beğendim. Üçümüze üçünü alalım, muraz görelim. Hemen düğünümüzü yapalım, diyo. Onlar da, — Olur, diyolar. Oğlanlar urganı sallıyolar. Yusuf da urganları tek tek gızların beline bağlıyo, onlar da gızları yuharı çekiyolar. Büyük gız ile küçük gız yuharı çıhıyo. Sıra Yusuf’un beendii güççük gıza geliyo. Gız diyo ki: — Yusuf ben çıharsam, ben güzelim gardaşların beni alır. Urganı da bıçahlarlar, sen burda galın. Gel sen çıh. Sen yuharı çıhınca ipi sallarsın, ben de ipi belime bağlar çıharım, diyo. Yusuf gıza inanmıyor: — Sen, ben çıhdıhta soona yuharı çıhmıycan beni gandırıyon, diyo. Gız buna hâlini arz itmiş amma oolan dinlememiş: — İlle* önce sen çıhıcan, dimiş. Yusuf’un gardaşları urganı çekseler ki dünya gözeli bi gız. Hemen Yusuf'un urganını kesiyolar. Yusuf’u geri guyuya atıyolar. Gardeşinin birisi, — Bu gızı ben alayım, diyo. Gız aalıyoo, söylüyoo yoh! Guyunun ucu bucaana ses seda duyulmuyo. Yusuf da guyuda ağlıyoo ağlıyo üzülüyo. Yusuf guyuda galıyo. Uyuyo uyanıyoo, uyuyo uyanıyoo,  — Napıyım ben, ben napıyıım? diyo. Guyunun içinde gidee gide, sürünee sürüne, maaralardan geçee geçe bi garanlıh dünyaya varıyo. Öyle bi dünya ki heç gecesi gündüzü yoh. [Gerçek varmış böyle bi dünya. Gündüzü de gece, gecesi de gece bi dünya gerçekte de varmış.]. Yusuf burda bi tane aaç bulmuş. O aacın dalının da altına yatmış. Bu aacın tepesine bi guş gelmiş beş altı tane cücüklemiş. Bu guşun her sene çocuhları büyüdü mü bi yılan gelir, onları yermiş. Yusuf yatarkene cücükler bi çıırışıyollarmış bi çıırışıyollarmış, cücüklerin çıılıına Yusuf uyanmış. Yusuf uyansa ki yılan dala tırmanmış, guşu yiyecek. Hemen ordan bi daş almış, daşınan o yılanı öldürmüş. Ölüsünü de götürüp bi yere atmış. Cücükler bi sevinmişleer bi sevinmişler bi gör. Guşların anası gelmiş. Anaları da o gadar büyükmüş kine sırtında bi adamı taşıyomuş. Adam gibi de gonuşuyomuş. Bu guş Anka guşuymuş. Anka guşu gelip bahsa ki cücüklerinin yanında bi dene adam yatıyo. Yusuf’u cücüklerini öldürmeye geldi sanmış. Ganedinin üstüne goca bi daşı gomuş getirmiş. Tam Yusuf’un gafasına indirecee zaman cücükler, Allah tarafında dile gelmiş: — Aaman anne! Nolur onu elleme. O bizim hayatımızı gurtardı, dimiş. — Nası gurtardı? dimiş guş da. — Bizi, yılan yimeye geldiydi, o da eline daş alıp bizi gurtardı, dimiş. Öyle deyince guş ganadındaa daşı giri götürmüş bi yere atmış. Soona da gelmiş Yusuf’un gafasına gagasıyla vurmuş. — Kah, dimiş. Sen is misin cis misin, söyle bana sen kimsin? dimiş. — Ne isim ne de cisim. Seni yaratanın guluyun. Benim başımdan böyle böyle olaylar geçti. Bu guyuya mahpus oldum, dimiş. Anka guşu, — Sen benim yavrularımı gurtardın. İste yiğit ne istiyosan? dimiş. — Ben aydınlıh dünyamı istiyom. Benim eşimi gardeşlerim elimden aldılar. Şimdi onun düünü oluyo beni oraya yetiştir, dimiş. Yusuf’un gideceği yirin de ucu bucaa youmuş. Anka guşu Yusuf’a, — Çarşıya git bi goyun kestir, derisini de tuluh yap suylan doldur. [Evelde tuluh doldururlardı. Peyniri içine basarlardı ya o tuluhtan işte.] Soona bi goyun daa kestir onun derisine de goyunların etlerini parçalayıp goy. Kemiini at. İki tuluu da ganadımın üstüne goy. Sen de sırtıma bin. Ben gak dedikçe su, guk dedikçe et ver. Benim garnımı doyurursan ben de seni götürürüm, dimiş. Neyse bunlar düşmüşler yola. Anka guşu gak dedikçe oolan su, guk dedikçe de et vermiş. Naadar memleket uzaasa* et bitmiş. Guş gak diyomuş su var, guk diyomuş et yoh. Oolan düşünmüş taşınmııış, cebinden bıçaa çıhartmış bacaandan bi parça eti kesmiş guşa vermiş. Guş gak dedikçe oolan, bacaandan kesip veriyomuş. Guş o etin goyunun eti olmadığını bilmiş. O eti yememiş, dilinin altına sahlamış. Guş yol bitinceye kadar oolandan hep su istemiş. Guş, — Yum gözünü, dimiş oolana. Oolan yummuş. — Aç gözünü, dimiş açmış. — Bura nere? — Filan melmeket, dimiş oolan. — O zaman, geri yum gözünü, yum! dimiş guş. Yummuş gözünü, açmış gözünüü: — Hah, dimiş oolan. Hah! İşte bura bizim köy. Bura da harman yeri.* Sen beni bura indir, dimiş. Böylelinen yol bitmiş. Guş oolanı aşşaa indirmiş. — Ben burdan gayri giderim, dimiş oolan. Guş, — Tamam giden de, bi yürü de bahayım, dimiş. — Yoh, ben yürürüm. Sen git de, dimiş oolan. — Yoh, sen yürümeyince gitmem, dimiş guş. Oolan yürümeye başlamış. Yürümeye başlayınca topallamış. Guş oolanı çaarmış: — Gel buraya. Sen niye topallıyon? dimiş. — Hiiç, öyle bacaam uyuştu da, dimiş. — Aç da bacaanı bi bahıyım, dimiş guş. Oolan açsa ki bacaanı bacaa ganıyo, yara bere içinde. — Et bitince ben sana bacamdan kestim verdim, dimiş. Anka guşu hemen dilinin altındaa eti çıharmış, oolanın bacana geri yapıştırmış. Bi de ohumuş üstüne, — Hadi git şimdi. Sen saa ben selamet, dimiş. Guş memleketine yavrularının yanına, Yusuf da harman yerine gitmiş. Varaa varaa vara varmış. Orda da bi yaşlı teyze varmış benim gibi. [Siz beni araya araya nasıl buldunuz? Yusuf da araya araya bulmuş işte.] — Teyze, dimiş. Selamün aleyküm. — Aleyküm selaam. — Burda bi düğün var, bu ne dünü? dimiş. — Vay, guzuum hiç sorma, dimiş. — Felanın bi Yusuf diyi oğlu vardı dimiş. İki gardaşı Yusuf öldü diyi Yusuf’un ganlı köyneeini getirdiler dimiş. Nişanlısını da gardaşı alıyo. Onun düğünü oluyo dimiş. — Aaman teyzem, noolur! dimiş. O zaman şu yüssüü al, barnağına tah, noolur noolmaz, gün döneer devran döner, zaman geliir zaman gider Allah dilerse biz bu yüssüünen birbirimize gavuşuruh. Ben Yusuf’um. Gardeşlerim beni gandırdı, guyuda bırahtı. Şimdi de benim hanımımı alıyo. Bana yardım et noolur! dimiş. — Ne idiyim oolum, ne istiyon? Söyle, dimiş gadın. — Teyze dimiş. Şu yüssüğü barnaana dah, gelinin gınasını ben yahacam di dimiş. Gençler yahdırmazzıh derlerse şööyle yüssüü gıza bi göster. O beni tanır dimiş. Gadın varmış oraya. Gına zamanı, — Gızın gınasını ben yahacam, dimiş. Gızlar da, — Sana noluyo teyze sen kimsin de gınayı yahıyon, dimişler. O zamana gadar gadın usuulca barnaandaa yüzzüü geriden gıza götermiş. Gız hemen, — Çekilin benim gınamı bu teyzem yahacak, dimiş. — Teyze, teyze Yusuf nirde? dimiş. — Yusuf, seni şurda bekliyo. Gınadan soona seni gaçıracah, dimiş. Gınayı yahıp da millet evine daalınca kız ver elini Yusuf’a. Vizzoo!* Gardaşları bunu duyunca yalanlarının ortaya çıhmasından gorhmuşlar: — Eyvaah! Yusuf geldi, diye tırah mırah olmuşlar.* Yusuf sevdiiine gavuşmuş. Gırh gün gırh gece düün olmuş. Onlar ermiş muradına biz çıhalım kerevetine.   * urgan: Kenevir ipinden yapılmış kalın bağ, ip * ahıbet: En sonunda, nihayet. * ille: Mutlaka, illa ki *  uzaasa: Uzak ise * harman yeri: Tarladan getirilen tahılın sürüldüğü ve sapından ayrıldığı yer * vizzo: Koşar adımlarla bir yerden uzaklaşmak * tırah mırah olmak: Darma dağın olmak, farklı yerlere dağılmak
Kuyudaki Yusuf
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
ERKEK KILIĞINA GİREN KIZ Bir varımış bir yoğumuş. Alla’an gulu darıdan çoumuş. Evvel zaman içinde galbur saman içinde iki dene elti varmış. Bunlardan birinin yedi dene oolu öbürün de yedi dene gızı varımış. Yedi oolu olan gadın, eltisine her gün laf vuruyomuş: — Senin yedi gızın var, gız neye yarar? Benim oullarım ocah tütüdecek senin soyun tütmeyecek, diye gahıç gahıyomuş.* Bir gün böyle beş gün böyle, güccük gız duramamış. Çoh zoruna gitmiş yengesinin bu didikleri. Anasına dimiş ki: — Anne ben gidecem çalışacam. Para gazanacam, gız mı daha hayırlı erkek mi gösterecem, dimiş. Anası, — Gızım var git! Sen gızsın. Nası çalışacan? Baban duyarsa bize ne der? dimiş. Gız, — Yoh, dimiş. İlle ben erkek gılıına girip çalışacam. Neyse gız kamçısını ata vurmuş, çalışmaya gitmiş. Gız gül topluyomuş, kuşburnu topluyomuş oolanların yaptıı her işi yapıyomuş. Öyle bi giyiniyomuş, öyle bi ata biniyomuş ki kimse gız olduunu anlamıyomuş. Bu gızın yanında da oolanlar çalışıyomuş. Çalıştığı yerde oolanın birinin dikkatini çekmiş bu gız. Bahıyomuş oolanın gözleri gız gözleri, barnağında yüssük yeri, gulaanda küpe yeri, golunda da bilezik yeri. Bu oolan eve geliyomuş annesine diyomuş ki: — Anne yanımızda bi çalışan oolan var amma oolan deel anne o gız, diyomuş. Annesi de, — Oolum heç gız çalışır mı? diyomuş. [Önceden gıza çalışma mı vardı yavrum? Youdu]. Amma bu oolan da bu gızın oolan olduuna inanmıyomuş. Bir gün böyle beş gün böyle, annesi oolana dimiş ki: — Ben balhona gülleri seriyom. İkiniz de güllerin üstüne yatın bahalım. Zabah galhınca bah! Altındaa güller solarsa erkek solmazsa gız, dimiş. Gız da bunları duymuş. Oolan balhona yatmış uyumuş. Gız güller solmasın diye heç uyumamış. Zabah galhsalar ki ikisinin de altındaki güller solmuş. Annesi ooluna gızmış: — Oolum var git işine! Bunun neresi gız? Ata binişi, iş yapışı erkek. Ikinizin de gülleri de solmuş. Daha ne inat ediyon. Bu devirde heç gız çalışır mı? Gızı gınarlar,* dimiş. Oolan, — Anne bu gız bizi gandırıyo. Gözleri gız gözleri, barnağında yüssük yeri, gulaanda küpe yeri, golunda da bilezik yeri var, dimiş. Bu ketli* oolanın annesi dimiş ki: — İkiniz de çişe durun. Bah bahalım nası işiycek, dimiş. Gız gurnazlıh yapmış hemen oolandan önce çişe durmuş. [Ayıb olur söylemesi] Önüne de gamış dahmış. Oolandan önce yapmış çıhmış. Oolan da artıh onun erkek olduuna inanmış. Yedi sene bu gız olduunu belli etmeden ağanın evinde bu oolanla çalışmış. Bi sürü de para biriktirmiş. Biriktirdiği paraynan da bi ev almış anasına babasına. Soona da anasının yanına çıhmış gelmiş. Bütün akrabalarını çaartmış. O hadar yığınaan* içinde yengesine dimiş ki: — Yedi sene gız olduumu bildirmeden çalıştım, yidim, içtim, para biriktirdim. Bu evi de anama babama aldım. Sen benim anneme yedi gızın var, gız neye yarar diyodun. Senin yedi oolun var da ne kârı var? Hangisinin atı var, arabası var, evi var. Ha gızın olmuş ha oolun olmuş. Allah hayrılı evlat versin, dimiş. Yengesi bi utanmıış, bi utanmış, bi daha eltisini gızlarından dolayı hiç gınamamış. — Evladın iyisi hayırlı olanıymış, dimiş. Bu masal da burda bitmiiş.   * gahıç gahmak: Bir kişiyi ayıplarını, eksikliklerini ve yaşadığı olumsuz olayları anarak üzmek * gınamak: Kınamak, ayıplamak * bu ketli: Bu sefer * yığınah / yığınak: Kalabalık
Erkek Kılığına Giren Kız
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
HÜRİ KIZI-I Develer tellal iken pireler berber iken bir varımış bir yoğumuş, Alla’an gulu darıdan çoğumuş. Köyün birinde bi dene cami hocası varımış. Önceden kim nereye giderse evini, çoluunu çocuunu, cami hocasına teslim idermiş. Bi dene adam hanımıynan hacca gitmeye karar vermiş. Bunların Hüri diye bi gızları varımış. Başga da kimseleri youmuş. Hocaya da çok güvenirlermiş. Bunlar, — Hüri’yi napalıım, napalım? dimişler. İyisi mi biz bu gızı hocaya teslim idelim. Hocadan zarar gelmez, biz gidelim hac görevimizi yapalım, dimişler. [O zamanlar hac uzunudu. Üç ayıdı eskiden.] Hocaya da tembih etmişler: — Gızımın yemaani getir. Gapısına vur, geriden yemaani ver, geri çıh! O gapıyı kitler. Hüri’ye mukaat ol,* dimişler. Gızı da iyice tembihlemişler: — Olur mu gızım? — Olur baba, dimiş gız da. Bunlar goymuş hacca gitmişler. Hüri de bir gözel, bir gözel bahmalara gıyaman. Ne yannı* dönse şavkı o yannı düşüyo. Yüzünde de devamlı peçeyne geziyo ki şavkı düşmesin. Hüri, hep bi odanın içinde babasıgil gelene gadar hiç bi yannı çıhmamaya garar vermiş. Her gün hoca yemaani getiriyomuş, gapıyı tıhırdatıyomuş: — Hüri gızım yemaani al, diyomuş. Bırahıyomuş gidiyomuş. Hüri de gapıyı açıyomuş, yüzünün şavgı hocanın üstüne düşüyomuş. Yemaani alıyomuş, geri gapıyı kitliyomuş. Bir gün böylee beş gün böyle, hocanın içine şeytan gaçmış: — Bu nası bi gızımış böyle? Şavkı taa yüzümü alıyo. Benim bu gızı görmem ilazım, dimiş. Hoca gafaya bunu goymuş. Bi gün yemaa eline almıış, gapıyı çalmış: — Hüri gızım yemaani al, dimiş. — Tamam, sen bırah, ben alırım, dimiş Hüri. Maasucuhtan* hoca gitti gibi yapmış, sahlanmış. Gız gapıyı açınca da gızın saçından dutmuş, peçesini açmış: — Ben seni kimselere vermem, çoh sevdim seni, dimiş. Gız da nası güçlüymüş. Hocayı üstünden yitivermiş. Gapıyı da üstüne kitlemiş. Hüri’nün annnesiyle babasının da gelmesine beş, on günleri galmış. Hüri annesigil gelene gadar heç yemek yemeden orda galmış. Hoca gızın annesigilin geleceği gün, gapıdaki çifçisine, — Al bu gızı biraz gezdir de getir, dimiş. Hüri’nin annesiyle babası hacdan gelmişler. Hocaya da, — Gızımız nerde? diye sormuşlar. — Gızınızın sevdiği varımış. Yemaani vermeye gapısına vurdum sevdiğiyle gaçtı gitti, dimiş. Neysem soona çiftçi Hüri’yi gezdirip getirmiş. Gızın anasıyla babası da Hüri’yi saçlarından bi ağaca bağlamışlar. Dal sallandıhça Hüri de sallanıyo, döndüü yere şavgı düşüyomuş. Garşıda da goyun güden iki dene çoban Hüri’nin şavgını görmüşler. Amma yoramamışlar. Biri dimiş ki: — Malısa benim. Biri de dimiş ki: — Canısa benim. Gopa gopa gelseler ki dünyalar güzeli bi kız. Canısa benim, diyen çoban Hüri’yi almış. Onlan evlenmiş, üç dene de çocuğu olmuş. Çoban el gapısında çalıştıına işten eli başına deemiyomuş. Hüri’yi anasıgile hiç götürememiş. Hüri anasıgilin hasretine dayanamamış. Gocası da Hüri’nin yanına kapıdaki çiftçiyi dahmış: — Hanımımı al, anasıgile götür. Gitsin hasret gidersin. Gelirken de geri getir, dimiş. Gapıdaki çiftçi Hüri’yü götürekene Hüri’ye göz goymuş: — Hüri gızı yanıma yahın olun nu? dimiş. — Nasıl olur! Kocam beni sana güvendi, sen bana yan gözle nası bakarsın? Hayır, asla olmam, demiş. — Ya olursun ya değelse çocuhlarını keserim, dimiş. Hüri ağlayı ağlayı, — İmkânı yoh olmam, dimiş. Çiftçi gine, — Keserim çocuğnu, dimiş. — Kesersen kes! Yeter ki bana zarar verme, dimiş. Adam çocuğun birini boğup öldürmüş. Cesedini de dağya fırlatmış. Az ileri gitmişler adam gine başlamış: — Hüri yanıma yahın ol. Olmazsan ikinci çocuğunu da öldürürüm, dimiş. Hüri yalvarıyosa da ağlıyosa da yoh! Adam gözünün yaşına bahmamış, onu da öldürüp bi dağın arhasına atmış. Gidekene gidekene sıra üçüncü çocuğa gelmiş. Adam yine, — Hüri yanıma yahın ol. Olmazsan üçüncü çocuğunu da öldürürüm, dimiş. — Öldürürsen öldür, benim gılıma dohunma da, dimiş. Hüri’nün gözünün önünde onu da öldürmüş. Çocuhların hepsi ölmüş amma daha yol bitmemiş. Bu sefer adam dimiş ki: — Çocukların da öldü, gayri mecbursun benim yanıma yahın olmaya. Hüri bahmış bu adamdan gurtuluş yoh. [Söylemesi çoh çoh ayıp gızım] Dimiş ki: — Benim idrarım geldi. İdrarımı yapıyım geliyim de ondan soona yanına yahın olurum, dimiş. Hava da gapgaranlıh, tam gecenin yarısıymış. Çiftçi, — Ben sana nası güveneceem? dimiş. — İstersen belime urganı bağla, urganın bir ucunu da eline al, dimiş. Adam Hüri’nin beline urganı bağlamış. Eline de urganın bir ucunu almış. Gız karanlıın içine girmiş. Gız garanlıhta belindee ipi çıhartmış, büyük bir daşa bağlamış. Şöyle ileri gitmiş, ırbıı* da şöyle dahmış. Boğazındaa bir şelek* altından da ırbıın ucuna azcıh tahmış. Irbığı eğdirince su, şiiir şiiir şiiir ahıyomuş. Hüri de ordan gaçıyomuş. Çiftçi Hüri çişini yapıyo belliyomuş: — Haydi, şirşirini sevdiğim haydi. Gel gayri, haydi gel gayri, diyomuş. Adam beklemiiş, beklemiş ses seda yoh. Ses gelmeyince su sesine dooru varmış. Bahsa ki gızın yerinde yeller esiyo. Bi daş, bi altın bi de ırbıh. Hemen gızın peşine düşmüş amma Hüri gaçmış. Gaça gaça Hüri, bi davar güden çobana denk gelmiş. Çobana dimiş ki: — Noolursun, boynumdaa altınları sana veriyim de sen hemi üstündee elbiseleri bana ver hemi de kuzularından birini kesip derisini bana ver, dimiş. Çobanın da canına minnet. — Olur, dimiş. Elbiseyi almış giymiş, deriyi de saçının üstüne geçirmiş. Gitmiiiş, gitmiş sonunda anasıgilin evine varmış. Varıp kapıya vurmuş. Anasıyla babası da gocamışlar. [Yani ihtiyarlarmışlar.] — Kim o, dimiş anası. Hüri de dimiş kine: — Ben bi garip yolcuyum. Gapıda galdım, nolursunuz teyze beni evinizde misafir edin, dimiş. Anası da, — Gecenin bu vaatinde biz bi yaşlı garı gocayık. Seni nasıl alalım. Zaatı* ciğerimiz yanıyo, bizim çocuğumuz da yoh, dimiş. — Noolur teyze! Beni çocuunuzun yerine goyun da bir gece yatıyım, dimiş. Gadın gocasını çaarmış: — Gel, dimiş. Gapıya biri geldi dayandı. Yolda galmış. Sesi de aynı Hüri’nin sesine benziyo, dimiş. Açmışlar gapıyı, bunu içeri almışlar. Hemen sufra gurmuşlar. Hüri’nin garnını doyurmuşar. Çay içmişler. Neyse Hüri’nün anası yatağı sermiş. Gendileri diğer odaya gidip yatmışlar. Hüri odasında başlamış ağıt yahmaya: Anam babam hocaya emanet itti Hoca göz goydu iftira itti Babam uydu beni ağaca astı Üç guzum çifçiye gurban gitti Gız böyle deyişin Hüri’nin anasıyla babası goşarah gelmişler: — Sen Hüri müsün yoosa? dimişler. Gız gafasındaa şapgayı çıkarmış. Saçları sümbül gibi dökülmüş: — Hürim Hürim, diyi baarışıp aalaşmışlar. Gız başından geçenleri bir bir anlatmış: — Hocayı dutun da demirlen baalan, gapıdaa çiftçiyi getirin de gözlerini dağlan, diyi gız aalamış. Babası gitmiş hocayla çifçiyi getirmiş. Demiri gızartıp gızartıp bi hocaya bi de çiftçiye basmışlar. Sooana da gidip Hüri’nin çocuhlarını üç dağın arhasından çıharmışlar. Üçüne de mezar yapmışlar. Hüri anası babası ve gocasıyla mutlu bi hayat yaşamış. Onlar ermiş muradına biz çıhalım kerevetine.   * mukaat olmak / muhaat ol: 1. Emanete sahip çıkmak, göz kulak olmak, 2. Duygu ve arzuları kontrol altında tutmak * ne yannı: Ne tarafa * masucuhtan: Gerçek olmayan bir olayı ya da durumu gerçek gibi göstererek kandırma eylemi * ırbıh / ırbık: Topraktan ya da plastikten yapılmış küçük su testisi * şelek: Sırta iplikle bağlanarak taşınan yük * zaatı: Zaten
Hüri Kızı- I
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
HÜRİ KIZI-II Bir varmış bir yoğmuş, bir anayla bir baba varmış. Bunların kızları Hüri, oğulları Şah İsmail varmış. Bunlar her sene çocuklarlan beraber hacca gidiyolarmış. Gel olmuş, git olmuş çocuklar büyümüş. Hüri on sekiz yaşına gelmiş. Anayla baba, — Biz bu kızı hacca götürmeyelim. Bunu kime amanet edelim, demişler. Bu kızın bir dayısı varmış. Anayla baba, — Biz bu kızı içeri koyalım. Dayısı pencereden etini, suyunu versin. Hüri bu evde kalsın, demişler ve hacca gitmişler. Dayısı pencereden kıza etini, suyunu veriyomuş. Kız içerden çıkmıyomuş. Hüri çok güzelmiş. Dayısının Hüri’ye gözü dönmüş. Dayısı bir gün gene ekmek su getirmiş: — Hüri aç kapıyı da yemekleri al, demiş. — Dayı ben başımı yıkıyom, çekil koy git, demiş Hüri de. Hüri’nin dayısı komşusunun birisini aracı tutmuş. Komşusu, — Hüri! Kardaşın, anan, baban hacıdan geliyo. Dayınlan garşı çıkacan, demiş ve Hüri’yi dışarı çıkartmış. Dayısı Hüri’yi tutmuş, kötülük düşünüyomuş. Hüri, — Dayı ben sana kendimi nasıl teslim ediyim? Ne kadar pissin, dayım seni iyice yıkayım, demiş. Hüri eline bir galıp sabun almış. Bir de eline bakır bir tabak almış. Dayısını gusulhaneye oturtmuş. Dayısını yurken vura vura kızıl kan içinde koymuş. Dayısı bayılınca Hüri dayısını oraya kitleyip kaçmış. Aracı gelmiş, — Oğlan mısınız, kız mısınız? diyomuş. Dayısı ses vermiyomuş. Aracı kapıyı açsa baksa ki dayı kızıl kan içinde. Bunlar hacdaki Hüri’nin anayla babasına bir mektup yazıvermişler. Mektupta kıza on tane kırık yazmışlar. Hüri’nin anasıyla babası mektubu alınca, — Biz küçük yaşımızdan beri hacıya gidiyok. Namusumuz çok önemli. Şimdi biz bu köye varamazık. Biz Hüri’nin kardaşı Şah İsmail’i önden salalım. Hüri’yi dağa götürüp öldürsün. Bize de kanlı gömleğni getirsin, demişler. Şah İsmail Hüri’nin kaldığı evin kapısına gelmiş: — Hüri aç kapıyı ben Ali’yim. Hüri aç kapıyı ben Mehmed’im... demiş. Hüri, — Gavur dayım, papaz dayım bu kez de bu oyunu mu çıkardı bana, demiş, kapıyı açmamış. — Hüri aç kapıyı ben gardaşın Gani’yim, demiş. — Gardaşım Gani bu lafı bana söylemez. Sen gardaşım değelsin, demiş. Bacısına barmağandağı yüzüğü göstermiş. Hüri de kapıyı açmış. Bunlar birbirlerine sarılmışlar, ağlaşmışlar: — Gardaşım bana bu lafları niye saydın, demiş Hüri. Gardaşı Gani, — Anam babam geliyo da seni garşı götürecam. Bir urgan al, demiş. — Urganı napacan gardaşım? demiş. — Sen bir urgan al, gel, demiş. Bunlar gidiyolarmış. Hüri hacca önceden gittiği için, — Gardaşım biz bu yoldan hiç hacca gitmedik. Bu yol nereye gidiyo, demiş. Gani Hüri’yi bir ormandaki pınarın başına götürmüş. Orda bir selvi ağacı varmış. Hüri’yi bu selvi ağacının tepesine bağlamış: — Bacım anam babam seni öldürmemi söyledi. Sana kıyamıyom, köyneğini çıkar bacım, demiş. Gani bir serçe vurmuş, anasına babasına gitmiş. Allah tarafından bir geyik gelirmiş. Selvi ağacı eğilirmiş geyiği yukarı çıkarırmış. Hüri geyiği emermiş. Geyik sonra geri inermiş. Dirkene Hüri orda daha bir güzelleşmiş. Hüri’nin yüzünün şavkı pınara düşermiş. Bir bey oğlu varmış. Bey oğlu yanında korumasıyla her gün ava çıkarmış. Bir gün avda beyin oğlu Arap'ı suya salmış. Arap suda kızı görmüş: — Ben bu kızı nasıl tutacam, demiş. Kendini suya atmış ama kız yok. Beyin oğlu sudan gelmeyince öteki Arap'ı suya savmış. O da suda kızı tutmak için kendini suya atmış. Üçüncü gelmiş, üçüncü de kızı bulamamış. Beyin oğlu pınarın başına gelmiş. Yuharı baksa ki dünya gözeli bir kız oturuyor: — Kız is misin, cis misin? — İsim de cisim de, seni yaratan Allah’ın kuluyum, demiş. Beyin oğlu, — İn, demiş. — İnmem, demiş. Beyin oğlu selvi ağacını kesiyo, kızı indiriyo. Hüri’yi yanında götürüyo. Hüri’ye kırk gün kırk gece düğün ediyo. Hüri hiç konuşmuyomuş, beyin oğlu da, — Dağ kızı öte, dağ kızı beri, dermiş. Bunların üç dene çocuğ oluyo. Hüri birgün beşşiği sallarken, — Hacıdan evveli, hacıdan geleli nen nen Gardaşımın adı Gani’dir Gani Kesti barmağmı akıyor gani, demiş. Beyin oğlu bunu duyunca lüp diye içeri giriyor: — Senin anan baban, gardaşın vardı da sen niye bana demedin? Beyin oğlu Hüri kızını anasıgile yollarken çocuklarını ve Arab’ı Hüri’nin yanına katıyo. Giderken giderken Hüri susuyo: — Arp ben susadım, diyo. — Sen bana teslim ol, ben sana su veririm, diyo. — Olmaz, namusum namustur, diyo. Arap da çocuğunu keserim diyo. Arap çocuğun birini kesiyo, oraya körlüyo. Hüri'ye bir su veriyo. Giderken Hüri gene susuyo. Gene Arap teslim olmasını istiyo. Hüri de bir çocuğunun kesmesilmesine razı oluyo. Giderken gene Hüri susuyo. Arab üçüncü çocuğu da kesiyo. Arab ile Hüri bir köye varıyolar, misafir oluyolar. Arap, ev sahiblerine, — Biz evliyik, diyo. Ev sahibleri bir odaya yatak yapıyolar. Arap, — Hüri yanıma yakın ol, diyo. — Arap, ben bir dışarı çıkıyım geliyim ondan sonra sana teslim olurum, diyo. — Ben sana nasıl güveniyim Hüri? diyo. — Belime bir urgan bağlan. Sen burdan urganı çek. Ben elime bir ırbık* alıyım dışarı gidiyim, diyo. Kız urganı beline bağlıyo, ayakyoluna gidiyo. Ordan gaçıyo. Arap da, — Şır şırına gurban olduğum hadi gel, deyip urganı çekiyo. Irbık takır takır edip geliyo. Arap bir de baksa ki gelen ırbık. Arap, beyin oğluna gidiyo, — Kız kaçtı, diyo. Hüri’nin bir saçı varımış ki yeri süpürüyomuş. Hüri Araptan kaçarken her ormanda bir saçı kalıyomuş. Hüri gide gide babasının köyünün kıyındağı kuyuya kendini atıyo. Kız kendini kuyuya atınca Allah tarafından kuyunun suyu kuruyo. Bir çoban geliyo kuyuya kovayı sallıyo. Kuyu bomboş takır takır. Çoban eğilip baksa ki kuyuda bir kız oturuyor: — Bacım is misin, cis misin, neysin?” — Ben isim, cisim diyo. — Çık öyleyse, diyo. — Çıkmam. Sen bir toklu kes derisini bana ver. Toklunun eti senin olsun. Çoban bir toklu kesiyo derisini buna veriyo. Kızı kuyudan çıkarıyo kuyu tekrar sulanıyo. Kız deriyi kafasına geçiriyo, gözünü kulağnı açıyo. Keloğlan oluyo. Keloğlan köyde babasının yanına geliyo, diyo ki: — Amca ben senin evine kaz güden olacam. — Ulan kel, senden kaz çobanı olmaz ya gözlerin Hüri’nin gözlerine benziyo. Hadi bağlım, diyo. Keloğlan kazları güdüyo geliyo, kazlığa yatıyo. Öyle böyle yatakana bey oğlu diyo ki: — Ben bi değnek, bi çarıkla Hüri’yi bulanaça gidecem. Bey oğlu ayağna demir çarık giyyo. Hüri’nin babası, Keloğlan beri, Keloğlan öte diyo. Onun Hüri olduğunu bilen yok. Bir demir değneği yere vuruyo. Dağlar inim inim inliyo. Ormanda Hüri’nin saçlarını toplayarak eve geliyo ama her odunlukta bir saçı galmış. Saçı pek uzunmuş. Dağlar, — O gözel geçti gitti, burayı yaktı gitti, diye inilemiş. Adam her gittiğinde değneği yere vuruyo, dağlar inileyip böyle söylüyo. Beyin oğlu gele gele Hüri’nin babasının köyüne geliyo. Hüri’nin babasına da misafir oluyo. Bey oğlu türkü çağrıyo, — Köyün zengini, fakiri, iyisi, kötüsü hep gelsin, diyo. Beyin oğlu türkü çağırıyo mığırıyo Keloğlan diyo ki: — Bi de ben çağırıyım. Kimileri diyo ki: Aman kel senin neren türkü çağracak? Sen ne bilin? Kimileri diyo ki: — Adam çağarsın, diğniyelim bağlım. Keloğlan, — Gardaşımın adı Gani’dir Gani Kesti barnağmı da akıyor kani Dayımı da sohuya koyup ezmeli Arabı da çatal kazığa kazmalı, diyo. Kafadan deriyi sıyırıp atıyo. Dayıyı dört yolun ağzına çatal kazığa kaldırıyolar. Arabı da vurup öldürüyolar. Ordakiler giderkene dua ediyolar, Hüri’nin çocukları diriliyo. Hüri de geri kocasına gidiyo. Kırk gün kırk gece düğün oluyo, muradına eriyo.   * ırbıh / ırbık: topraktan ya da plastikten yapılmış küçük su testisi
Hüri Kızı- II
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
    Bi adam varumuş, ağa. Gece rüyasında bunu gorhutmuşla. Bir, iki gaç defa, her gün böyle. — Her sabalin düşkün düşkün galhıyan efendi, deya hanımı. Sen, deya, iki sabahdu, üç sabahtu bir düşkün galhıyan, deya. — Ya hanım, deya, beni gece çok gorhutuyala, deya. Sana biz bela verecez, ne zaman bela verelim diye soruyala bana. Ne deyin, deya. Hanımı deya ki: — E biz şindi gencüz, deya. Bela gençlikte zor sıkı çekülü emme ıhtıyarlıyınca çekemeyüz, gençliğimizde vesin, deya, madem bela varısa. O gün sabalin yatıya, galhıya rüyasında gine gorhutuyala bunu. Gençliğimizde verin, deya. Galhıyala bahıyalaki otduğu evle, yatduğu yatak denizin yüzünde çırpınıya. Deniz olmuş. Yeri yurdu hiçbi şeyi galmamış. — Nedelim e şimdi biz? Çalışsak biz eski bir ağayuz. Bullarda çalışamayuz. Nedelim biz? Bırakalım burayu, terk edelim gidelim. İki de güccük çocuğu va. Bunla yol boyuna düşer. Gider, gider, gider, gider bir galabaluk köye varu. O köye sığırtmaç durar yani çoban durar. İşti eskiden de kervancılar geçer ya, böyle bol ya. Kervancı çamaşurunu o köye bırakırımış. Kirini, şeyini yıkarlarımış. Goruyucu, köyün goruyucusu yıharımış, temizini verirmiş, kirini alurumuş, paraynan. İşti o köyün muhtarı demiş ki: — Ya bu sefer de çobanın hanımına yukatduralım, beş on guruş alsın, iyi insanla, demiş. Tabi goruycunun hanımı böyle çamaşuru yıkama, dikiğine bahma, söküğüne bahma en iyi şekilde yapar gerü dolduruverürümüş emme bu şindi beya ağa hanımı. Ne olusa olsun temüz diker, söküklerini diker, ütüler, eder kervancıya verir. Şindi kervancıya verir. Kervancı bahar: — Lan her zaman böyle değil idi. Lan bu gadun iyi bi gadun. Der ki muhtara: — Muhtar, bu gadun gendü getirsin bi daha bu çamaşuru, der. (Muhtar da benim gibi cahil imiş birez.) — Tamam, der. Heralda beş on guruş fazla verecek, der. Tamaaam. Gadun gözel yıhar, gine ütüler, temüzler, getürür. — Uzat yenge bana, der. Derken gadunun bileğinden gapduğuynan arkasına atar. Allah’a ısmarladuh. İki çocuğunan ağa sığırda galdı, kadun gitdi. Kervancı aldı gitdi. Akşam olur, gelür hanım yok. — Ne oldu la muhtar? — Goruyucu yav, böyle böyle oldu yav. — Lan bana burada durmak haram olsun, der. Yola düşer. İki çocuğunu alur, yola düşer. Gider, gider, gider, gider, gider, gider, gider… Böyle böyük bir ırmağa çıhar. Irmağa bakar, ırmağa bakar, böyük ırmak. Bu ırmağın köprüsü var. Şindi köprüden geçecek, çocuğun ikisiynen geçse geçemeycek. Birini beri bırakup birini öte bırakacak. Birine gelecek ya tam köprünün ortasına varınca beriki çocuğu gurt gapmış. Allah’a ısmarladuh. Geride galana bakıp da, geri dönüp te çocuğu gapınca, — Eyvaaah, çocuğum gitti, deyince o da düşer mi çaya? Onu da çay alu. Onu da gurt alu. Ağa boş galuuuu. Geçer öte geçeye,* ağlaya ağlaya yola revan olu. Gurdun alduğunu çobanla bırahduru hiçbi şey olmadan. Çocuk iyi. Beriyankini, sel alan da gelü değmenin çarpuntusuna* (Allah’tan bi şey olmaz), değmenci alu. Gardaşının oğlanı yoğumuş, gardaşına verü. Bu ağlar gayrı. Ağa deylim, çoban deylim varu bir kalabaluh toplanmış. (Eskiden dövlet guşu kimin gafasına gonarsa pedişah oymuş.) Toplaşmışla o gün, ziyafet vemişle, guş goyvemişle. Guş kimin gafasına gonarsa pedişah olacak. Gelmiş, gelmiş efendim bunun gafasına. Buna: — Yağv, galh pedişeh oluyon. Guş senin gafana gonuya la. — Ne padişahı, ben ölüyon aşlıhdan. Efendi iki kere salıverü, üçüncü salıverü gine ona gonmuş. Ustayı [ağayı] ordan alular, pedişah olur. Otutdurula tahta. Arasından zaman gelü, değmencinin çocuğuynan [selle gelen çocuk] döğüş ederle. Değmencinin çocuğu kızdırır onu. —  Seni çarpunuda buldu bıbam, der. S..tir eder, oğlan yola revan olu. Öteki de gine [kurdun kaptığı oğlan] ötekiynen döğüşü. O da revan olu. Gelüle, gelüle, gelüle bıbalarının olduğu vülayete gelüle. Orda hayır zahabı varımış bunları alu, (böyle sizin gibi) okudu, sever, okutmaya başlar. Bunlar okur. Pedişahın sır ketibi olula. Fakat pedişah bıbaları emme ne pedişeh uşaklarını biliye ne o onu biliye. Pedişehin sır ketibi olula. Kervancı pedişaha şikayete gelü. Bu gadun o günden bu güne gada, gaç gün gaç ay, gaç sene geçtiyse kervancıynan anlaşamamışla. Pedişah o kadını getürün der. Çadıra guyarla gadunu. — Bunu kime teslim edelüm, kime teslim edelüm bunu yağv? — Pedişahın sır katipleri nöbet tutsun, derler. Pedişahın sır katipleri nöbet dutuya. Anaları olduğunu bilmeya. — Ya arkadaş anlatsana, burda uyhumuz gelü, anlat. — Ne anlatayım ya, der. Babamgil şöyleymiş, beni sel almış, ben, der, efendim, değmenin çarpuntusundan almışla beni. Ben orda bozuştum, geldim, der. — Ya beni de gurd almış, gurd bırakmış. Onun, çobanın evinde... Eeeeee filen diyeyken gadun içerde diğnermiş. Kadın: — Ah anam, der. Bunla benim evladım ya, der. Gel yavrum. Gelin bakalım. Bunlaru diğneya ya. Gadun: — Gelin bakalım yavrum, der. Neyle olmuş,* der. Böyle olmuş, tamam siz benim evladımsınız a benim yavrum, der. Şindi dizine birini alu, şu dizine birini alu, ikisinin de yüzünü gor. Evlat değil mi? Orda üçü de sızagalu. Sabaleyin kervancı gelü, bakar çadıra. Der ki: — Lan bu deliganlılarınan, nöbetçilerinen bu garı nediya? Hemen yaruşu yaruşu* pedişehe gelü. — Pedişahım, der. Yav senin nöbetçilerin kim yav, der. Kadının yanındala yav, der. — Nasıl oluyor yav? Çağıru pedişah. — Nettiniz, noluya, der. Gadun gelü; — Pedişahım, der. (Gadun da bilemedi mi netti?) — Pedişahım, der. Bunla benim evladımmış. Durum böle, böle, böle der. Pedişah hemen der; — Bu kervancıyı asın. Sen benim hanımımsın, der. Uşakla da benim uşağım, der. Hedi yavrularım, der. Ondan sonra orda aynı yaşayala. Şimdi biz de bullarda uğraşalım.   * öte geçe: Karşı taraf * değmenin çarpuntusu: Değirmene su sağlayan düzenek * neyle ol-: Nasıl ol- * yaruşu yaruşu: Koşa koşa
[Gençlikte mi, İhtiyarlıkta mı?]
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş. Develer tellâl iken, horozlar berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir avcı varmış. Bu avcı çok zalim bir adammış. Her gün ava gider, getirdikleri avları karısı pişirir, o da yermiş. Avcı yine bir gün iki tane kuş avlamış. Karısı onun avladığı kuşları temizlerken kuşun birini kedi alıp kaçırmış. Kadın, kocasının kuşun ikisini de sofrada görmezse ona kötülük yapmasından çok korkmuş. Ne yapsam ne yapsam derken aklına bir fikir gelmiş. Kolundan bir parça kesip onu pişirmiş, avcıyı kuş diye kandırmaya karar vermiş. Akşam olmuş, avcı yemeğini yemiş, fakat kuşun birinin etini çok daha lezzetli bulmuş. — Nasıl olur, ikisi de aynı kuş, ama sadece biri lezzetliydi, deyince kadın dayanamayıp kolunu göstermiş. O lezzetli olan, kuşun eti değil de kendi kolu olduğunu söylemiş. Adam bunun üzerine: — Meğer insan eti ne kadar lezzetliymiş. Böyle olduğunu bilsem bizim çocuklardan birini keser yerdim, demiş. Adamın da iki tane çocuğu varmış. Çocuklardan büyüğü babasının öyle dediğini duymuş. Bunu kız kardeşine anlatmış. Hemen evden kaçmazlarsa babasının onları yiyeceğini söylemiş. Ağabeyinin anlattıklarından sonra iki kardeş evden kaçmış. Dağ tepe demeden kaçıyorlarken bir pınarın başına gelmişler. Ağabey: — Ben susadım, su içeceğim, demiş. Kardeş: — Ne yapıyorsun! Bu suyu içen inek oluyor, demiş ve vazgeçirmiş. Gitmeye devam etmişler. Yine bir pınarın başına gelmişler. Fakat ağabey, bu sudan da içememiş. Bu suyu içen de koyun oluyormuş. Yine gitmeye devam etmişler. Yine bir pınarın başına geldiklerinde ağabey dayanamayıp ne olursa olsun diyerek sudan içmiş. Suyu içer içmez geyik olmuş. Bu su da sihirliymiş. İçen geyik oluyormuş ve sihirli güçlere sahip oluyormuş. Çocuklar sonra az gitmişler, uz gitmişler bir ormanda durmaya karar vermişler. Geyik, küçük bir ağacın başına varmış ve başlamış o ağacı yalamaya. Geyik yaladıkça ağaç büyümüş ve sihirli bir ağaç olmuş. Geyik ağacın başına bir ev yapmış ve kardeşini oraya koymuş. Artık evleri burasıymış. Aradan yıllar geçmiş. Kız, o ağaçtan hiç inmemiş. Geyik sağdan soldan bulup getirmiş, o yemiş. Kız büyüyünce çok güzelleşmiş. O kadar güzel olmuş ki güzelliğinin ününü duymayan kalmamış. Padişahın oğlu bile kızı görmeden ona âşık olmuş. Kızın ağabeyinden de herkesin haberi varmış. O nedenle kıza hiç kimse yaklaşamıyormuş. Padişahın oğlu bir şekilde kıza yaklaşmak, daha sonra da evlenmek istiyormuş. Buna bir çare olarak büyücü kadını görmüş. Büyücü kadın ise kızı ağaçtan indirmeyi başarabilirse bu işin olacağını söylemiş. Büyücü kadınla anlaşan padişahın oğlu bu iç için ümitlenmiş. Diğer taraftan büyücü kadın, kızı ağaçtan indirme çareleri düşünmeye başlamış. Aklına bir fikir gelmiş. O fikri için kızın olduğu ağacın dibine gitmiş. Kız, her zamanki gibi ağacın tepesindeki evindeymiş. Büyücü kadın başlamış planını uygulamaya. Feryat figan ağlayarak: — Ölüyorum ben! Yok mu bana bir yardım, diye bağırmış. Bunun üzerine kız camdan bakmış. Aşağıda bir kadının öldüğünü düşünmüş. O anda ağaca: — Eğil ağacım, eğil, demiş. Ağaç sihirli olduğu için eğilmiş. Kız aşağıya inmiş. Büyücü amacına ulaşmış. Kızı o ara hemen büyülemiş. Bu büyüyle kızın, padişahın oğlunu bir gördüğünde ona âşık olmasını sağlayacakmış. Büyücü kadın gitmiş, kız da evine çıkmış. Büyücü kadın, padişahın oğluyla birlikte tekrar kızın evine gelmiş. Kızın, oğlanı görmesini sağlamış. Kız, padişahın oğlunu gördüğü anda ona âşık olmuş. Padişahın oğlu zaten kızı görmeden âşık oluş imiş. Karşılıklı konuşmuşlar, evlenmeye karar vermişler. Kız, ağabeyinden izin almaya karar vermiş. Akşam olduğunda ağabeyine söylemiş. Ağabeyi bir şartı olduğunu ve bunu da ancak oğlana söyleyeceğini, eğer gerçekleştirirse vereceğini söylemiş. Geyik oğlan, padişahın oğlunu görmüş. Şartı gerçekleştirirse kardeşiyle evlenmelerine izin vereceğini söylemiş. Padişahın oğlu da: — Tamam, demiş. Geyik oğlanın şartına gelince… Padişahın oğlundan isteği, onu normal insan hâline sokmayı becermesiymiş. Oğlan: — Tamam, demiş. Padişahın oğlu durumu büyücü kadına anlatmış. Büyücü kadın onu normale çevirebileceğini söylemiş. Padişahın oğlu bu duruma çok sevinmiş. Büyücü kadın geyik oğlanı normale çevirmiş. Geyik oğlan da kardeşiyle padişahın oğlunun evlenmesine izin vermiş. Kırk gün kırk gece dillere destan bir düğün ile evlenmişler. Hep birlikte sarayda mutlu bir şekilde yaşamışlar.
GEYİK OĞLAN
Ordu
Karadeniz Bölgesi
MERHAMETLİ AYI VE NANKÖR İNSAN Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellâl iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken üç avcı arkadaş varmış. Bunlar bir kış günü ava gitmeye karar vermişler. Kararlaştırmışlar, ormana avlanmaya gitmişler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra çok sert bir tipi başlamış. Öyle ki göz gözü görmez olmuş. Bu arkadaşların ikisi güç bela kendilerini köye atmışlar fakat üçüncü avcı kara saplanıp ormanda kalakalmış. Çaresizce öleceğini düşünürken arkasından sıcak bir şey onu sarmış sarmalamış. Dönüp bakmış, arkasını saran şeyin bir ayı olduğunu görmüş. Ayı, bu adamı alıp kendi inine götürmüş. Orada ona çok iyi bakmış. Adam acıktığında gidermiş, ona ormandan kuru meyveler getiririmiş. Adama bir anne şefkatiyle yaklaşıyormuş. Ayı, yine bir gün adama meyve toplamak için ininden çıkıp ormana gitmiş. Ayının gitmesini fırsat bilen adam kaçmış, köyüne dönmüş. Adamı ölü bilen köylüler, onu karşılarında görünce geri dönüşüne çok sevinmişler. Adam başından geçen her şeyi köylülere anlatmış. Daha sonra aklına bir fikir gelmiş. Köydeki bütün avcıları toplayıp o ayıyı öldürmeye karar vermiş. Avcılarla birlikte olup ayının inine doğru yol almışlar. Ayı, adamın gelişine çok sevinmiş. Avcının bir işaretiyle avcılar ayıyı öldürmüşler. O, ölüm anında dile gelmiş ve demiş ki: —Ey insanoğlu! Yaptığım iyiliğe karşı nankörlüğün seni kör eder inşallah. Bu sözlerin üzerine avcı kör olmuş. Yaptığı hatayı anlamış ama iş işten geçmiş.  
Merhametli Ayı ve Nankör İnsan
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir köyde günlerden bir gün üç öküz arkadaş olmuşlar. Bir de kurt varmış. Kurt da öküzlere arkadaş olmak istemiş. Kurt, öküzlere: — Beni de alın yanınıza. Çok yalnızım, demiş. Öküzler de kabul etmiş ve bunların dördü arkadaş olmuşlar. Öküzlerin birinin rengi ala, birininki sarı, diğerinin kara imiş. Bir süre sonra kurt, sarı öküz ile ala öküze: — İkinizin rengi iklime ve çevreye uygun, kara öküz sürekli kararıyor, demiş. Bunu ben yiyeyim, üçümüz kalalım, demiş. Onlar da kabul etmiş. Kurt bir kolayını bulup kara öküzü yemiş. Bir müddet geçtikten sonra kurt, sarı öküze demiş ki: — Bak, ayın ışığında ala öküz nasıl beliriyor. Bizi ele verecek, Ben bunu yiyeyim, demiş  Bir bahaneyle onu da yemiş. Kara ve ala öküzü yedikten bir müddet sonra kurt, sarı şöyle demiş: — Kara öküz, ala öküz, sıra sana geldi sarı öküz, demiş. Sarı öküz de demiş ki: — Biz kaç hatayı üst üste yaptık. İlk hatamız seninle arkadaş olmaktı, ikinci hatamız da arkadaşlarımı sana satmaktı, demiş. Kurt sonra sarı öküzü de de yemiş.
Öküz ile Kurt
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde bir köy varmış. Bu köyde annesi ve babası vefat etmiş biri kız, biri erkek olmak üzere iki kardeş yaşarmış. Bunlar köydeki evlerinde yalnız kalmışlar. Şehre gitmeye karar vermişler. Sabah olmuş, hazırlıklarını yapmışlar, yola çıkmışlar. Önceki gece de epey bir yağmur yağmış. İki kardeş yolda yürümeye başlamışlar. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Yol uzunmuş. Erkek kardeş çok susamış. Etrafta çeşme ve su yokmuş. — Abla! Şu ineğin ayak izine dolmuş sudan biraz içeyim mi, demiş. Ablası da: — Olmaz, oradan içersen inek olursun, demiş. İleride karşımıza çeşme çıkar, demiş. Yola devam etmişler. Ama karşılarına çeşme çıkmıyormuş. — Abla! Şu atın ayak izine dolmuş olan suyu içeyim, demiş. Ablası: — Olmaz, içersen at olursun, demiş. Biraz daha sabret, demiş. Az gitmişler uz gitmişler. Ama bir türlü çeşme çıkmamış karşılarına, kardeşi dayanamamış. Ablasına sormadan ayının ayak izine dolmuş olan sudan içmiş. Masal bu ya, suyu içtikten sonra çocuk ayı olmuş. Ablası ne yapacağını şaşırmış. — Allah’ım! kardeşim ayı oldu. Beni de Tezek Kız yap, demiş. Kız da tezek olmuş. Kardeşi etrafında dönüp duruyormuş. Köyün çobanı hayvanları otlatmaya götürmüş. Karısı da her zamanki gibi tezek toplamaya çıkmış. Toplarken çuvalın içine Tezek Kızı da atmış. Ayı, kardeşi kaybetmek istemiyormuş. Onları takip etmiş. Evlerinin oraya gidince ayı da orada durmuş. Kadın her gün tezek toplamaya gidiyormuş. Kocası da çobanlık yapıyormuş. Tezek Kız, onlar evden gidince eski hâline dönüp evi temizliyormuş, yemek yapıyormuş. Sonra tekrar tezek olurmuş. Bu günlerce böyle devam etmiş. Karı koca bu olaya bir türlü anlam veremiyorlarmış. Bunlar plan yapmışlar. Evden çıkıyor gibi yapmışlar. Saklanmışlar. Pencereden izlemeye başlamışlar. Kız yine çıkmış. Biri kolundan biri bacağından yakalamış. — İn misin cin misin? Sen kimsin, demişler. Kız da her şeyi anlatmış. Karı koca da Tezek Kız’ı kendilerine evlat olarak almışlar. Böylece hayatlarını sürdürüyorlarmış. Kız gün gün büyüyüp güzelleşiyormuş. Tüm köylü kızın güzelliğini, becerisini konuşuyormuş. Bir gün köyün ağasının oğlu Tezek Kızı görmüş. Ona vurulmuş. Babasına söylemiş, kızı istemeye gitmişler. Çoban ile karısı Tezek Kız’a sormuş. O da kabul etmiş. Düğün hazırlıklarına başlamışlar. Kız dua etmiş: — Allah’ım kardeşimi eski hâline döndür. Şu mutlu günümde yanımda olsun, demiş. Duası kabul olmuş. Düğünleri yapılmış. Mutlu mesut hayatlarına devam etmişler.
AYI OLAN ÇOCUK VE TEZEK KIZ
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. İnsanoğlu dağdan taştan, çokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; deve tellal iken, eşek berber iken, pire pehlivan iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken padişahın birinin üç tane kızı varmış. Bu kızların isimleri: Dal, Fidan ve Yaprak imiş. En küçük kızı olan Dal, bir gün babasından gümüş bir tas istemiş. Babası da gitmiş, almış. Dal, nehrin kenarında tası ile oynuyormuş. İki büyük kız da bize niye hediye almadı diye kızı nehre atmayı düşünüyorlarmış. Bu sırada Dal’ın tası nehre düşmüş. Onu alayım diye eğilince Dal nehrin içine düşmüş. Kızlar da onu kurtaramamışlar. Dal, su ile akıp gitmiş. Küçük kız nehirde dalın birine takılmış. Çoban oradan geçerken dalı kesmiş. Kaval yapmış. Kavalı çalıyormuş: — Ben dalım, diye ses çıkarıyormuş. Padişah kızını aramaya çıkmış. Geçerken çobanın çaldığı kaval sesini duymuş. Çobanın yanına gitmiş. Kavalı alıp o da öttürmüş. Yine aynı ses çıkıyormuş. O sırada kaval yere düşüp iki parçaya ayrılmış. İçinden padişahın kızı Dal çıkmış. Olanları babasına anlatmış. — Ben düştüm, onlar beni kurtarmadı, demiş. Padişah iki büyük kızının yanına gitmiş. Kavalın bir parçasını birine, diğerini de diğer kızının kafasına atmış. Kızların yüzü çok çirkin olmuş, kimse onları sevmemiş. Onlar da cezalarını böyle çekmişler.  
Konuşan Kaval
Ordu
Karadeniz Bölgesi
ENGÜL İLE ŞENGÜL Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, keçiler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, köyün birinde bir keçi varmış ve bunun iki tane yavrusu varmış. Birinin adı Engül diğerinin adı Şengül imiş. Keçi her gün bunları bırakıp otlanmaya gidermiş. Giderken bunlara kapıyı kimseye açmamalarını tembih edermiş. Keçi bir gün yine otlanmaya gidiyormuş. Bunu kurt görmüş. Keçi kapıdan yavrularına bir şeyler fısıldıyormuş. Kurt dinlemiş. Keçi diyormuş ki: — Engül’üm ile Şengül’üm, açın kapıyı, ben geldim, derim. Siz de kapıyı açarsınız, demiş. Bu söylenenleri kurt iyice dinlemiş. Sonra kurt keçi kılığına girmiş ve keçinin kulübesinin kapısına dayanmış: — Engül’üm ile Şengül’üm, açın kapıyı. Ben geldim, demiş ama bunlar inanmamış. — Bizim annemizin sesi inceydi, ayakları beyazdı, demişler. Kurt, ayaklarını beyaza boyamış ve sesini de inceltmiş. Tekrar gelip kapıya dayanmış: — Engül’üm ile Şengül’üm, ben geldim. Açın kapıyı, demiş. Sonra yavrular kurda inanmışlar, kapıyı açmışlar. Kurt içeri girip onları yemiş. Keçi gelmiş. Bakmış ki yavrularını kurt yemiş. Sonra kurdun yuvasını araştırmış. Kurt, kuzuları yiyince şişmiş, mağarasına gitmiş. Bunun üzerine bir derin uykuya dalmış. Keçi gelmiş, kurdun karnını boynuzu ile yarmış. Yavrularını kurdun karnında çıkarmış ve içine taş doldurmuş. Yavrularına dönmelerini söylemiş. Sonra yavruları ile yuvalarına dönmüşler. Kurt uyanmış, bir anda susadığını hissetmiş. Kuyunun başına gelmiş. Karnında çok büyük bir ağırlık varmış. Keçi arkadan dokununca kurt kuyuya düşmüş ve ölmüş.  
Engül ile Şengül
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, zamanın birinde bir Kel Kız varmış. Bunun annesi ölmüş. Annesi ölünce babası bir analık getirmiş. Bu analık, Kel Kız’ı hiç sevmezmiş. Kel Kız’ın bir ala ineği varmış. Bu ineğin burnunun bir deliğinden yağ, bir deliğinden bal akarmış. Bunu Kel Kız’dan başkası bilmezmiş. Kel Kız gelip bunları yermiş. Bir gün Kel Kız’ı analığı izlemiş. İneğin burun deliklerinden akan yağı ve balı görmüş. Yalandan hastalanmış. — Herif! Ben çok hastayım. Şu ala ineği kes de yiyelim, demiş. Adam da düşünmüş, taşınmış ala ineği kesmeye karar vermiş. Bunu duyan Kel Kız çok üzülmüş ve hemen ala ineğin yanına gelmiş. Kendisini keseceklerini söylemiş. Ala inek, Kel Kız’a üzülmemesini söylemiş. — Beni kessinler, demiş. Ama benim etim onlara acı olacak sana tatlı, demiş. Senden başkası benim etimi yiyemeyecek, demiş. Etimi yedikten sonra da kemiklerimi bir torbaya koy, sakla, kırk gün sonra çuvalın ağzını aç. Çok sevineceksin, demiş. Birkaç gün sonra ala ineği kesmişler. Ama kimse etini yiyememiş. Çünkü ineğin eti çok acıymış. Sadece Kel Kız yiyebilmiş. Kel Kız, etlerini yedikten sonra ala ineğin dediği gibi kemiklerini bir torbaya doldurmuş. Sonra ineğin etleri tükenmiş. Ama ala inek o kemik dolu torbaları kırk gün sonra açmasını tembih etmişti. Kel Kız da öyle yapmış. Kırk gün sonra torbayı açmış. Bir de ne görsün ki bütün kemikler altın olmuş. Bunun üzerine Kel Kız o altınları almış, çok zengin olmuş. Sonra kendisini seven bir genç bulmuş ve evlenmiş. Mutlu bir hayat sürmüş.
Kel Kız
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın Kulu Çokmuş. Ülkenin birinde bir padişah varmış. Bu padişahın bir oğlu varmış. Adı da Şah İsmail imiş. Şah İsmail evlenme yaşındaymış. Babası onu üç kızla evlendirmiş. Bu kızların adı Güllüşah, Gülizar ve Gülperi imiş. Bu kızların üçü de birbirinden güzelmiş. Yüzleri ay gibi, bakışları ceylan gibiymiş. Bu padişahın fesat bir karısı varmış. Bu kadın Şah İsmail’in üvey annesiymiş. Bir gün Şah İsmail’in üvey annesi padişaha: — Oğlun İsmail’in çok güzel karıları var. Üçü de ay gibi parlıyor. Onlar ona değil sana yakışır, demiş. Padişah: — Olur mu öyle şey, onlar benim oğlumun karıları, demiş. Karısı: — Olur tabii, demiş. Padişah’ı ikna etmiş. Padişah: — Peki nasıl olacak? demiş. Kadın: — İsmail’i öldür, sonra da karılarını sen al, demiş. Padişah da öyle yapmaya karar vermiş. Sonra padişah cellâtlara İsmail’i öldürmelerini emretmiş. Cellâtlar da İsmail’i bir dağa götürmüşler. İsmail’in sağ gözünü oyup sağ cebine, sol gözünü oyup sol cebine koymuşlar. Şah İsmail’i de dağın başında öylece bırakıp geri dönmüşler. Şah İsmail’in öldüğünü duyan karıları feryat figan ediyor, yas tutuyorlarmış. Padişah bu kadınlardan Güllüşah ile evlenmek istemiş. Güllüşah: — Ölürüm de varmam, demiş. Ama padişah çok baskı yapınca Güllüşah: — Er meydanına bir yiğit çıksın, beni yensin, o zaman evlenirim, demiş. Padişah da bunu kabul etmiş ve ertesi gün er meydanında kavgaya karar vermiş. Ertesi gün Güllüşah er meydanında bir yiğidi devirmiş ama padişah bunu kabul etmemiş. Ertesi gün bir daha kavga olmasına karar vermiş. Güllüşah ertesi gün de yiğidi daha devirmiş. Böyle üç beş gün sürmüş. Güllüşah hep galip gelmiş. Dağ başında çaresiz kalan Şah İsmail, bir gün etrafında uçuşan turnaları fark etmiş. Şah İsmail de çok iyi kuş dili bilirmiş. Turnalar bir ağacın başında toplanmış İsmail’in durumuna çok üzüldüklerini konuşuyorlarmış. Aralarında: — Biz kalkıp kanatlanınca bizden düşen kanatları alıp sağ gözüne sürüp sağ gözünü yerine koyunca, sol gözüne sürüp sol gözünü yerine koyunca şifa bulur, böylece düzelir, diyorlarmış. Şah İsmail onların dediklerini duymuş ve turnalar kanatlanarak uçtuklarında arayıp onların düşen kanatlarını bulmuş. Sonra onların dediğini yapmış ve gözleri eskisi gibi görmeye başlamış. Hemen evine gitmiş. Karıları onu görünce çok sevinmişler. Ona padişahın yaptıklarını anlatmışlar. Güllüşah’ın aklına bir fikir gelmiş ve Şah İsmail’e: — Git giyin kuşan, babanın seni tanıyamayacağı şekilde kılık değiştir. Yarın benimle er meydanında dövüşmek istediğini söyle. Beni yen ve babanı oyuna getirip öldürelim, demiş. Şah İsmail bunu kabul etmiş ve dediği gibi babasını kandırıp er meydanına çıkmış. Güllüşah hemen yenilmiş. Şah İsmail de padişaha: — Meydana in de Güllüşah’ı teslim al, demiş. Padişah da sevinçle meydana inmiş. Şah İsmail’in yanına gelmiş. O sırada İsmail Güllüşah’ı serbest bırakmış ve Güllüşah da bir hamle yapıp padişahı yere düşürmüş. Sonra Şah İsmail ülkenin başına geçerek ailesiyle mutlu mesut yaşamış.
ŞAH İSMAİL
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Çok söylemesi günah imiş. Diyarın birinde bir aile yaşarmış. Bu ailenin bir kızı varmış. Bu kız her gün kuyudan su getirmeye gidermiş. Kız kuyuya her gidişinde bir ses ona:  —Vay kız başına, Vay kız başına, dermiş. Kız bu durumu ailesine söylemiş. Kızın ailesi çok tedirgin olmuş. Kızın babası bu köyden gitmeye karar vermiş. Onlar da köyü hemen terk etmişler. Az gitmişler, uz gitmişler koca bir binaya rastlamışlar. Çok yoruldukları için buraya girip dinlenmeye karar vermişler. Sonra kızın babası kapıyı zorlamış, açamamış. En son kız kapıyı zorlamış, hemen açılmış. Kız içeri girince kapı kapanıvermiş. Kız içeride, ailesi dışarıda kalmış. O, binayı dolaşmaya başlamış. Kırk odalı bir yermiş. Dolaşmış dolaşmış, odaların birinde bir cenazeye rastlamış. Sonra kız cenazenin başında kırk gün kırk gece namaz kılıp dua etmiş. Kız, bir gün dışarıdan göçmenlerin geçtiğini görmüş. Bakmış ki arkada topal bir kız kalmış. Ona: —Gel yanımda kal, bana arkadaş ol, demiş. Kız da kabul etmiş, yanına gitmiş. Göçmen kızını cenazenin başına getirip: — Sen az burada dur, ben diğer odada namaz kılıp geleyim, demiş. Kız namaz kılmaya gidince cenaze birden dirilmiş ve oradaki göçmen kızın dualarıyla düzeldiğini sanmış. Göçmen kız da yalan söyleyip: —Seni ben iyileştirdim, demiş. Adam bu kızlara borçlu olduğunu düşünerek ne istediklerini sormuş. Göçmen kızı elbise, yiyecek takı falan istemiş. Diğer kız ise sabır taşı, polat iğnesi ve ustura bıçağı istemiş. Adam bunları almak için şehre, pazara inmiş. Önce göçmen kızın istediklerini, sonra da asıl kendini iyi eden kızın dediklerini almış. Dükkân sahibi aldıklarına bakarak: — Sen bu kıza dikkat et, bunlarla bir kız ne yapar, demiş. Adam da tamam diyerek eve dönmüş. Adam hediyeleri vermiş. Kız önce polat iğnesini almış: — Sen mi sabırlısın ben mi sabırlıyım, demiş ve iğne kırılmış. Sonra sabır taşını almış: — Sen mi sabırlısın ben mi sabırlıyım, demiş ve sabır taşı çatlamış. En son usturaya: — Sen mi sabırlısın ben mi sabırlıyım, demiş ve usturayı tam boynuna vuracakken adam yetişmiş: — Ne oluyor, ne yapıyorsun, demiş. Kız da her şeyi anlatmış: — Sen o göçmen kızın yalanına inandın, asıl ben sana kırk gün kırk gece baktım, dua ettim, demiş. Adam da böylece gerçeği anlamış. O yalancı göçmen kıza ceza vermeye karar vermiş. Göçmen kıza: —Seni kır ata mı bağlayayım, kör bıçağa mı yatırayım, demiş: — Ata bağla, nasıl olsa ben kurtulurum, demiş. Adam da göçmen kızını atın kuyruğuna sıkıca bağlamış. At bunu sürükleyerek alıp götürmüş. Böylece adamla kız ondan kurtulmuşlar evlenip mutlu olmuşlar.
VAY KIZ BAŞINA
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde kalbur zaman içinde, deve tellâl iken, pire berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir horoz varmış. Kurnaz mı kurnaz olan bu horoz, bir gün çöplükte eşinirken, ayağına bir diken batmış. Uzun zaman uğraşmış ama dikeni çıkaramamış. Sonra aklına, o yakınlarda oturan bir nine gelmiş. Gidip o yoksul ihtiyarın kapısını çalarak: — Nine ayağıma bir diken battı. Canım çok yanıyor. Ne olur şunu bir çıkarıver, diye yalvarmış. Onun hâline acıyan ihtiyar kadın da çıkarmış ve o sırada ekmek pişirmek üzere yaktığı ocağa atmış. Aradan birkaç gün geçince, horoz gelip ninenin kulübesinin kapısını çalmış ve dikenini istemiş. Nine de: — Ben onu ekmek pişirdiğim ocağa attım, yandı gitti, kül oldu, demiş. Bunu duyan horoz, büyük bir arsızlıkla: — Ben onu bunu bilmem. Ya dikenimi geri verirsin ya ekmeği, diyerek nineyi zorlamış. Onunla başa çıkamayacağını anlayan ihtiyar da ekmeği verip kurtulmuş. Ekmeği alan horoz, büyük bir keyif içinde yola koyulmuş. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ve önüne çıkan bir evin kapısını çalıp içeriye girmiş. Elindeki ekmeği ev sahibi kadına verip daha sonra gelip alacağını söyleyerek oradan uzaklaşmış. Bir zaman sonra da geri dönüp, ekmeğini istemiş. Kadın da ona: — Ekmeğini koyun yedi, deyince: — Ben anlamam ya ekmeğimi verirsin ya da koyununu alırım, demiş. Çaresiz kalan kadın koyunu vermek zorunda kalmış. Koyunu alan horoz yine yollara düşmüş. Gide gide bir derenin kenarında bulunan sevimli bir eve varmış. Kapıyı çalıp beklemiş ve çıkan ev sahibine koyununu verip: — Daha sonra gelir alırım, diyerek oradan uzaklaşmış.  Aradan günler aylar geçmiş. Bir gün geri dönen horoz, gelip koyununu istemiş. İstemiş istemesine ya, evdekiler: — Sen artık gelmezsin diye, koyununu kesip yedik, demişler. Bunun üzerine tepinmeye başlayan horoz: — Ya koyunumu geri verin ya da ineğinizi alırım, demiş. Ev sahipleri önce vermek istemeseler de horoz o kadar çok söylenmiş ki sonunda vermek zorunda kalmışlar. İneği alan horoz, gide gide bir köye varmış. O sırada köyde bir düğün yapılıyormuş. Hemen düğün evine gidip ineğini orada bırakmış ve akşama da dönüp ineğini geri istemiş. Düğün sahibi: — Yemeğimiz yetmedi de. Senin ineği kesip konuklara yemek yaptık, deyince öfkeden ter ter tepinen horoz: — Ya ineğimi verirsiniz ya da gelini alırım, demiş. Düğün sahipleri, her ne kadar yalvarıp yakarmışlarsa da horoza söz dinletememişler ve gelini ona vermek zorunda kalmışlar. Gelini alan horoz, keyifli türküler söyleyerek yoluna devam ederken çok güzel kaval çalan bir çobana rastlamış. Bir zaman hayran hayran onu dinledikten sonra da: — Aman çoban kardeş, ben bu gelini sana vereyim, sen de kavalını bana ver, demiş. Bu alışverişten çok memnun olan çoban da hemen kabul edip gelini alarak uzaklaşmış. Kavalı alan horoz sevincinden hemen oradaki bir ağaca çıkmış, bir yandan kaval çalıp bir yandan da şu şarkıyı söylemeye başlamış:   Bir dikene bir ekmek aldım, Düttürü düüt, düttürü düüt.   Bir ekmeğe bir koyun aldım, Düttürü düüt, düttürü düüt.   Bir koyuna bir inek aldım, Düttürü düüt, düttürü düüt.   Bir ineğe bir gelin aldım, Düttürü düüt, düttürü düüt.   Bir geline bir kaval aldım, Düttürü düüt, düttürü düüt.” Horoz ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri horoza, biri çobanla geline, biri de bu masalı dinleyenlerin başına. İşte böyle: Eğer arsızsa bir kişi Kurnazlığa vurup işi Başkalarına zarar verse bile Kılıfına uydurur her işi…
KURNAZ HOROZ
Ordu
Karadeniz Bölgesi
Bir varmış bir yokmuş, yoksul mu yoksul bir keloğlan varmış. Bu Keloğlan’ın ihtiyar anacığından başka kimi kimsesi yokmuş. Zavallı ihtiyar kadın, onun bunun işini yaparak evini geçindirmeye çalışırken, haylaz Keloğlan orada burada gezip, hayaller kurarmış. Bir gün yine böyle düşler içinde yürürken, bir kuş gelip başına konmuş ve ona: — Dile benden ne dilersen, demiş. Keloğlan da çok aç olduğunu söylemiş. Söylemesiyle birlikte, önüne binbir çeşit yiyecekten oluşan bir sofra kurulmuş. Büyük bir keyifle karnını doyuran Keloğlan’a, kuş bir yüzük uzatmış ve: — Ne zaman bir şeye ihtiyaç duyarsan, hemen bu yüzüğü yala. Karşına bir cin çıkacak ve her istediğini yerine getirecek, demiş. Yüzüğü alan oğlan, büyük bir sevinç içinde eve koşmuş. Annesi işten dönmeden cebindeki yüzüğü çıkarıp yalamış ve karşısında emirlerini bekleyen cine, hemen çok güzel bir sofra kurmasını söylemiş. Yorgun argın evine dönen kadın, bu sofrayı görünce gözlerine inanamamış ve bunun nasıl gerçekleştiğini çok merak etmeye başlamış. O günden sonra Keloğlan istediği her şeye kavuşmuş. Günler böyle geçip giderken bir gün annesinin karşısına dikilen Keloğlan: — Anne, anne hadi git, bana padişah kızını iste, demiş. Bu istek karşısında çok şaşıran ve telaşlanan kadın: — A kel oğlum, keleş oğlum, biz kim, padişah kim. Hiç o, kızını bize verir mi, dediyse de oğluna söz dinletememiş. Onun zorlamaları sonunda, kalkıp hazırlanmış, yanına da iki cariye alarak sarayın yolunu tutmuş. Tutmuş tutmasına ya, yüreği de korkudan bir kuş gibi titriyormuş. Sonunda padişahın huzuruna çıkıp, kızını istemiş. Kadını dinleyen padişah gülmüş ve: — Eğer oğlun, sarayımın karşısına, ondan daha görkemli bir saray yaptırırsa, ayrıca kırk katır yükü altın, kırk katır yükü gümüş, kırk katır yükü de yiyecek ve giyecek getirirse, kızımı ona veririm, demiş. Bunları duyan kadının dünyalar başına yıkılmış ve büyük bir üzüntü içinde eve dönüp, olanları oğluna anlatmış. Annesini dikkatle dinleyen Keloğlan: — Aman anne, şu üzüldüğün şeye bak. Bundan kolay ne var, demiş ve hemen yüzüğü yalayıp karşısına çıkan cine, padişahın isteklerini söylemiş. İstediği her şeyin, bir anda gerçekleştiğini gören padişah çok şaşırarak: — Bu işte bir iş var ya, hadi hayırlısı. Söz verdik dönmek olmaz, deyip, kızını Keloğlan’a vermiş. Kırk gün kırk gece düğün yapılmış. Tam gerdek gecesi, padişahın kızı yalvarıp yakararak Keloğlan’a sırrının ne olduğunu sormuş. Bizim sevinme delisi, şaşkın Keloğlan da kıza yüzüğü göstererek işin sırrını anlatmış. Kızın yüzüğü kapmasıyla yalaması bir olmuş ve hemen babasının sarayına gitmiş. Keloğlan eski yoksul yaşamına geri dönmüş. Görüldüğü gibi, Keloğlan erememiş muradına, ağzını sıkı tutanlar ersin muradına.
KELOĞLAN’IN SİHİRLİ YÜZÜĞÜ
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, keçiler berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ormanda bir çakal yaşarmış. Bu çakalın bir gün karnı çok acıkmış. Ne bulursa saldırmaya başlamış. O gün dağda gezerken bir ata rastlamış. Ata demiş ki: — Ben seni yiyeceğim. At: — Sen beni yersin ama benim ayağıma çivi batmıştı. Önce onu çıkaralım, beni öyle ye, demiş. Çakal, çiviyi çıkarmak isteyince tekmeyi yemiş. Çakal bir süre baygınlık geçirmiş. Ayıldıktan sonra atı orada görememiş. Yavaş yavaş ilerledikten sonra bir katıra rastlamış: Katıra: — Seni yerim ha, demiş. Katır ise: — Benim anam belirsiz, kimliğim ayağımın altındadır. Okuyabilirsen bana da söyle, demiş. Aptal çakal yine tekmeyi yemiş. Çakal bir süre baygınlık geçirdikten sonra ayılmış. Yine yoluna devam etmiş. Biraz ileride bir koyuna rastlamış ve: — Ha! Şimdi seni yerim, demiş. Koyun da: —Ye. Fakat son zamanımda birazcık şu yarda oynayalım, demiş. Biraz oynadıktan sonra evi yakın ola koyun, eve kaçmış. Çakal kısmetinden olunca bir taşın üstüne çıkmış. Kendi kendine bağırıp çağırmaya başlamış. O sırada bir avcı geliyormuş. Çakal taşın üstünde: — Buldun bir at, ye etini tat. Buldun bir katır, ye etini çatır çatır. Ayağının altındaki yazıyı okuyup da âlimler ordusuna mı katılacaksın? Buldun bir koyun, ye etini doyun. Neyine gerek senin yarda oyun. — Şimdi gelip seni bir avcı vursa, suyunu şeker şerbetinden dökse, hece taşıma bandırmadan dikse, toprağımı kuru üzümden dökse, kefenimi küncülü ekmekten yırtsa, talkınımı da tavuk kızartmasından verse, buna da ölüm mü denir, demiş ve düşüp ölmüş. Avcıya bile gerek kalmamış.
APTAL ÇAKAL
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; pireler berber iken, develer tellâl iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken ormanın birinde bir kuyruksuz tilki varmış. Ormandaki diğer tilkiler bununla alay ederlermiş. Güdük tilkinin kendisi ile alay edilmesine çok canı sıkılmış ve aklına bir oyun oynamak gelmiş. Böyle günlük güneşlik bir günde diğer tilkilere: — Benim dedemden kalma bir bağım var. İsterseniz sizin ile oraya gidelim, üzüm yiyelim, deyince tilkiler hemen bu daveti kabul etmişler. Bağa varınca güdük tilki, öbür tilkilere birer kök gösterip kuyruklarını bir bağ ile köklere bağlamış. Daha sonra: — Ben defterler ile kalemi getireyim de bağların tapusunu size senet yapayım, demiş. Tilkiler üzümleri yemeye başlamışlar. Güdük tilki yüksekçe bir tepeye çıkmış ve: — Bağın sahibi geliyor! Canını seven kaçsın, demiş. Bunu duyan tilkiler, kuyruklarını kopardıklarıyla ormana kaçmışlar. Ormanda: — Başkalarına güdük demek var mıydı yaaa, demiş. Böylece diüer tilkilerden intikamını almış.
GÜDÜK TİLKİ
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken günün birinde, bir kurbağa ile fare arkadaş olurlar. Bir bahar mevsiminde kurbağa fareye: — Gel biraz gezelim, der. Bunlar gide gide bir ırmağa rastlarlar. Kurbağa, farenin sudan geçemeyeceğini bildiği için ona: — Sen benim üzerime çık, kuyruğunu da ayağıma bağla. Böylece seni karşı tarafa rahatlıkla geçirebilirim, der. Fare, kurbağanın sırtına biner. Böylece suyun ortasına vardıklarında kurbağa bir şeytanlık düşünerek suyun dibine doğru ilerlemeye başlar. Fare, suyun içine girer girmez hemen boğulup ölür. Ama kuyruğu kurbağanın ayağına bağlı olduğu için yine onun sırtında kalır. Tekrar suyun yüzüne çıkan kurbağa, sırtında fare ölüsü ile dolaşırken yukarıdan bir kartal fareyi görür. Hemen yakaladığı gibi yüksek bir dağın tepesine indirir. Kurbağa da fareye bağlı olduğu için o da birlikte gelir. Kartal her ikisini de güzelce yer. Böylece kötülük yapan da kötülük bulmuş olur.
Fare ile Kurbağa
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Serçe Serçe deşinirken bir pul bulmuş. Pulu gevenin içine düşürmüş: –Ver geven pulumu. –Vermem, deyince: –Ateş arkadaşımı alayım geleyim de seni bir yaksın, demiş. –Ateş arkadaş, şu geveni bir yak. –Dağda kuru odun yakmak dururken niye geveni yakayım. –Seni çay arkadaşıma söyleyeyim de söndürsün, demiş. –Çay arkadaş, şu ateşi bir söndür. –Ben akar giderken senin ateşine niye bulaşayım. –Seni camız arkadaşıma söyleyeyim de bir sömürsün, demiş. –Camız arkadaş şu çayı bir içiver. –Senin çayına mı kaldım, ben bunarların gözünden içerim. –Seni canavar arkadaşıma söyleyeyim de bir yesin, demiş. –Canavar arkadaş, şu camızı bir yiyiver. –Senin kart camızına mı kaldım, ben dağda taze kuzu yerim. –Seni köpek arkadaşıma söyleyeyim de seni bir kovalasın. –Köpek arkadaş, şu canavarı bir kovalayıver. –Kovalayayım, sen şu tepeye çık, hay hay deyiver, demiş. Serçe tepeye çıkıp –Hay hay deyince, köpek canavara, canavar camıza, camız çaya, çay ateşe, ateş geveni yakmış kül etmiş. Serçe da tepeden gülerek seyretmiş. *hindik: Şimdi *çimdi: Yıkanmak *geven: Dağlarda yetişen bir çeşit diken
Serçe
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Yılan ve Adam Bir varmış bir yokmuş... Bir avcı varmış. Ava gitmiş. Bir deniz kıyısına varmış, –Yandım yandım! diye bir ses duymuş. Ararken kara bir kutu görmüş. Ses kutunun içinden geliyormuş. Kutuyu bir açmış ki, içinde bir yılan: –Ben seni sokacağım, demiş. Avcı da: –Ben seni dünyaya çıkardım. Beni niye sokacaksın? –Ben insan sokmasını özledim de ondan yandım diye bağırıyordum. –Üç kişiye danışalım, onlar sok derlerse o zaman sok, demiş. Koca öküze varmışlar: –Ben bu yılanı bir kutunun içinden çıkardım. Şimdi, bu beni sokacak. Soksun mu sokmasın mı? deyince öküz: –Benim ağam, beni güneşin altında çalıştırdı, harmanı kaldırttı. Benim önüme bir kalbur saman koyvermedi. Tarlaya geri sürüverdi. Bu insanoğluna iyilik yaramaz, sok, demiş. Oradan giderlerken, bir akar suya dertlerini anlatmışlar. Su da: –İnsanoğluna iyilik yaramaz. Ben insanoğlunun pisliklerini paklarım, bir de yüzüme tükürürler, sen sok, demiş. (Suya tükürmek çok günahmış.) Oradan gitmişler ilerden bir adam geliyormuş. Adama da dertlerini anlatmışlar. Adam yılanı görünce korkmuş. Avcıyı soksa kendisini de sokacak. Bir yolunu bulup yılanı kutunun içine sokmayı düşünmüş: –Ya, yılan o kutunun içine sığar mısın sığmaz mısın? bir deneyelim diyerek, yılanı kutunun içine tekrar sokmuşlar. Ağzını kapatıp, denize atmışlar. Yılan yine –Yandım yandım! diye bağırırmış. İnsanoğluna, insandan başka dost olmazmış.
Yılan Adam
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Şahmeran Bir varmış, bir yokmuş... Bir oduncu varmış. Her gün arkadaşlarıyla oduna gidermiş. Başka hiçbir işe yanaşmazmış. Bir gün odundan gelirken yağmur yağmış. Bir kayanın altına sığınmışlar. Orada ağzı kapaklı bir taş sekisi varmış. Ağzını açıp bir bakmışlar ki ağzına kadar bal doluymuş. İki arkadaşıyla beraber oradaki balı sata sata zengin olmuşlar. Kuyudaki bal bitince, arkadaşları kuyuya inip dibini sıyırmasını istemişler. Oğlan kuyuya inince, arkadaşları kuyunun kapağını kapatıp oradan gitmişler. Oğlan kuyunun içinde kalmış. Elindeki bıçakla kuyunun duvarını oymaya başlamış. Orayı oyarken aydınlık bir yer açılmış. Oradaki mahlûkların üst yanları insan, alt tarafları yılanmış. Orada, yılanlar padişahı Şahmeran yaşarmış. Şahmeran: -Eyvah, bu insanoğlu buraya tattıysa, bizim sonumuz gelmiştir. demiş. Ama oğlanın sırtını sıvazlamış, elinin izi kalmış orada. Çocuk orada az durmuş, uz durmuş, çok durmuş, Şahmerana: -Gayri beni çıkar buradan, ihtiyar anam var onu özledim. -Ben seni çıkartırım, çıkartmasına da, sen beni öldürtürsün. -Niye öldürteyim seni. Sen, beni bu kadar yılanın içinde öldürmedin de... Bunun üzerine Şahmeran, oğlanı dünya yüzüne çıkarmış. Orada da padişah hastalanmış, Şahmeranın etini yerse iyi olacakmış. Bir dellal ünletmişler: -Herkes gelip şu hamamda yünecek demişler. Oğlan, önce gitmemiş. Zaten oğlanın sırtındaki izi arıyorlarmış. Oğlanı da zorla hamama sokmuşlar, sırtındaki izi görmüşler: -Sen Şahmeranın yerini biliyorsun, onu bulup getireceksin demişler. Oğlan -Bulurum, bulamam derken, Şahmeranın yanına varmış: -Seni ele vermezsem beni öldürecekler. Sen bari öldür. deyince, Şahmeran: -Gidelim kuyruk tarafımı sen ye, baş tarafımı padişah yesin demiş. Bütün zehirini baş tarafına yığmış. Padişah, Şahmeran’ın baş tarafını yiyince hemen oracıkta ölmüş. Kuyruk tarafını yiyen oğlan, oraya hükümdar olmuş.
Şahmeran
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Balığın Minnettarlığı Vaktin birinde bir Bey ve bir oğlu varmış. Bu Bey, oğlunu büyütmüş, yetiştirmiş, okutmuş. Ata binmeyi, kılıç kuşanmayı öğretmiş ve bir gün demiş ki: — Oğul, seni evlendirmeyi düşünüyoruz ne dersin. Oğlan da: — Hayır baba, ben şimdi evlenmek istemiyorum. Ben evleneceğim zamanı söylerim, demiş ve öylece geçiştirmiş. Aradan ay geçmiş, gün geçmiş, babası hastalanmış, yatağa düşmüş. Doktorlar derdine derman bulamamışlar. Bey: — Bana Çin’den hekim getirtin, deyince Çin’den hekim getirtmişler. Çin’den gelen hekim, muayene yaptıktan sonra: — Beyim denizde yeşil bir balık türü var. Bu balığın kanıyla seni tedavi edeceğim ve kurtulacaksın, demiş. Bey hemen oğluna emir vermiş. Hekimle birlikte denize varıp yeşil balığı tutmuşlar. Beyin oğlu yeşil balığı eline alıp, denize geri salıvermiş ve hekime: — Eğer babam bu yeşil balığın kanıyla tedavi olup iyi olacaksa, hemen ölsün, demiş. Boş dönüp gelmişler. Hekim, Bey’e, balığı yakaladıklarını, fakat oğlunun onu denize geri bırakıp, babam bu balığın kanıyla iyi olacaksa hemen ölsün dediğini söylemiş. Bey, bunun üzerine oğlunu hemen oradan sürgün etmiş. Oğlan, oradan bir gemiye binip, Çin padişahının ülkesine sürgüne gidiyormuş. Gemide giderken, geminin direğinde bir insan görmüş: — Arkadaş gel yol arkadaşı olalım, ben de yalnızım, demiş. Direkteki adam aşağıya inmiş ve: — Arkadaş, ben senin yanına geldim ama sana bir şartım var. Ne kazanırsak ortak olacağız demiş. Beyoğlu, teklifi kabul etmiş. Deniz yolculuğu biterken, Beyoğlu’na: — Ben burada, sen dönünceye kadar duracağım. Yalnız, sakın ha, vardığın yerde benden izinsiz bir şey yapma demiş. Beyoğlu, Çin padişahının huzuruna çıkmış. Çin padişahı: — Hoş geldin evlat deyip derdini sorunca: — Sizi çok iyi tanıyan bey babam beni buraya sürgün etti. Sizlerin kabulünü dilerim, demiş. Çin padişahı, Beyoğlu’nu kabul etmiş ve kızıyla nişanlanmasını istemiş. Bunun üzerine oğlan: — Benim gemide bir arkadaşım var. Teklifinizi varıp ona söyleyeyim. Ondan sonra size cevap vereyim, demiş ve gemideki arkadaşının yanına gelip olanları ona anlatmış. Arkadaşı: —Tamam, yalnız gerdek gecesi başınızda olacağım. Şimdi haydi git ve kabul et, demiş. Oğlan gitmiş, padişahın teklifini kabul etmiş. Hemen düğün hazırlıkları başlamış. Davullar zurnalar çalınmış ve düğün bitmiş. Oğlan gerdeğe gireceği zaman arkadaşı gelmiş. Fakat, gelinle damat gerdeğe girmemişler, uyuyakalmışlar. Arkadaşı bunların başında bekliyormuş. Kızın ağzından çıkan bir yılan, oğlanın ağzına gireceği anda, arkadaşı kılıcını yılanın boynuna vurup kellesini alıp, çantasına koymuş. Yılanın geri kalan kısmı, tekrar gelinin midesine çekilmiş. Padişah, bundan önce de iki tane damat edinmiş ve ikisini de gelinin midesinden çıkan bu zehirli yılan öldürmüş. Sabah olunca, damadın ölmediğini gören ahali, padişaha müjde vermişler. Padişah herkesi ödüllendirmiş. Bu arada Beyoğlu’nun babası ölmüş ve eve geri dönmesi için elçi yollanmış. Bunun üzerine oğlan, padişahtan izin almış. Padişah, kızıyla damadını gemiye kadar uğurlamış ve onları yolcu etmiş. Arkadaşı yolda giderlerken: — Arkadaş ne kazanırsak ortak demiştik. Sana bir hanım kazandık. Şimdi bunu bölüşeceğiz, demiş. Beyoğlu: — Bölüşelim, demiş. Kızın bir elinden arkadaşı, bir elinden de Beyoğlu tutmuş, arkadaşı kılıcını çekip de kızın boynuna vuracak gibi olunca, gelin korkmuş ve midesine çekilen yılanının gövdesi de gelinin ağzından dışarı çıkıp yere düşmüş. Arkadaşı: —Tamam ikiniz de kurtuldunuz. Çin hekimiyle gelip denizden yeşil bir balık yakalayıp, babanın tedavisinde kullanacaktınız. Sen, eğer benim babam bu balığın kanıyla iyi olacaksa hemen ölsün deyip, balığı denize bırakmıştın. İşte o yeşil balık benim, deyip, aynen yeşil bir balık olup, denize kendisini bırakmış. Beyoğlu da eşiyle birlikte babasının sarayına gelip tahta oturmuş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Balığın Minnettarlığı
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Dipsiz Kuyu Zamanın birinde bir padişahın üç oğlu varmış. Bir bahçeleri varmış. Bu bahçedeki tek elma ağacında senede bir tek elma olurmuş. Buna da bir dev alışmış. Tam olgunlaştığı vakit gelip, alır gidermiş. Senenin birinde padişahın büyük oğlu: –Bu sene ben bahçede elmayı bekleyeceğim deyip, bahçeye gitmiş. Elmayı beklemeye başlamış. Bahçenin bir kenarına saklanmış. Beklerken, ortalığı bir boz duman bürüyüp geçmiş. Arkasından bir boz duman daha bürümüş, geçmiş. Üçüncü olarak bir kara duman gelip geçmiş. Bu arada, dev gelip elmayı alıp gitmiş. Oğlan, korkusundan donuna işeyip, oradan kaçmış. Ertesi sene olunca ortanca oğlan: –Ben bekleyeceğim deyip, bahçeye giderek bir köşeye saklanmış. Oğlan beklerken dev aynı şekilde bir kara dumanın içinde gelince o da donuna işeyip kaçmış. Daha sonraki sene küçük oğlan beklemeye gitmiş. Küçük oğlan ağalarından cesurmuş. Kur’an’ını, okunu, yayını alıp bahçede bir gül ağacının içine saklanmış. Başlamış Kur’an okumaya. Bu arada boz dumanlar gelip geçmiş. Dev, kara duman içinde gelip, tam elmaya uzanacağı zaman, oğlan okunu atarak, devi serçe parmağından yaralamış. Dev parmağının acısından, elmaya falan bakmadan kaçıp gitmiş. Oğlan da saklandığı yerden çıkıp, elmayı alıp babasına getirmiş. Ağalarına da: –Haydi, ben bu devi yaraladım. Şimdi bunu öldürmezsek bize musallat olur. Bulup öldürelim, demiş. Üç kardeş, atlarına binip, düşmüşler yola. Bahçeye gelerek, kan izlerini takip ede ede büyük bir çöl ovada bir kuyunun başına gelmişler. Devin kan izleri oradan aşağıya iniyormuş. Devin de nefesi, içeri çektiği zaman üşütürmüş. Dışarıya verdiği zaman yakarmış. Büyük oğlan: –Ben kuyuya ineceğim, ama yandım dedikçe de çekin, dondum dedikçe de çekin, demiş. Büyük oğlanı içeriye sallamışlar. Oğlanı biraz salladıktan sonra –Yandım, dondum! diye bağırınca yukarıya çekmişler. Aynı şekilde ortanca oğlan da kuyuya inmiş. O da, –Yandım, dondum! diye bağırınca, onu da yukarıya çekmişler. Küçük oğlan: –Beni yandım dersem de sallayın, dondum dersem de sallayın, deyip, kuyudan aşağıya sallanmış. Küçük oğlan, yandım dediyse de dondum dediyse de sallamışlar. Kuyunun dibine inmiş. Kuyunun dibine indikten sonra, bir kapı görmüş. Kapıyı açtığında bir kız orada halı dokurmuş. Bir kapı daha açmış, oradaki kız da kilim dokurmuş. Bir kapı daha açmış, o kız da zili dokurmuş. Zili dokuyan küçük kız: –Hoş geldin yiğit. –Hoş bulduk bacım. –Niye geldin buraya? –Devin peşinden. –O dev bizi dışarıdan getirdi buraya hapsetti. Şimdi parmağı yaralı geldi, çok öfkeli. Görürse seni de öldürür bizi de öldürür. –Ben de onu öldürmeye geldim. –Peki neyle öldüreceksin? –Kılıç ile. –Senin kılıç ona kâr etmez. Ben sana bir kılıç vereyim, onunla öldür. Yalnız bir kere vuracaksın. Dev, o zaman ‘er isen bir daha vur’ der. Sakın bir daha vurma. ‘Bende erlik birdir dersin’ dev o zaman ölür. Ama dikkat et, devin gözleri açıksa uyuyordur. Kapalıysa uyanıktır. Oğlan, devin yanına varmış. Devi uyuyorken yakalamış. Kılıcını devin kafasına geçirince, dev: –Er isen bir daha vur. –Bende erlik birdir, demiş. Devi orada ölü hâlde bırakıp, yükte hafif nesi varsa toplayıp, kızları da yanına alarak, kuyunun ağzına gelmiş: –Çek bakalım, büyük birader bu senin nasibin, deyip, büyük kızı ipe bağlamış. Ortancaya da ortanca kızı bağlayıp, yukarı çektirmiş. Küçük kız: –Ağaların senin ipini keserler. Seni burada bırakırlar. Önce sen çık, sonra beni çekersin. Şayet seni burada bırakacak olurlarsa, şu iki tüyü al. Bu iki tüyü birbirine çalınca, biri siyah, biri beyaz iki koç gelir. Eğer siyah koça binersen, yedinci kat yerin altına gidersin. Eğer beyaz koça binersen, kuyunun ağzına çıkarsın, demiş. Oğlan: –Hayır ağalarım böyle bir şey yapmaz, deyip kızı bağlamış. Kız yukarı çıkınca, ağaları bakmışlar ki, bu kız ikisinden de güzel, oğlanın ipini kesmişler. Oğlan kuyuda kalmış. Bunun üzerine oğlan tüyü tüye çalmış. İki koç tokuşarak gelmiş. Oğlan, beyaz koça binince kuyunun ağzına çıkmış. Kardeşleri bir şey diyememişler. Kızları atlarının terkisine alıp düşmüşler yola. Giderlerken, küçük oğlan yolda gördüklerine, –Buyurun çorbayı bizim sarayda içelim, dermiş. Derken, yolda bir dervişe rastlamışlar. Büyükler selam verip geçmişler. Küçük: –Selamunaleyküm derviş baba, buyur çorbayı bizim sarayda içelim. –Hey yavrum, benim atım da topal, kendim de topalım. Siz gidin ben ardınızdan yavaş yavaş gelirim, demiş. Dervişin adı Bostancı Köse’ymiş. Oğlanlar biraz gittikten sonra, Bostancı Köse atına binip, bir kamçı vurunca, at havaya çıkmış. Küçük oğlanın terkisinden kızı alıp gitmiş. Oğlanın da üç kız kardeşi varmış. Bu kızların birini, kuşlar padişahına, birini, yılanlar padişahına, birini de devler padişahına vermişler. Oğlan Bostancı Köse’nin arkasından, büyük kız kardeşinin yanına gelmiş. Bakmış ki dağın tepesinde bir saray. Kapısını bir türlü bulamamış. Kız kardeşi, yukarıdan kardeşini görünce bir ip sallayıp onu içeriye almış: –Sen buraya nasıl geldin? Şimdi enişten gelirse seni yer. Gel seni elma yapıp dolaba saklayayım, deyip, dolabın içine saklamış. Dev gelince: –İnsan eti koktu. –Kim gelecek buraya? –Eğer kardeşlerinden gelen olduysa, büyükse yerim, ortancaysa yerim, küçükse başımın üstünde yeri var. –Küçük kardeşim geldi deyip, kardeşini dolaptan çıkarmış. Dev, oğlana: –Söyle bakalım birader derdin ne? –Enişte derdim böyle böyle... –Oğlum sen bundan vazgeç. Ona, Bostancı Köse derler. Onun yerini kimse bilmez. Gel, ben sana dilediğin kızı getireyim. –Hayır ben onu bulacağım. –Haydi o zaman yolun açık olsun. Buradan üç ay ötede ortanca enişten var. Belki o bilir, deyip uğurlamış. Oğlan, üç ay sonra yılanlar padişahı olan eniştesinin yanına varmış. Onunla da aynı şekilde konuştuktan sonra, oradan da ayrılıp, üç ay ötede olan küçük eniştesi, kuşlar padişahının yanına gelmiş. Küçük eniştesinden de bir cevap alamayan oğlan, oradan da ayrılıp, az gitmiş, uz gitmiş. Giderken bir yüce dağın tepesine çıkmış. Oradan bakarken, ovanın düzünde bir kara çadır görmüş. Atını çadırın olduğu yere sürmüş. Çadırın içine girince kızı orada görmüş. Köse de ilerde bostan çapalarmış. Oğlan Köse görmeden kızı alıp kaçırmış. Onlar kaçarken Köse’nin atı kişneyerek haber vermiş. Köse: –Ne oldu atım? –Kız gidiyor. –Gitsin, şimdi getiririm, deyip, biraz daha bostan çapaladıktan sonra ata binip, arkalarından yetişmiş. Oğlana bir tokat vurup kızı alıp geri çadıra koymuş. İkinci seferde de at haber verince, oğlan, kızı kaçıramamış. –Bu at olduğu müddetçe Köse’nin elinden kurtulamayacağız demişler. Kız: –Bu atı kim geçerse onu ben bir öğreneyim, ondan sonra kaçalım demiş. Akşam olunca kız suratını asmış. Köse: –Ne oldu? Sen, dün neşeliydin. –Niye asmayayım. Senin bu atını kim geçer? Bir anlatmazsın. –Bunu falan yerde bir padişah var. Onun ahırında bir at vardı. Bu onun tayıydı. Üç günlükken aldım kaçtım. Anca bunu yense yense anası yener. O da şimdiye ölmüştür, demiş. Sabah olunca kız, Köse’nin anlattıklarını oğlana anlatmış. Oğlan düşmüş yola. Varmış, o padişahı bulmuş: –Padişahım, ben senin atlarını güdeceğim deyip, orada at çobanı olarak işe başlamış. Oğlan, orada çobanlık yaparken, Köse’nin dediği atı bulmuş. At bakımsızlıktan ölmek üzereymiş. Bu atın üzerine düşmüş. Bakımını yapmış, tımarlamış. Kırk gün içerisinde hem at çobanlığı yapmış, hem de o ata özel bir bakım yapıp, atı iyi bir hâle getirmiş. Kırk gün sonra padişahtan izin isteyip, o atı da hediye olarak alıp, oradan ayrılmış. Köse’nin çadırına gelip, kızı alıp kaçırmış. Köse’nin atı yine haber vermiş: –Kız gidiyor diye. Köse atına binip tekrar arkalarına düşmüş. Tam yakalayacağı sırada, oğlanın atı, tayına: –Ey yavrum, seni bu Bostancı köpeği üç günlük tayken elimden aldı kaçtı. Seni doya doya emziremedim. Evlatlığını yap gayri, demiş. Tay bu lâfları duyunca, havaya doğru yükselip, biraz çıktıktan sonra bir silkelenmiş, Köse’yi üstünden düşürmüş. Köse, yere düşünce ölmüş. Tay da anasının yanına gelip, kızı üstüne almış. Hep beraber memleketlerine doğru yola düşmüşler. Memleketlerinin kıyısına geldiklerinde bir çadır kurup orada yatmışlar. Bunlar çadırda yatarken bir ejderha gelip çadırın kapısına yatmış. Oğlan uyandığı zaman bir bakmış ki, kapıda bir ejderha yatıyor, çıkmaya imkân yok. Ejderha: –Bak sana bir sorum var. Eğer cevaplarsan, kız da senin atlarda, eğer cevaplayamazsan, seni öldürürüm. –Söyle bakalım. –Sinan güle neyledi? Gül Sinana neyledi? Oğlan: –Ben öğreneyim geleyim, demiş ve oradan ayrılmış. Oğlan giderken bir değirmenciye rastlamış. Değirmencinin saçları bembeyazmış. –Selamunaleyküm. –Aleykümselam. –Amca, sana bir sorum var. Bunu mümkünse bir izah et. Gül Sinana neyledi, Sinan güle neyledi? –Oğlum, ben bilemedim. Ama buradan bir ay ötede ortanca ağabeyim var. Git ona sor. Gitmiş ona sormuş. Onun da saçları ala kırlıymış. O da –İki ay ötede benim büyük biraderim var. O belki bilir demiş Oraya gitmiş. Onun saçları simsiyahmış. O adam: –Ben de bilmiyorum ama, çaresini sana söyleyeyim. Şu yüzüğü al. Falan şehre var. Orada Sinan Ağa diye birisi var. Ona sor. O anlatır. Yalnız sana bunu anlattıktan sonra seni öldürür. Seni bir odaya götürür. Götürürken o kapıları kilitlerken, sen de pencereleri aç. En sonunda hikayeyi anlatıp da, ‘Hadi şimdi seni keseceğim’ dediği zaman, ‘İki rekat namaz kılayım ondan sonra kes’ dersin. Sağa selam verip de, sola selam vereceğin zaman yüzüğü ağzına atıver. O zaman bir kuş olur pencereden kaçar gidersin demiş. Oğlan, oradan ayrılmış. Sinan Ağa’yı bulmuş. Sinan Ağa: –Oğlum benim adım Sinan, karımın adı da Gül’dü. Benim sandığımda yeşil bir kamçı vardı. Kamçıyı bana bir vurdu eşek oldum. Bir daha vurdu köpek oldum. Yoldan geçen birini ısırınca, kendi oğlum beni dövdü. Yoldan geçen adam da ‘Niye dövüyorsun o senin baban’ deyince oğlum sandıktan kamçıyı aldı geldi. Bana bir vurdu eşek oldum. Bir daha vurdu tekrar insan oldum. O zaman karım da bizi koyuverdi gitti. Sinan Ağa, hikayeyi anlatıp da: –Şimdi ben seni keseceğim, deyince, oğlanın aklına adamın anlattıkları gelmiş: –İki rekat namaz kılayım da öyle kes. Oğlan, namaza durup adamın dediği gibi, sağa selam verip, sola selam verdiği anda yüzüğü ağzına atıyor ve kuş olup oradan uçup gitmiş. Çadıra gelmiş. Ejderhaya cevabı vermiş. Ejderha o zaman tılsımından çıkmış ki, dünyalar güzeli bir kız: –O Sinan Ağa, benim babamdı. O oğlan da benim kardeşimdi, demiş. Atlara binmişler. Babasının sarayına varmışlar. O iki kıza kırk gün kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına. Gökten üç elma düşmüş, birisi onların başına, birisi anlatana, birisi de dinleyenlere...
Dipsiz Kuyu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Zümrüdü Anka Bir adamın üç oğlu varmış, adam çocuklarına: –Oğlum ben fakir bir adamım, artık sizi besleyemeyeceğim. Gidin kendi kısmetinizi kendiniz bulun, demiş. Çocuklar, üçü birlikte yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, iki ay bir güz gitmişler. Çölde bir kuyunun başına gelmişler. Kuyunun içindeki, –Su mu, altın mı elmas mı? derken, büyük ağaları: –Beni kuyudan içeri sallayın. Amma korkarım, yarı yolda, yandım dondum dersem, yukarı çekin demiş. Aşağıya sallamışlar. Büyük oğlan, yarı yolda –Yandım dondum! diye bağırınca yukarı çekmişler. Ortanca oğlan: –Beni sallan, demiş. Sallamışlar: –Ben de korktum, çekin yukarı, demiş. Küçük oğlan: –Ben yandım dedikçe de sallan, dondum dedikçe de sallan. Kuyunun içinde ne varsa görecem, demiş. Sallamışlar küçük oğlanı. Yandım dedikçe dondum dedikçe kuyunun dibine inmiş. Bir de bakmış ki, kuyunun dibinde üç dünya güzeli kız. Oğlan: –Siz kim oluyorsunuz? –Biz kim olalım, seni yaratanın kuluyuz. –Benim iki kardeşim de dünya yüzünde var. Onlarla nişanlanabilir misiniz? –Dünya yüzüne çıkarabilirsen nişanlanırız, demişler. Büyük kızı, urgana bağlamış: –Sen büyük ağama nişanlanırsın. Çek ağa, demiş. Çekmişler. Ortanca kızı, ortanca ağası için çekmişler. En küçük kız çok güzelmiş. Onu kendine alıkoymuş. En küçük kız: –İnsanoğlu çiğ süt emmiş, beni sana lâyık görmezler. Önce sen çık, ben arkadan geleyim. Yoksa ben çıktıktan sonra kardeşlerin senin ipini keserler, demiş. Oğlan: –Hayır, benim kardeşlerim öyle bir şey yapmaz, deyip, kızı bağlamış, kız: –Ben yukarı çıktıktan sonra senin ipini kesecek olurlarsa, bir ak koyunla bir kara koyun birbirleriyle tokuşarak gelir, ak koyuna hamle edip de kara koyuna binme sakın, kara koyuna hamle et ak koyuna bin, dünya yüzüne çıkarsın, eğer kara koyuna binersen yerin yedi kat dibine inersin. Eğer hemen yeryüzüne çıkamazsan ve beni de başkasına verecek olurlarsa, ben senin yeryüzüne çıktığını nasıl anlayacağım? demiş. Oğlan: –Seni başkasına gelin ederlerse gelin esbabını sındı kesmedik, terzi dikmedik istersin. Onu kimse yapamaz, yalnız ben yaparım, demiş. Kızı urgana sarmış: –Çekin, bu da benim kısmetim, demiş. Ağaları kızı görünce çok beğenmişler. Oğlanın ipini kesmişler. Oğlan, kuyuda kalmış. Aynı, kızın dediği gibi ak koyun ile kara koyun gelmiş. Kara koyuna hamle edip de ak koyuna binecekken kara koyuna binmiş. Yedinci kat yerin altına inmiş gitmiş. Gezmiş gezmiş, dünya yüzüne çıkmanın imkânı yok. Acıkmış, susamış. Uzakta bir köy görüyormuş. Çığrış, bağrış, davul zurna sesi birbirine karışmış. Ne olduğunu bilmiyormuş. Oraya kadar yürümüş, yaklaşmış. Köyün kıyısındaki bir koca karının evine misafir olmuş. Kadın, ekmek koyuvermiş, ekmeği yemiş: –Çok susadım nene bir de su versene, demiş. Kadının suyu yokmuş. Sularının başında bir dev varmış. Kadın evden az uzaklaşmış, bir tasın içine işemiş. Oğlana vermiş. Oğlan sidiği içince: –Nine her şeyiniz iyi de suyunuz niye tuzlu. –Ay benim oğlum niye tuzlu olacak? Suyumuzun başında bir dev var. Günde bir kız giydirir kuşatırız. Dev, kızı yerken biz su doldururuz. Sana ayıp olmasın diye, ben sana sidiğimi verdim –Orayı bana bir gösteriver nine, demiş. Kadın öne düşmüş, oğlan arkada suyun başına varmışlar. O gün de o köyde, padişahın bir tanecik kızını deve kurban vereceklermiş. Giydirmiş kuşatmışlar. Davulla zurnayla, millet ellerinde testisi bardağıyla beklerlermiş. Oğlanın elinde de bıçak varmış. Kızı, devin önüne getirmeden önce, oğlan bıçağıyla deve saldırmış. Bıçağı bir sallamış, devin kafası yuvarlanmış gitmiş. Bu arada millet su kapışırmış. Deve kurban edilecek kız, sağ elini devin kanına basmış, oğlanın yağrısına bir damga vurmuş. O zaman millet bağrışırmış. Padişahın kızını almak için: –O dermiş ben öldürdüm, o ben öldürdüm. Kızını bana vereceksin diye. Kız ise: –Öldüren oğlan bizim köylü değil. Ben onu gördüm, bilirim, demiş. Padişah, kapının önüne bir ağaç diktirmiş. Milletin bütün gencini o ağacın önünden birer bire geçirmiş. Kızına: –Şu mu, şu mu? diye sorarmış. Kız da: –Hayır hiçbiri değil, dermiş. Oğlan, oradan geçince kız oğlanı göstermiş: –İşte bu oğlan, demiş. Padişah: –Oğlum dile benden ne dilersen. Kızımı mı vereyim, mal mı vereyim? demiş. Oğlan: –Hayır padişahım. Bana hiçbir şey verme dünya yüzüne çıkmak için kırk davar isterim. Kırk besili davarı kesip, tuluğunun yirmisine et basıver. Yirmisine de su dolduruver. Ben senin kızını da malını da istemem, demiş. Oğlan, oradan ayrılmış. Bir ulu ağacın altına yatmış, uykuya dalmış. O ağacın altında uyurken ağaçta kuşlar çığrışırmış. Büyük bir kuşun yavrularını her sene bir ejderha gelir, yer gidermiş. O sene de kuşun olmadığı bir vakit ejderha gelmiş yavruları yiyecekken, kuşların çığrışına uyanan oğlan, ejderhayı görmüş ve bıçağını çekip öldürmüş. Tekrar yatmış uyumuş. Yavrularının çığrışına gelen kuş, tam oğlanın gözlerini oyacağı sırada, yavrular dile gelip: –Ana bizi ejderhadan bu oğlan kurtardı, deyip ejderhanın ölüsünü göstermişler. Kuş o zaman kanatlarını germiş. Oğlan, kırk gün kırk gece uyumuş. Oğlan, uyandığında bir bakmış ki, başının üstünde kara bulut gibi bir kuşun kanatları önce korkmuş, kuş: –Korkma, sen benim yavrularımı kurtarmışsın. Ben de sana kanatlarımı gerdim. Ne güneş gösterdim, ne de yağmur. Ne derdin varsa bana söyle yapayım –Beni dünya yüzüne çıkarıver. –Seni dünya yüzüne çıkarırım emme karnım aç nasıl edeceğiz? –Ben senin karnını doyururum, deyip, padişahtan aldığı yirmi tuluk et ile yirmi tuluk suyu kuşun kanatlarına sarmış. Kendisi de ortaya binmiş. Kuş, kuyunun ağzına doğru havalanmış. Oğlan, kuşa gak dedikçe et, guk dedikçe su veriyormuş. Tam dünya yüzüne çıkacakları vakit, et bitmiş. Oğlan, bacağından kopardığı bir parça eti kuşun ağzına vermiş. Kuş, son verilen etin insan eti olduğunu fark ederek yememiş. Dilinin altına saklamış. Dünya yüzüne çıkınca oğlana: –Haydi bir yürü, demiş. Oğlan, kuşun üstünden inmiş. Yürümeye çalışmış, yürüyememiş. O zaman kuş, damağının altından oğlanın kestiği parçayı çıkarıp yerine yapıştırmış. Oğlan da yürümeye başlamış. Kuş, sonra kanadından iki tüy kopartıp oğlana vermiş: –Bu tüyleri birbirine çaldığın zaman her derdine çare bulunur, demiş ve kuyunun içine inmiş, gitmiş. Yeryüzünde kardeşleri, onun olan küçük kızı büyük bir paraya bir padişaha satmışlar. Kendileri nişanlılarıyla düğün yapmışlar. Küçük kızın, padişahla düğün hazırlığı başlamış. Kız, padişahtan gelin esbabını sındı kesmedik, terzi dikmedik istemiş. Padişah, bütün alimleri ulemaları başına çağırmış. Kızın isteğini yerine getirmelerini istemiş. Fakat kimse bu isteği yerine getirememiş. –Böyle bir gelinliği kim dikebilir? diye tellal ünletmişler. Oğlan, oraya gelmiş. Tüyü tüye çalmış. Hiç el değmeden gelin esbabını kıza giydirmişler. Kız, o zaman oğlanın kuyudan çıktığını anlamış. Oğlanla buluşup bütün olanları bitenleri padişaha anlatmışlar. Padişah, büyük oğlanları yanına çağırıp cellat ettirmiş. Küçük kızla oğlana kırk gün kırk gece düğün etmişler. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Zümrüdü Anka
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Keçi Kız Evvel zaman içinde bir sığır çobanı varmış. Bir de karısı varmış. Bunlar bir gün, sığır güderken bir keçi bulmuşlar. O da tılsımlı bir kızmış. Eve almışlar gelmişler. Bir direğe bağlayıp önüne de ot atıvermişler. Önündeki otu yer yer beğirirmiş. Sığır çobanıyla karısı gidiverdiklerinde keçi postundan çıkar, evi yeri temizler, aşlarını pişirir kayboluverirmiş. Bir gün çobanın elbiselerini yüyecek olmuş. Evde ne kadar kirli esbabları varsa toplamış. Keçi postuna girip, dereye yıkamaya gitmiş. Orada üstünden postu çıkartıp elbiseleri yümeye başlamış. Dere kenarına da bir Beyoğlu atını sulamaya gelmiş. At kızın şavkından katiyyen su içememiş. Beyoğlu bir baksa, bir dünya güzeli çamaşır yıkarmış. Kız, çamaşırı yıkamış, arıtmış eve gelmiş. Keçi postuna girmiş ot yerimiş. Beyoğlu da kızı eve girene kadar takip etmiş. Beyoğlu çobana dünür göndermiş: -Kızınızı bizim oğlana verin. derlermiş. Çoban da: -Yahu bizim kızımız falan yok. Bir keçi bulduk, şoraya bağladık. Daha kepir kepir ot yeyip durur. Onu ne deyip de verelim size. dermiş. Beyoğlu: -İlle de o keçiyi bana alın demiş. Çoban, keçiyi Beyoğluna vermiş. Beyoğlu keçiye düğün etmiş. Boynuzuna bir ip bağlamışlar davul zurna eşliğinde beğirde beğirde götürmüşler. Beyoğlu eve gelmiş attan inmiş. Anası: -Ben evlat besledim. Keçiyle mi evlenecektin? diye üzülürmüş. Bir gün oğlanın anasını düğüne okumuşlar. -Gelinini de giydir düğüne gel. demişler. Kadın da üzülürmüş, -Eller gelinini, kızını giydirir düğüne gider. Ben kiminle gideyim? dermiş. Kendisi giyinmiş düğüne gitmiş. Kız da arkasından keçi postundan çıkıp, beyin atına binmiş. Heybenin bir gözüne üzüm, çerez koymuş. Bir gözüne de keçi topalağı doldurmuş. Düğün evine varmış. Millete üzümü çerezi serpip: -Beyin gelini geliyor! diye bağırırmış. Kayınnasına da keçi topalağı atarmış. Millet üzümü çerezi yermiş. Kayınnası da: -Millet üzüm çerez yerken bu keçi topalağı da neymiş deyip, şüphelenmiş ve hemen eve dönmüş. Eve varınca bir bakmış ki keçi postu orada duruyormuş. Hemen postu almış ateşe atmış, yakmış. Kız arkadan hemen gelmiş ama postu yanmış. Gelin, dövünmüş, çırpınmış niye yaktın postumu diye ama nafile... Kaynanası da: -Sen benim gelinimdin de bugüne kadar niye bildirmedin? Beni üzdün, keçi sıfatında durdun? deyip sitem etmiş. Sarılmışlar, dolaşmışlar. Dün oraya gittim de hâlâ geçinip giderler.
Keçi Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Kuş Tılsımlı Oğlan Bir varmış, bir yokmuş... Bir kızla bir gelin ıstar dokurlarmış. Serçe tılsımında bir oğlan, kıza aşık olmuş. Istarın üstüne gelir gelir konarmış. Kız demiş ki: -Benim canım sıkıldı. Çeşmeye su dolmaya gideceğim. Çeşmenin başına vardığıyla kuşlar suyun içine girer girer çıkarlarmış. Kuşlardan biri: -Ay sevdiğim yüzüğün burada da kendin neredesin ya? demiş. Biri de: -Aynan burada da kendin neredesin? demiş. Kuşun biri de: -Ay sevdiğim bileziğin burada da kendin neredesin? demiş. Onu da kız ıstar dokurken, bileziğini ıstarın başına koymuş. Onu da bir kuş almış kaçmış. Bunarın başında bunu söyleyen de o kuşmuş. Kız, testisini doldurmuş, bir köşeye koymuş: -Kendim de buradayım. Sen kim oluyorsun da benim bileziğim sende ne arıyor? demiş. O zaman kuş tılsımını çırpıvermiş bir babayiğit oğlan olmuş. Oğlan: -Benimle gelir misin? -Gelirim. Hemen testilerini oradan almış eve koyuvermiş, -Ben gidiyorum. -Nereye gideceksin? -Istarın başında bileziğim kaybolduydu, o bileziği alan adamla gideceğim. -Demek sen aşık mıydın? Sarardın soldun bunara gittin. demişler Kız oradan oğlanın yanına varmış. Az gitmişler uz gitmişler. Kız: -Ben çok yoruldum. deyip bir çalının dibine oturmuş. Orada otururken yağmur başlamış. Yağmur yağınca oğlan kuş tılsımına girip bir kayanın dibine sokuluvermiş. Kız: -Sen bir kuş oldun kayanın dibine sokuldun da ben ne edeceğim ya alanda? -Seni evimize anamın yanına bırakırım. -Evinize bırakırsın da, sen bir kuşsun. Ben varınca anan ne der? -Bir şey demez. Ben seni arar sorarım. Bunlar bağ bahçe gezerken, kız hamile olmuş. Dolana dolana eve gelmişler. Oğlan, kızı kapının önüne koyup, kuş tılsımına girmiş, uçmuş gitmiş. Oğlanın kız kardeşi kapının önüne çıkmış anasına: -Ay ana kapının önünde bir kız var. Yatacak yeriniz var mı diyor. -Kaz damına bir döşek ediver de orada yatsın. Eve nereye koyacağız? Kıza, kaz damına bir döşek edivermişler. Orada yatarken, bir kızı olmuş. Adını Şehribari koymuş. -Ay ana o kadının bir de kızı olmuş. Acep kim ola? -Daha gitmedi mi o? Bir de çocuğu olmuş kov gitsin. Kız orada bir gün dururken iki gün dururken bacadan bir ses gelmeye başlamış: -Şehribari, kuyruk sultanı bari Anam al hareleri giydi mi? Yavrumun yavrusu deyip sinesine sardı mı? Oğlanın kardeşi: -Kız ana, bu bacadan bir ses geliyor. Ağamın sesi bu herhâlde. O çocuk, bizim çocuğumuz. O kız da bizim gelinimiz. Biz bunları eve çıkaralım. demiş. Anası da: -Git, ne evine çıkaracakmışım. Ben onu eve falan çıkarmam. Ağanın kemikleri bile kalmadı. Yıllar oldu kaybolalı. demiş. Aradan bir iki gün geçtikten sonra bacadan aynı ses gelmiş: -Şehribari, kuyruk sultanı bari Anam al hareleri giydi mi? Yavrumun yavrusu deyip sinesine sardı mı? Oğlanın kardeşi : -Hayır sarmadı. demiş. O zaman kuş bacadan inmiş gelmiş: -Nereye koydunuz? Benim kapıya koyduğum kızı. demiş. Kaz damından kızla çocuğunu almışlar gelmişler. O zaman kadın: -Sen benim oğlumdun da niye bildirmedin? Sen benim gelinimdin de niye bildirmedin? diye sarılmışlar, kucaklaşmışlar. Kırk gün kırk gece düğün etmişler, davul çaldırtmışlar. Geçinip giderlermiş.
Kuş Tılsımlı Oğlan
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Kuru Kafa Bir varmış, bir yokmuş... Bir koca karı oduna gider gelirmiş. Gelirken bir kuru kafa, her gün arkasından takır takır gelirmiş. Kadın: -Nere gidiyon a yavrum? -Ben de size gideceğim. -A yavrum benim yetimlerim pek çok seni besleyemem. -Ben senin ekmeğini falan yemem. Azıcık sizin evde durayım. demiş. Koca karıyla beraber eve gelmişler. Azıcık durmuş: -Ay koca ana, padişahın kızına benim için dünür gider misin? -Ne diyeyim de gideyim a yavrum? -Bizim evde bir kuru kafa var, ona kızını vereceksin de. demiş. kuru kafanın içinde bir oğlan varmış o kadar güzelmiş ki. Kocakarı padişahın yanına varmış: -Padişahım, bizim evde bir kuru kafa var, dağdan ardımdan geldi, kızını ona verecekmişsin. -Nasıl kuru kafa o ya? -İşte öyle bir kuru kafa. -Gitsin şu harman yerine bir ev yapsın. Ben onun ne olduğunu bileyim. demiş. Kocakarı eve dönmüş padişahın söylediklerini kuru kafaya söylemiş. kuru kafanın parmağında bir yüzük varmış, yüzüğü bir yalayıvermiş. Büyük bir saray, harman yerine yapılmış çıkmış. Padişah geze geze bitirememiş. Kızını Kurukafaya vermiş. Kırk gün kırk gece düğün etmiş. Gerdek gecesine girmişler. Oğlan kuru kafanın içinden çıkıvermiş. Dünya güzeli. Kıza: -Ama beni kimseye söyleme. diye tembih etmiş. Sabah olmuş atlarla cirit oynamaya gitmişler. Geline bakmaya gelenler: -Kuru kafanın karısı, kuru kafanın karısı... deyince, kız dayanamamış: -Şu atın üstündeki yeşil urbalı benim kocam. deyince, cirit oynarken beygirin dizleri çakılmış kalmış. Oğlan beygiri oraya koyuvermiş. Kızın yanına gelmiş: -Niye deyiverdin, ben sana kimseye söyleme dediydim. -Deyivermedim. dediyse de oğlan söylediğini bilmiş. Oğlan: -Demir çarık delinesiye, demir asa eğilesiye, ara beni, bulamazsın. deyip kaybolmuş gitmiş. Oğlanın anası da devmiş. Kız, babasına: -Baba benim kocam gitti. deyip bir demir çarık almış, bir demir asa alıp düşmüş yola. Gidenlere gelenlere sorarmış. Bir çeşmenin başında bir koca köpek yatarmış. Ona: -Koca köpek, buradan bir yolcu geçti mi? nereye gitti? diye sormuş, Köpek de: -Bahtiyar’a gitti. demiş. Gide gide oğlanı bulmuş. Oğlan: -Benim anam dev. Şimdi gelirse seni yer. -Yesin. Ben seni buldum ya. demiş. Oğlan, kızı saklamış. Dev anası gelince: -İnsan eti koktu. diye bağırırmış. Oğlan kızı çıkartmış: -Ana şu yenir mi? Şunun güzelliğine bak. -Tamam yemeyeyim. Ama kırk küpü yarın gözyaşıyla doldurursa yemeyeceğim. demiş. Sabah olunca oğlan, küplere su doldurmuş, içine de tuz atmış. Dev anası bir bakmış: -Kuru kafa bu senin aklın. demiş. O zaman dev: -Şu kapının önünü hem süpür, hem süpürme. demiş kıza. Kız, oğlana: -Nasıl, hem süpürüp hem süpürmeyeceğim? -Süpür de süpürgeyi tozun üstüne koyuver. demiş. Kız, oğlanın dediği gibi yapmış. Dev, bu işin de tamamlandığını görünce: -Kuru kafa bu senin aklın. demiş. Kıza bu sefer: -Şu minderleri kuş tüyüyle hem doldur, hem doldurma. demiş. Kız, oğlana söylemiş. Oğlan orada bir dua etmiş. Bütün kuşlar gelmiş çırpınıvermişler. Minderleri doldurmuşlar. Yarasa biraz çok çırpınmış, bütün tüylerini dökmüş. Yarasa ondan tüysüz kalmış. Dev, sabah olunca minderlerin de dolduğunu görmüş: -Kuru kafa bu senin aklın. Teyzenin kızını alacaksan al, almayacaksan seni de yerim kızı da yerim. demiş. Kuru kafa: -Alayım ana. demiş. Dev anası, kızı teyzesinin evine peynir yemeye yollamış. Peynir zehirliymiş. Kız peyniri yese ölecekmiş. Oğlan bunu fark edince kıza: -Teyzem peyniri verince orda yeme. Ben kuru kafayla yiyeceğim deyip çıkıla al gel. Giderken bir bunar var. O bunarın gözünü temizle. Suyunu iç. Sonra, kapının önündeki köpeğin önündeki otu koyuna, koyunun önündeki eti de köpeğe koy. Kapı var, kapının önüne de bir taş koyuver. Merdivenlerden çıkarken merdivenleri süpürüver. demiş. Kız gitmiş peyniri almaya. Dev teyzesi: -Gelin, gel bir ekmek ye. -Ay teyze kuru kafayla yiyelim. deyip çıkılamış. Kız oradan ayrılmış. Merdivenlerden inerken, dev, merdivene: -Onu tut. deyince, merdiven: -Siz benim üstüme bastınız bastınız geçtiniz de bir tozumu almadınız. O benim tozumu aldı. Niye tutacakmışım? demiş. Kız merdivenlerden inmiş. Dev, kapıya: -Tut onu. demiş. Kapı da, -Niye tutacakmışım? O benim önüme taş koydu, çarpılmaktan kurtardı. demiş. Kız kapıdan da geçmiş. Dev, köpekle koyuna: -Tutun onu. demiş. Köpek: -O bana et attı, Koyun: -O bana ot attı. Niye tutalım? demişler. Kız köpekle koyunun önünden de geçmiş. Dev, çeşmeye: -Tut onu. demiş. Çeşme: -Niye tutacakmışım? Siz benim bir gün suyumu içmediniz. her gün gelip geçip içime tükürdünüz. demiş. Kız bunarın önünden de geçmiş. Kuru kafanın yanına gelmiş. Peyniri yememişler, atmışlar. Teyzesinin kızıyla birlikte düğün etmişler. Üçü birlikte gerdeğe girmişler. Hava birden çok soğumuş. Teyzesinin kızının on parmağına on mum yakmış. Gazyağını dökmüş ateşleyivermiş. Teyzesinin kızı teliyle puluyla yanmış gitmiş. Kuru kafa da kızla el ele tutuşmuş. O tipide bacadan çıkıp gitmişler. Oğlanın anasıyla teyzesi de kapıda beklerlermiş. Sabah olunca içeri girmişler ki dev kızı kül olmuş. Kuru kafa da yok kız da yok. Devin kardeşi arkalarından düşmüş yola. Giderken yolda bir kavun tarlasıyla bostan bekçisine rastlamış. Eve dönmüş ablasına: -Bulamadım. Yolda bir kavun tarlasıyla, bostan bekçisi vardı. deyince ablası: -Nasıl kaçırdın. Kavun tarlası kız, bostan bekçisi de kuru kafaydı. Git o bahçeyi talan et. demiş. Dev geri dönmüş. Bakmış ki, ortada ne bostan var, ne de bekçi. Biraz daha gitmiş. Bir ardıç ağacının altında bir yılan var. Geri dönmüş. Ablasına söyleyince, ablası: -Nasıl kaçırdın elinden. Yılan kız, ardıç ağacı da kuru kafa. Git oraya bir ateş koyuver. demiş. Dev geri dönmüş ortada ne ardıç var ne de yılan. Biraz daha gitmiş. Bir dere kenarında kumlar varmış. Geri dönmüş ablasına söylemiş, ablası da: -Git hemen. O dere, oğlan, kıyısındaki kumlar da kız. Onları yakala. demiş. Dev geri dönmüş bakmış ki, ne dere var, ne kum. Dev karısı kuru kafayla kızı yine yakalayamadan geri dönmüş. kuru kafayla kız da anasıyla teyzesine yakalanmadan evlerine dönmüşler. Onlar ermiş muradına, biz gidelim Bolavadin’e.
Kurukafa
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Kurt Adam Bir varmış, bir yokmuş... Bir adamın hiç çocuğu olmuyormuş. Bir dua etmiş: -Yarabbi bir çocuk ver. Kız olursa ilk isteyene vereceğim. demiş. Adamın çok geçmeden bir kız çocuğu dünyaya gelmiş ve delikanlı bir kız olmuş. Evde oturup babasının eline su dökerken bir kurt gelmiş: -Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle ben senin kızına dünürüm. demiş. Adam kurdu oradan kovmaya kalkınca kızı: -Baba senin Allah’a bir sözün vardı. deyip hatırlatınca, adam: -Peki bakalım. demiş ve kızını kurtla evlendirmiş. Kurt, kızı almış götürmüş. Aradan bir vakit geçmiş. Adam kızını özlemiş. Bir demir çarık giyip, bir demir asa almış eline çıkmış yola. Issız bir yolda giderken karşına büyük bir bina çıkmış. Binanın yanına varmış. Binanın etrafını bir dolanmış, hiçbir kapısı yok. Derken yukardan bir kız kafasını uzatmış. Kız bir ip sallamış, adamı yukarı çıkartmış. O kız da adamın kızıymış. Kurt da oradan iner çıkarmış. Adam: -Kızım, ne yer ne içersin bu ıssız yerde? -Kurt bir şeyler getiriyor yiyip içiyoruz. demiş. Kurt da Hızır’mış. Kurt şeklinde görünüyormuş. Kurdun eve gelme zamanı gelince kız babasını bir yere saklamış. Kurt eve gelince: -Burada insan eti kokuyor. Bu insanı çabuk çıkar. -Yemeyeceğini söz verirsen öyle çıkarırım. -Yemeyeceğim. -Babam geldi. -Senin baban benim de babam. Çıkart, hiç yenir mi? Kız, babasını sakladığı yerden çıkartmış. Adam çıktıktan sonra, kurt sormuş: -E baba ne gördün ne geçirdin? Anlat bakalım. -Oğlum acıktım, bir çoban gördüm. Çobanın bin koyunu vardı, bir de kuzusu: ‘Ben acıktım, bana biraz süt verir misin?’ dedim. O da: ‘Bir kuzum var. Şimdi koyuna koyverecem. Onun karnı doyar da kalırsa sana veririm’ dedi. Kuzu bin koyunu emdi çıktı. Bana süt kalmadı. demiş. O zaman kurt: -Ha! Yarının hükûmeti ne kadar vergi alırsa alsın doymayacaktır. demiş. -Az beri geldim. İki büyük kazan kaynıyor. Ortasında da birkaç küçük kazan var. Büyük kazanlar kaynayıp fokurdarken, bir buğday tanesi oradan atlıyor oraya, oradan atlıyor oraya. Hiç küçük kazanların içine düşmüyor. -Ha! Bir zaman gelecek, devletler birbirleriyle buluşacaklar. Büyük devletler paylarını alacaklar, küçük devletler haklarını alamayacaklar. -Biraz daha beri geldim. Güzel bir kuş, çıkıyor ağacın dalına güzel güzel ötüyor. İniyor aşağıya, ağacın dibinde pislik var, gidiyor onu içiyor. -Ha! Bir zaman gelecek, hocalar, âlimler kürsüye çıkıp güzel güzel konuşacaklar. Sonra kötü kötü işler yapacaklar. -Biraz daha ileri vardım. Bir köprü vardı. Üzerinde hep âyet yazılıydı. Basıp da geçemedim. Bir kervan geldi, âyete hâdise bakmadan bastı geçti. Ben de Yarabbim benim günâhım da onların üstüne olsun dedim ayağımı basmadan ellerimin üstünde geçtim. -Bir zaman gelecek Kur’an’a inanmayacaklar, kâfirler çoğalacak. -Biraz daha beri geldim. Bir marangoz kürek ile talaşı dolduruyor. Sepete koyarken kaybolup gidiyordu -Bir zaman gelecek, paranın kıymeti kalmayacak. İnsan ne kadar çok kazansa bereketsiz olacak demiş. Bunları konuştuktan sonra adam oradan ayrılıp evine dönmüş. Kızının kocasının da Hızır olduğunu anlıyor. Adam da imtihanı başarıyla geçmiş.
Kurt Adam
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bezirgan İki kardeş bezirgân varmış. İkisi de çok zengin olmuşlar. Ama ikisinin de çocukları olmamış. Bir gün bir ağaç altında otururken, birbirlerine dertlenirlermiş: –Ah her şeyimiz oldu da bir çocuğumuz olmadı. Ah birimizin oğlu, birimizin de kızı olsaydı da, ikisini everirdik, diye konuşmuşlar. Bu lâftan çok geçmeden, ikisinin de karısı hamile kalmış. Birinin oğlu birinin de kızı olmuş. Çocuklar yedi sekiz yaşlarına geldiklerinde oğlanın babası ölmüş. Oğlan, babası ölünce, içki, kumar, kötü hâl ve hareketlerde bulunmaya ve babasının variyetini dağıtmaya başlamış. Yiyip içip geziyormuş. Bir de başkanları varmış. O başkan ne emrederse onu yaparlarmış. Anası, emmisi ne dediyse nafile. Oğlan böyle serseri olunca, emmisi, o köyde zenginin birine kızını vermiş. Düğün başlamış. Oğlanın anası evde ağlarmış. Başkan, oğlana: –Bugün kırk akçe getireceksin, demiş. Oğlan eve gelmiş, anasından para istemiş. Anası da, çemberine sakladığı son parayı uzatarak: –Şu göğsümden emdiğin nur olsun, şu göğsümden emdiğin kan olsun, deyip, paraları vermiş. Anasının ilendiği oğlanın zoruna gitmiş. –Ana bu kadar varlığı kaybettim ses çıkarmadın da, bu kırk akçe için neden ağlarsın? –Ben paraya ağlamıyorum. Emminin kızı sana nişanlıydı. Bugün başka birine kına yandı. Ona ağlarım, demiş. Oğlan bunu duyunca, başkanın yanına varmış. Parayı vermiş ve kara kara düşünmeye başlamış. Başkan sorunca olanları anlatmış. Başkan avareleri toplayıp: –Gidin bir takım güveyi elbisesi, kırk tane sarık, kürk alın gelin, demiş. Tam gelin çıkımı gün, güveyi camide yatsı namazını kılarken, oğlanı giydirmişler kuşatmışlar, ilâhîler çağırarak kız evine götürmüşler. Oğlanı gerdek odasına koyuvermişler. On dakika sonra esas güveyi ilâhî çağırarak kapıya gelmiş. Kızın babası, kapıya ikinci güveyi gelince şaşırmış: –Demin gelenler kimdi? Git bir bak diye karısına seslenmiş. Karısı içeriye girip bir bakmış, ağasının oğlu kızın yanında yatıp duruyor. Hemen kocasına haber vermiş. Adam hatasını anlamış, gelen güveyiyi geri yollamış ve böylece ağasına verdiği sözü de tutmuş.
Bezirgan
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Zümrüdü Anka ve Süleyman Sultan Süleyman insi cinsi bir sahraya toplamış, büyük bir şenlik yapmış. Şenlik dağılırken: –Bundan on beş yıl sonra bugünkü gün Mağrip padişahının oğluyla, Maşrık padişahının kızını burada nişanlayacağım, demiş. Zümrüdü Anka kuşu varmış. Çok kuvvetli bir kuşmuş: –Mağrip nerede, maşrık nerede. Onun kızıyla, onun oğlunu nerede bulup da evereceksin? deyince, padişah: –Göreceksin, demiş ve dağılmışlar. Daha çocuklar dünyada yok. Ne Mağrip padişahının oğlu, ne de Maşrık padişahının kızı var. Zümrüdü Anka kuşu, Sultan Süleyman’ı yalancı çıkarmak için gitmiş, Maşrık padişahının memleketine yuva yapmış. Maşrık padişahının bir kızı olmuş, Mağrip padişahının da bir oğlu dünyaya gelmiş. Oğlan sarayda büyümüş. Maşrık padişahının kızını da kuş beşikten kapıp, deniz kıyısında bir kayanın başına yuva yapıp, orada büyütmüş. Ama kız, insan lisanını bilmiyormuş. Kuş lisanını biliyormuş. Oğlanla kız, on beşer yaşına girmişler. Mağrip padişahı oğlunu yanına alıp gemiyle bir adaya çıkmış. Adaya vardıklarında, oğluna: –Ben adaya avlanmaya çıkıyorum. Sen gemiden bir yere ayrılma, demiş. Padişah avlanmaya çıktıktan sonra bir fırtına çıkmış ve gemiyi alıp, kuşun yuvasının yanına götürmüş. Oğlan gemiden çıkmış. Bir bakmış ki, kayanın başında, kuş yuvasında bir kız var. Oğlan: –Kimsin sen? diye sorduysa da, kız, oğlanın dediğini anlayamamış ve konuşamamış. Bu sırada kuşun gelme vakti yaklaşmış. Orada bir fil iskeleti varmış. Kız, oğlana işaretle o fil iskeletinin içine girmesini söylemiş. Oğlan iskeletin içine girmiş. Kuş gelmiş ve kızla birlikte getirdiği yiyecekleri yemişler. Kuş yine geziye gidecekken, kız: –Benim burada canım sıkılıyor. Şu iskeleti buraya getir de, ben onunla oyalanayım, deyince, kuş, iskeleti kızın yanına getirmiş. Kuş, oradan uçup gitmiş. Oğlan, iskeletin içinden çıkmış, kızla konuşmuş, anlaşmış. Kıza insan lisanını öğretmiş. Tam Sultan Süleyman’ın söylediği gün gelip çatmış. Kız, kuşa: –O toplantı yerine beni de götür, bir de ben göreyim, demiş –Nasıl götüreceğim seni? –Beni açıkta götürürsen, yolda beni senin pençende görenler taşlar, hem sana, hem de bana, zarar verirler. En iyisi ben, şu iskeletin içine gireyim. Onun içinde beni de götür, demiş. Kız, iskeletin içine, oğlanın yanına girmiş. Kuş, iskeleti pençesine alıp, Sultan Süleyman’ın sarayına, şenlik yerine varmış. Kuş Sultan Süleyman’ın karşısına geçip: –Haydi dediğin gün geldi, nasıl evereceksen ever? –Silkin şu iskeleti. İskeleti silkelemişler. Kız ile oğlan iskeletin içinden çıkmış. O zaman kuş, Sultan Süleyman’ın yüzüne bakamamış ve oradan uçup gitmiş. Sultan Süleyman: –Hakk’ın takdirini kulun tedbiri bozamaz deyip, Kız ile oğlana kırk gün kırk gece düğün yapmışlar.
Zümrüdü Anka ve Süleyman
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Güvercin Kız Bir varmış, bir yokmuş... Bir güvercin varmış. Bir binanın önüne gelip konar, uçar gidermiş. Oğlan bu güvercine âşık olmuş. Güvercin de peri kızıymış. Oğlan bu güvercinle evlenmiş. Gerdeğe girmişler. Gerdekte kız, güvercin olmuş, rafa konmuş: – Bu, böyle olmaz. Sen anandan babandan izin aldın, ben almadım. Git, Aher dağında bizi bul. Öyle gerdeğe girelim, demiş. Oğlan yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş. Giderken bir kapıya varmış. Kapının bekçisine: – Aher dağına buradan mı gidilir? – Buradan gidilir. Oğlan geçip gidecekken bekçi: – Dur! Buraya, altı ay sonra Aher dağından kuşlar gelecek, onlara bir soralım, demiş. Oğlan altı ay orada kalmış. Altı ay sonra adamın kuşları gelmiş. Hiçbiri de: – Biz periler diyarını gördük. dememişler. Bekçi: – Ben yüz yirmi yaşındayım. Git filan memlekette benim yüz seksen yaşında ağabeyim var. Bir de onun kuşlarına sor, demiş. Oğlan gitmiş. Bekçinin tarif ettiği yere varmış. O da: – Altı ay sonra kuşlarım gelecek. Onlara bir soralım, demiş. Altı ay da, orada beklemiş. Onun kuşları da gelmiş. Hiçbirisi periler diyarını bilmiyormuş. O adam da: – Filan yerde ağam var. İki yüz kırk yaşında. Onun kuşları benimkilerden büyük. Bir de onun kuşlarına sor, demiş. Oraya da varmış, altı ay beklemiş. Kuşlar gelince sormuşlar. Onun kuşları da bilmiyormuş. – Yalnız bir topal kuş gelmedi. O da gelsin bir de ona soralım, deyince, topal kuşun gelmesini beklemişler. Sonra topal kuş gelmiş ve ona sormuşlar. Kuş: – Benim anamla babam perilerle kavga ederken ben de sakat kaldım. Periler diyarı filan memlekette, demiş. Oğlan yola çıkmış. Giderken, periler diyarına varmış. Kızı sormuş, gösterivermişler. Oğlan bunun üzerine gitmiş ve kızın anasından babasından kızı istemiş. Dünür olmuş. Peri kızı, oğlana: – Allah’ın işine karışılmaz, demiş ve oğlan da ona: – Bugün kış ha, bugün yaş ha, bugün sıcak amma, derken, kız: – Haydi Allahaısmarladık. Allah’ın işine karışılmaz, ben senden boşum, demiş, uçup gitmiş. Oğlan yine yalnız kalmış.
Güvercin Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Köpekle Evlenen Kız Bir varmış, bir yokmuş... Bir padişahın üç tane kızı varmış. Atlı bir oğlan her gün çeşmeye beygirini sulamaya gelirmiş. Kızların üçü de ona vurulmuşlar. Kızlar babalarına: –Baba! Şu bunarın başına bir oğlan geliyor. Biz üçümüz de o oğlana varacağız, demişler. Babaları: –Üç kardeş, bir oğlana varır mı? dediyse de, –Biz varırız, demişler. Padişah, kızlarının eline bir kâğıt yazmış, ellerine vermiş. Halkına da bir tellal ünletip, o bunarın üstüne de bir köprü kurdurup, halkın köprünün altından geçmesini istemiş. –Kızların attıkları kâğıtlar kimin eline geçerse kızlarımı onunla evlendireceğim demiş. Tam kızların vurulduğu oğlan köprünün altından geçeceği vakit, sakalı bacağının arasında bir adam geçmiş ve kızların attığı kâğıtlar onun eline geçmiş. Kâğıtları almış gelmiş. Padişahın huzuruna çıkmış. Kızlar: –Baba bu değil, demişler. Büyük kızlar razı olmamışlar. Küçük kız, onunla evlenmeye razı olmuş. Padişah da küçük kızını ona vermiş. Onun köyü adı sanı bilinmedik, kimselerin varmayacağı bir yermiş. Kızı almış gitmiş. Adam, o köyde hocaymış. O gün orada kıymetli bir adam ölmüş. Hoca, yümüş arıtmış, gömmüş. Yemeğini yemişler ve eve gelmiş. Millet dağıldıktan sonra, mezarlığa dönmüş, mezarı eşe eşe ölüyü çıkartmış. Ölünün ciğerini tümüyle çıkarıp almış gelmiş. Merdivenin altında yer imiş. Gelin de ölü evinden gelmiş. Merdivenin altında herifini görünce, adam: –Hır haf! Ben seni yiyeceğim. –Aman beni adı sanı bilinmedik yerlere getirdin de şimdi niye yiyeceksin? –Ben bu yaşıma geldim. Aldığım karıyı da yerim, ölen ölüyü de yerim. Seni de yiyeceğim. –İyi o zaman. Hamama gidelim, yünelim, yıkanalım da öyle ye, demiş. Gelin, giyinmiş süslenmiş, yola düşmüş. Adam da köpek sıfatında arkasına düşmüş. Gelin, hamama girince köpek de kapıya oturmuş, beklermiş. Giren çıkmış, giren çıkmış. Gelin, içerde hamamcı kadına: –Şu köpek beni yiyecek, dışarı çıkamıyorum. –Nasıl adam yer bu köpek? Şu urbalarını ver de yiyecekse beni yesin. Sen çok gençsin, demiş. İhtiyar hamamcı, gelinin urbalarını giymiş, dışarı çıkmış. Köpek hemen atılmış: –Hır haf! Ben seni yiyecem, demiş. Kadın da: –Niye yiyeceksin beni? deyince, köpek sesten tanımış onun olmadığını ve kızı aramaya çıkmış. Kız da gide gide bir kavağın başına çıkmış. Bir Beyoğlu kavağın altına beygir sulamaya gelmiş. Gelinin şavkı yere vurmuş. Beygir kafayı kaldırıp kaldırıp bakarmış. Beyoğlu da bakmış kızı görmüş: –Ey güzel in aşağıya, beygir senin şavkından su içemedi. –Ben insanoğlundan kaçtım, beni alır gidersin, inmem –İn gel ben kaçılacak adam değilim. Bak sen de güzelsin ben de güzelim, demiş. Kız aşağıya inmiş. Beyoğlu kızı almış evine götürmüş. Yalnız, kız giderken Beyoğlu’na bir şart söylemiş: –Bundan sonra bulduğunu almayacaksın. Kapıya da bir kaplan bağlayacaksın, demiş. Beyoğlu, kabul etmiş. Ama her gün önüne altın kuruş denk gelirmiş, almazmış. Bir gün bir altın baston bulmuş. Dayanamamış almış, bastonu eve getirip, rafın üstüne atmış. Beyoğlu, akşam uyuyunca baston köpek olmuş çıkmış. Kıza: –Seni yiyecem, demiş. Kız da: –Beyoğlu duyarsa seni de, yer beni de yer. Gel dışarıda ye, deyip köpeği dışarı çıkarmış ve kaplanın önüne atıvermiş. Kaplan, köpeği parça parça etmiş. Kız içeri girip Beyoğlu’nu uyarmış: –Bak senin bulduğun altın değnek köpek oldu. Gördün mü işte ben bundan kaçmıştım, demiş.
Köpekle Evlenen Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Tasa Kuşu Bir kadın varmış, çok aksiymiş. Bir kadın da varmış, çok düşünceli tasalıymış. Aksi kadın, tasalıya derdini sormuş. O da: –Şöyle dertliyim, şöyle tasalıyım. –Tasa da neymiş? –Şurada bir bahçe var. Orada tasa kuşu var. Onu git al , tasa nasıl olur bir öğren, demiş. Kadın gitmiş. Gül bahçesinin içinde tasa kuşları oynaşıyormuş. Birini almış gelmiş. Bir iki gün dururken, kuş kadını almış, pançağına ve bir dağın başına koymuş gelmiş: –Tasa nasıl olur öğren, demiş. Kadını almış bir tasa. –Nasıl edeceğim? Nere gideceğim? derken orada tasayı öğrenmiş. Kadın, oradan ine ine bir yola gelmiş. Yolda bir kahvede, delikanlı bir çocuk varmış. Kadın, çocuğa: –Sen bugün evine git de, ben burada senin yerine kalayım. Ama bir şeyin zayi olursa ben burada yoğum, demiş. Oğlan, evine gitmiş. Kadın orada kalmış. Tasa kuşu gelmiş. Ne kadar bardak, çanak, çaydanlık varsa, kırmış dökmüş. Çıkmış, gitmiş: –Tasa nasıl olur bir öğren, demiş. Kadın, orada ağlaya ağlaya sabahı etmiş. –Eyvah ben ne cevap vereceğim diye. Sabah kahveci gelmiş. Bakmış ortalık darmadağın. Kadını oradan kovmuş. Kadın oradan gitmiş. Bir terzinin yanında çırak durmuş. Tasa kuşu gelmiş. Terzinin bütün kumaşlarını parçalamış ve: –Tasa nasıl olur, bir öğren, demiş. Kadın, oradan da kovulmuş. Giderken, bir Beyoğlu’nun eline geçmiş. Onunla evlenmiş. Beyoğlu, kadını evine götürmüş. Az durmuş, uz durmuş. Bir çocuk dünyaya getirmiş. Tasa kuşu gelmiş. Çocuğu almış gitmiş. Kadının da ağzına yüzüne kan bulaştırıvermiş: –Tasa nasıl oluyor bir öğren, demiş. Beyoğlu, bir gelse baksa, kadın çocuğu yemiş, ağzı yüzü kan. Çocuk yok. Seneye bir daha çocuğu olmuş. Tasa kuşu, yine aynı şeyi yapmış ve: –Tasa nasıl oluyor, bir öğren. Bir daha derken üç senede üç tane çocuğu olmuş. Tasa kuşu da, bunları hep almış gitmiş. Böyle olunca Beyoğlu, kadını boşamış. Tasa kuşu, götürdüğü çocuklara bir kulübe yapmış. Hepsi de burma bıyıklı çocuk olmuşlar. Kadın, yola düşmüş. Kulübenin yanına vardığı zaman, Tasa kuşu: –Çocuklar ananız geliyor, demiş. Çocuklar analarını yanlarına almışlar. Beyoğlu da, dağda dolaşıyormuş. Tasa kuşu çocuklardan birine: –Git şu dağda dolaşan senin baban. Çağır buraya gelsin, demiş. Çocuk gitmiş, babasını almış gelmiş. Önüne bir karpuz kesivermişler. Eline de bir kaşık vermişler. Beyoğlu: –Karpuz kaşıkla yenir mi? Kadın da: –İnsan doğurduğu çocuğu yer mi? diye konuşurken, Tasa kuşu: –Bak şu üç çocuk senin. Bu karı da senin. Bu böyle asi konuştu, bu işler başına geldi. Artık tasayı öğrendi. Mutlu olun, demiş.
Tasa Kuşu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Civcivoğlu Bir varmış, bir yokmuş... Üç arkadaş Aydın’a gitmişler. Giderken giderken bir dev karısının evine misafir olmuşlar. Dev: – Benim bir bölük arpam var biçiverir misiniz? – Biçelim. – Evimde yatarsınız ha! demiş. Niyeti onları yemekmiş. Onları evine yatırmış. Yedirmiş içirmiş. Oğlanlar uyuyunca yemek niyetindeymiş. Gider bir tarafta dişini biler, oğlanların yattığı odanın kapısına gelip: – Kimler uyur da kimler uyanık? diye sorarmış. Küçük oğlanın adı Civcivoğlu imiş. İçerden ses vermiş: – Ay koca ebe, hepsi uyur da bir ben uyanığım. Oğlan, anlamış devin kendilerini yiyeceğini. Dev: – Sen niye uyanıksın ya ay yavrum? – Niye uyanık olam ay koca ebe. Akşamdan karnım doymadı. Anam olsa, bir kaz keserdi, onu yerdim ve uyurdum. Şimdi uyuyamadım, demiş. Dev, gitmiş. Kümesten bir kaz kesmiş, pişirmiş, almış gelmiş oğlanın önüne koymuş: – Kalk yavrum, ye de uyu, demiş. Dev, gitmiş. Oğlan, uyumuştur diyerek tekrar kapıya gelmiş: – Kimler uyur, kimler uyanık, demiş. Civcivoğlu yine ses vermiş: – Ay koca ebe hepsi uyur, bir ben uyanığım. Anam olsa, bir kuzu keserdi. Pişirir yedirirdi. Onun için uyuyamadım, demiş. Dev, gitmiş. Evde bir kuzu varmış onu kesmiş, pişirmiş. Civcivoğlu’nun önüne koymuş: – Haydi yavrum, ye de uyu, demiş, gitmiş. Oğlan, onu da yemiş. Arkadaşlarına: – Haydi kalkın. Bu bizi yemeden, gidelim, dediyse de, kalkmamışlar. Dev karısı, kapıya yine gelmiş: – Kimler uyur da kimler uyanık, demiş. Civcivoğlu: – Ay koca ebe hepsi uyur da bir ben uyanığım. Anam olsa, denizden gözer ile bir su getirirdi, onu içerdim. Ondan sonra kaygısız uyurdum, demiş. Dev karısı, gitmiş. Eline bir gözer* almış. Denizde doldururmuş, şar diye boşalırmış. İçinden de: – Eğer Civcivoğlu bana bir oyun tuttun. Varırsam sana göstereceğim, dermiş. Bu arada Civcivoğlu arkadaşlarını kaldırmış. Oradan kaçmışlar. Dev karısı, dönmüş gelmiş. Hiç kimse kalmamış. Çok sinirlenmiş. Civcivoğlu’nun küçük bir bıçağı varmış. Yarı yolda, bıçağının orada kaldığını hatırlamış ve devin evine bıçağını almak için geri dönmüş. Dev de, sinirinden oturmuş: – Kaz gitti, kuzu gitti, üç tane av gitti diye bağırırmış. Civcivoğlu da bacadan bakarken bıçağını ocak başında görmüş. Bu arada bacadan bir taş düşmüş. Dev: – Sıçan, Civcivoğlu’nun öfkesini senden alırım. Bacadan toprak öğütüp durma diye bağırırmış. Civcivoğlu, biraz daha bakayım derken bacadan aşağı düşmüş. Dev karısı, Civcivoğlu’nu görünce: – Hah! Kaçırdım derken kendi ayağınla geldin mi, demiş. Civcivoğlu’nu yakalamış. Civcivoğlu: – Dur koca ebe. Şimdi can pekmezden tatlı. Beni çuvala koy, ağzını da bağla. Git öteki evde dişlerini bile. Musmundar öldürmeden, keskin dişlerinle ye beni, demiş. Dev karısı, bir koca çuvalın içine Civcivoğlu’nu koyup, ağzını bağlamış. Öteki eve dişlerini bilemeye gitmiş. Dev, odadan çıkınca Civcivoğlu çuvaldan çıkmış. Devin dışarıdaki ala danasını çuvalın içine koyup, bıçağını da alıp, arkadaşlarının yanına varmış. Dev karısı, öteki evden gelmiş. Bir demir küseği* varmış. Almış onu bir vurmuş çuvala. Ala dana içinde böğürürmüş. Dev: – Can alıcısı! Benim ala dana gibi böğürürsün, demiş. Bir iki daha vurduktan sonra ala dana ölmüş. Dev, çuvalı açmış, bir bakmış ki ala danası. Dev, oturmuş: – Kaz gitti, kuzu gitti, ala dana gitti. Civcivoğlu’nu kaçırdım elimden. Sen yine gelirsin diye ağlarmış. Üç arkadaş bir yere varmışlar. O köyde de, at koşusu olacakmış. Aralarında konuşurlarken: – Dev karısının bir atı var. Olsa bu kadar olur. Bunu bir çalmalı, demişler. Civcivoğlu’na sen o devi perişan ettin. İlle git. O atı da al gel demişler. Civcivoğlu, düşmüş yola. Dev karısının atı, kırk kapı içinde kilitliymiş. Dev karısı, atı yeygilemek için giderken Civcivoğlu da arkasından kilitleri toplarmış. Civcivoğlu, ahıra saklanmış. Dev karısı, atı yeygilemiş dönerken baksa ki kilitler yok. Öyle örtüvermiş çıkmış, gitmiş. Eve yatmış. Dev gidince Civcivoğlu, saklandığı yerden çıkıp ata şöyle bir ellemiş. Yad adam elleyince at acı acı kişnemiş. Atın sesini duyan dev ahıra inmiş: – Civcivoğlu’nun oyunundan oyun mu oynarsın bana deyip, atı bir güzel dövmüş çıkmış yukarı tekrar yatmış. Civcivoğlu, tekrar çıkmış saklandığı yerden ata dokunmuş. At ses çıkarmayınca, binip ata arkadaşlarının yanına gelmiş. Üç arkadaş oradan bir yere gitmişler. Orada da avcı tazısı yarışı varmış. O zaman: – Biz bir dev karısının arpasını biçiverdik. O devin bir tazısı var çok güzel, demişler. Civcivoğlu’na o tazıyı da getirmesini istemişler. Civcivoğlu’nu tazıyı almak üzere devin yanına yollamışlar. Civcivoğlu, devin evinin yakınında bir tepenin başına varmış bir ıslık çalmış. Tazı kulaklarını dikince dev, tazıyı bir güzel dövmüş: – Civcivoğlu’nun oyunundan oyun mu tutarsın. Ne kulak dikip duruyorsun, demiş. Civcivoğlu, bir daha ıslık çalmış. Tazı hiç ses çıkarmadan, Civcivoğlu’nun yanına varmış. Civcivoğlu, tazıyı almış arkadaşlarının yanına gelmiş. Üç arkadaş oradan da gitmişler. Bir köyde değirmen yapılıyormuş. Devin evinin kapısının önünde bir kavak varmış. Çok büyükmüş. Bu kavak bu değirmene çok iyi olurdu demişler. Civcivoğlu’na bu kavağı kes gel demişler. Civcivoğluna kırk katır semerlemişler. Civcivoğlu kılık değiştirmiş düşmüş yola. Varmış devin yanına: – Ay koca ebe, senin arpanı biçiveren bir Civcivoğlu varmış. O öldü. Tabut teneşir yok. Kapının önünde kavağın varmış. Sağlığında vaad etmiş. Şu kavaklardan bana tabut teneşir yapın diye, onları kesivereceksin. Ölüsünü kaldıracağız demiş. Dev hemen kavağı kesip biçmiş. Katırlara yüklemiş: – Gebersin Civcivoğlu. Beni çok aldattı. Her şeylerimi yedi bitirdi. Al git bu kavakları. Onu gömün, demiş. Civcivoğlu, devi bir kez daha kandırmış. Bu masal da burada bitmiş.   *gözer: Bir çeşit elek *küsek: Fırıncıların kullandığı bir çeşit kürek
Civcivoğlu
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Kara Erik Sarı Erik Bir varmış, bir yokmuş... Bir oduncu varmış. Bu oduncu oduna gider gelirmiş. İki yük odun sarar gelir, onu satar, bir gün dinlenir. Sonra iki yük daha eder. Onu satar, sonra bir gün daha dinlenirmiş. Böyle günler geçerken bir gün dağda bir yumurta bulmuş. Yumurtayı almış gelmiş. Pazara satmaya götürmüş. Alıcılar yumurtaya: — Beş lira verelim mi, on lira verelim mi, yüz lira verelim mi? derken, — Eğlenmeyin benimle, dermiş. Yahudi’nin biri parayı saymış. Yumurtayı almış gitmiş. Adam, ertesi gün yumurtayı bulduğu yere bir daha gitmiş. Kuşu orada yuvada bastırmış, yakalamış. Eve almış gelmiş. Kuş yumurtlamış, o satmış. Adam, zengin olmuş. Adam, hacıya gitmeye niyetlenmiş. O kuşun kafasını yiyen insan,. uyuduğunda para hâsıl olurmuş. Adam, hacıya gittiği zaman, karısını Yahudiler, altından girmişler üstünden çıkmışlar: — Kuşu kes de yiyelim, deyip kadını kandırmışlar. Kadın, kuşu kesmiş pişirmiş. Oduncunun da bir oğlu varmış. — Kuşun hepsini Yahudiler mi yiyecek. Kafasını da be yiyeyim, deyip, kuşun kafasını yemiş. Yahudi gelmiş, kadın kuşu önüne koymuş. Yahudi: — Hani bunun kafası nerede? — Çocuk yedi kafasını, deyince, Yahudi, kalkıp çocuğu dövmüş, çarpmış, kovmuş. Ondan sonra çocuk şora varıyor uyuyor, bura varıyor uyuyor, para hâsıl oluyormuş. Akşam olunca yatmak için bir yer ararken, bir koca karının evine varmış: — Koca nine, beni bu gece misafir et deyince kadın, çocuğu önce kovmuş, çocuk cebinden bir avuç para çıkarıp verince, eve almış yedirip içirip, ağırlamış. Ertesi gün olmuş. Padişahın bir kızı varmış. Bu kıza bakması yüz liraymış. Çocuk, kadına: — Git söyle. Padişahın kızına ben bakacağım, demiş. Oğlan kıza basmış parayı bakmış, basmış parayı bakmış. O kıza bakmaya kimse para yetiremezmiş. Padişah: — Bu çocuk nereden buluyor bu parayı? demiş. Vezirlerini, alimlerini, sihirbazlarını çağırmış: — Bunu bir araştırın. Bir rüyaya yatın bakalım. Bu çocukta ne var? demiş. Cariyeler bir rüyaya yatmışlar ve çocuğu rüyalarında görmüşler: — Padişahım, bu çocuğun karnında abaz–ı ibrah kuşunun kafası var. O kuşu yiyen insan uyudukça para hâsıl olurmuş, demişler. Padişahın kızıyla oğlan oturmuşlar. Oğlana sabaha kadar içki içirmişler. Oğlan içkiyi içince kusmuş. Kuşun kafasını da kız alıp yutmuş. Oğlan, orada uyuyor para yok, burada uyuyor para yok. Kocakarının yanına varmış. Bir iki gün orda yatmış. Yine para yok. Kocakarı, oğlanı evden kovmuş. Oğlan, gitmiş bir deniz kenarına kendisini denize atmaya karar vermiş. Denize atlamış. Yüzerken, yüzerken bir adaya çıkmış. Adada bir kara erik varmış, bir de sarı erik. Oğlan, kara erikten yeyince felç olmuş. Oracıkta kösülmüş kalmış. Ondan sonra sürüne sürüne, gitmiş bir de sarı erikten yemiş. Ayağa kalkmış eski hâline dönmüş. O eriklerden toplayıp kocakarının yanına varmış. Kadına: — Şu kara erikten padişahın kızına yedir, demiş. Kadın, saraya varmış. Padişahın kızına kara erikten yedirmiş. Padişahın kızı felç olup yatmış. Padişah dünyanın dört bir yanından, doktorunu, hocasını, hacısını getirtmiş. Kızını iyi edememişler. Oğlan: — Ben iyi ederim, deyip saraya varmış. Önce cariyeler bunu kovmuşlar. Sonra padişah çağırmış: — Evvelce benim kızıma bakması paraylaydı, şimdi bedava. Bir de o baksın, demiş. Oğlan, kızın yanına girmiş. Kıza: — Eğer bana teslim olursan, seni öyle iyi ederim. Yoksa ben de iyi edemedim, deyip çıkıp giderim. — Tamam, deyince, sarı eriği kıza yedirmiş. Kız kelebek gibi ayağa kalkıvermiş. Padişaha hemen müjdeyi vermişler. Padişah da: — Bu kız bu oğlanın nasibiymiş, demiş. Kırk gün kırk gece davul vurdurup, düğün etmişler.
Kara Erik Sarı Erik
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Sabır Taşı Bir varmış, bir yokmuş... Bir ananın bir babanın bir kızı varmış. Kız her gün mektebe gidermiş. Yolda bir kuş önüne çıkıp: –Ananla baban seni bir ölüye verecekler, dermiş. Kız buna çok üzülmüş. Bal gibi sararmış solmuş. Anasıyla babası kızın bu durumuna çok üzülmüşler: –Ay kızım yediğini yiyen, giydiğini giyen yok. Sen niye böyle sarardın soldun? diye sormuşlar. Böyle günler aylar geçmiş. Anası dayanamamış ve: –Ey herif! Biricik kızımızı bir ölüye mi vereceğiz? Alıp, kaçalım gidelim buradan, demiş. Evlerini toplayıp yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler. Bir pınarın başında durup, ekmek yemişler. Tekrar yola koyulmuşlar. Altın tasları varmış. Onu pınarın başında unutmuşlar. Biraz yol gittikten sonra, tası pınarın başında unuttukları akıllarına gelmiş. Kız: –Anam koca, babam koca deyip atılmış tası almaya varmış. Tası alıp dönünceye kadar önünde büyük bir bina çevrilmiş. Kız, bunu geçememiş. Kız, bir kapıyı açmış. Elleri bağlı Araplar yatarmış. Başka bir kapıyı açmış. Kırk ölü yatarmış. Diğer bir kapıda da bir ölü yatarmış. Bu arada kıza: –Aman kırk ölünün kapısını açma. O bir ölünün başında kırk gün kırk gece bekle, demişler. Kız: –Bu benim kaderim zaten. Bunu bana bir kuş söylediydi, deyip ölünün başında beklemeye başlamış. Gece gündüz, ölünün başında bekleyip, sineklerini kovalamaya başlamış. Kız kırk dese ölü dirilecekmiş. Ama kızın bundan haberi yokmuş. Kırkıncı gün, bir çingen kızı hayır istemek için kapıya gelmiş. Kız çingeni yanına çağırmış: –Gel, şu ölünün başında biraz bekle. Sineğini kovala da, ben gül bahçelerinden gül toplayıp geleyim, deyip oradan gitmiş. Kız gelinceye kadar ölü dirilmiş. Bakmış ki başında bir çingen kızı bekliyor. Bu arada kız gül bahçesinden dönünce oğlan: –Bu kim? diye çingen kızına sormuş. –Dilenci mi, çingen mi? Ne bileyim? deyip kızı oradan kovdurmuş. Kızın da kırk gün beklediği boşa gitmiş. Çingen kızı oğlanı almış başa geçmiş. Kızı da yanlarında hizmetçi yapmışlar. Aradan zaman geçmiş. Oğlan pazara gitmiş. Evdekilere bir isteklerinin olup olmadığını sormuş. Kız: –Bana bir ustura bıçağıyla sabır taşı alıver. Eğer alıverirsen, yolun aydınlık olsun. Eğer alıvermezsen, dumanla toz olsun, demiş Oğlan pazara gitmiş. Kızın siparişini unutmuş. Dönerken ortalık bir duman bir toz. Kızın dedikleri aklına gelmiş ve hemen geri dönüp siparişleri almış. Eve gelmiş. Kıza vermiş. Oğlan akşam olunca, dışarıya oturmaya çıkmış. Kapıyı da iyice vurmalarını söylemiş. Kız da sabır taşını eline almış, başından geçenleri bir bir sabır taşına anlatmış. Sabır taşı kızın başından geçenlere dayanamamış, dağılmış tuz buz olmuş. Kız bunu görünce bıçağı alıp karnına saplamak istemiş. Tam bu sırada oğlan bileğinden tutup kızı engellemiş. Olanları öğrenen oğlan, sabah olunca çingen kızını yakalayıp: –Kırk nacak mı istersin, kırk katır mı istersin? diye sormuş. –Kırk nacağı ne yapayım, kırk katır isterim. Hiç olmazsa biner anamın babamın köyüne giderim, demiş. Çingen kızını katırlara bindirmişler yollamışlar. Kızla oğlan ermişler muradlarına...
Sabır Taşı
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Balıkçı Bir balıkçı varmış. Balık satarmış. Balıkçı ermişlerdenmiş. Gezerken ışık saçarmış. Padişahın kızı da her zaman balıkçıdan balık alırmış. Kız babasına: -Bu balıkçıyı buraya getirelim. demiş. Gitmişler, balıkçıyı saraya almışlar, gelmişler. Kız, balıkçıya: -Ananı bana dünürcü yolla. demiş. Balıkçı anasına varmış: -Padişahın kızına dünürcü gidelim. demiş. Kadın padişaha dünürcü gitmiş. Padişah da kızını balıkçıya vermiş. Sarayın yanındaki gül bahçesine bir saray yaptırmışlar. Sarayın kırk kapısı varmış. Padişah akşama kadar kapıları açmış bitirememiş. Neyse düğün yapmışlar. Gelin güveyi girmişler. Oğlanın nutku tutulmuş, katiyyen konuşmamış. Oğlan konuşmayınca kız: -Bu balıkçı teknesi değil, Osmaniye ablası. deyince, oğlan: -Bu benim balık sattığımı başıma kaktı. diye oradan uzaklaşmış. Yedi düvele gitmiş. Babası üç beş gün sonra saraya gelince bakmış ki oğlan yok. Kız: -Baba, bunu bul. demiş. Bir gemiye kırk askerle kızı bindirmiş. Yedi düveli dolaşmışlar. Varmışlar, oğlanı bulmuşlar. Bir dellal ünletmişler: -Gelene on lira vereceğiz. Gelmeyenden elli lira alacağız. diye. Gelene on lira vermişler. Oğlan, orada bir kralın kızıyla evlenmiş. Kralın kızı: -Elli lira vereceğimize on lira alalım. Biz de gidelim. dediyse de, oğlan, kızın geldiğini bilmiş gitmek istememiş. Zor şer gönlünü etmiş. Geminin yanına varmış. Kız, kralın kızına: -Ay kardeş, senin kocanda pek güzel. -Güzel ama dili yok? -Bugün koy da git ben onu dillendiririm. Sabahlara kadar -Bu altın gemiyi sana vereceğim. Kırk askeri vereceğim, dillen. dediyse de dillenmemiş. En sonunda -Seni padişahın kızıyla evlendireceğim. deyince, oğlan dillenmiş: -Balıkçı teknesi değil Osmaniye ablası. demiş. Kızın söylediği lâfı başına kakmış. Kız hatasını anlamış. Gemiye binmişler. Gerisin geriye saraya dönmüşler.
Balıkçı
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Çocuğun Rüyası Vaktin öğretmeni sınıfta çocuklara: –Bir rüya gördüğünüzde, karşınızdakine anlatmadan önce, eğer karşınızdaki ‘hayır olsun’ demezse kimseye anlatmayın, demiş. Çocuklardan birisi bir gün bir rüya görmüş. Sabahtan kalkıp anasına: –Ana ben bir rüya gördüm. –Söyle yavrum ne gördün? –Söylemem ana. –Söyle. –Söylemem. Anası, çocuk rüyasını anlatmayınca, çocuğu bir güzel dövmüş. Ağlarken babası gelmiş: –Ne ağlarsın oğlum? –Ben bir rüya gördüm. Anam söyle dedi söylemedim. Dövdü beni. –Bana söyleyiver oğlum. –Sana da söylemem. Bunun üzerine bir güzel de babası dövmüş. Oğlan oradan çantasını alıp okula varmış. Öğretmeni çocuğu gözü yaşlı görünce: –Ne diye ağlarsın yavrum? –Ben bir rüya gördüm. Anam söyle dedi. Söylemediğim için dövdü. Babam söyle dedi. Söylemedim, o da dövdü. –Bana söyle yavrum. –Sana da söylemem. Çocuk rüyasını anlatmayınca bir de öğretmen dövmüş. Çocuk oradan ayrılmış gitmiş. Zamanın padişahına, kimliksiz olduğu için çıkartmışlar. Padişah: –Sen kimin nesisin, ne ararsın burada? Oğlan padişaha başından geçenleri anlatmış. –Bana söyle o zaman. –Sana da söylemem. Bunun üzerine padişah oğlanı zindana attırmış. İngiliz kralı, Osmanlı padişahına bir değnek göndermiş. İki ucu da eşit gibi. Osmanlı padişahına: –Bu değneğin ince ucuyla kalın ucunu tespit ederseniz, kızımı vereceğim. Eğer tespit edemezseniz, ben senin kızını alacağım. diyormuş. Payitahttan kimse cesaret edip, şu ucu kalın, şu ucu ince diyememiş. Yanılırlarsa, padişahın kızı gâvura gidecekmiş. Bu olay, bütün her yere dağılmış. Padişah: –Bu değneğin ince ucuyla kalın ucunu bulana, kralın kızını da alacağım, kendi kızımı da vereceğim, demiş. Çocuk zindanda: –Ben bunu bilirim ya. Padişah sözünde durmaz, demiş. Bunu duyan padişah, oğlanı zindandan çıkarttırmış. Oğlan: –Bir akarsuya bu değneği atacağız. Öne giden tarafı, ince ucu deyip. Yazıp yollayacağız, demiş. Oğlanın dediği gibi yapıp, yazıp yollamışlar. Oğlanın tahmini doğruymuş. Kral, kızını yollamış. Padişah, kendi kızıyla, kralın kızını oğlana vermiş. Kırk gün kırk gece düğün etmiş. Oğlan, kral ve padişahın damadı olmuş. Kızların, biri leğen tutar, biri ibrikle su dökermiş. Havlu peşkir ellerinde. Oğlan mutlu bir şekilde yaşıyormuş. Bir gün, bu vaziyette iken gülmüş. Bunun üzerine kızlar: –Bizde bir kusur mu gördün? –Hayır. İkinizde de kusur yok. –O zaman niye güldün? –Vakti zamanında ben bir rüya gördüm, deyince, ikisi birden: –Hayır olsun. Rüyanı anlat. –Sağ yenimden güneş girdi. Sol yenimden ay girdi. Göğsümde birleştiler. –Güneş, padişahın kızı. Ay da kralın kızı. Rüyan hayırlıymış, hayırlı olsun, demişler. Mutlu bir şekilde yaşayıp giderlermiş.
Çocuğun Rüyası
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Köpek Eniği Doğuran Kız Bir varmış, bir yokmuş... Bir adamın üç kızı varmış. Bu kızlardan büyüğü: –Ben padişahla evlenirsem ona yemek, aş pişireceğim, demiş. Ortanca: –Ben padişahla evlenirsem, halı kilim dokuyacağım, demiş. En küçük kız ise: Ben padişahla evlenirsem, ona altın perçemli oğlanla, altın perçemli kız doğuracağım, demiş. Kızların üçü de padişahla evlenmişler. Büyükler sözlerinde durmamışlar. Küçük kız ise gebe olmuş. Ablaları bunun gebe kalışını hiç çekememişler. Küçük kızın doğum sancısı tutunca iki tane köpek eniği hazırlamışlar. Kız, biri kız, biri oğlan iki tane çocuk doğurmuş. Ablaları da çocukları alıp, yerlerine köpek eniklerini koymuşlar. Çocukları da almışlar dağda bir ine bırakmışlar. Padişaha müjde etmişler: –Karın bir köpek eniği doğurdu diye. Padişah da: –Üç yolun ayrımına yarı beline kadar gömün. Gelen geçen üstüne tükürsün. Taş atsın, demiş. Kızı alıp gidip üç yolun ayrımına gömmüşler. Gelen geçen tükürür, taş atarmış. Çocukları da inde bir keçi her gün gelir emzirirmiş. Keçi, çocukları emzire emzire büyütmüş. Keçi çobanının karısı, da kocasına: –Yahu bu keçi sütünü de çekmedi, sütü de yok. Bu keçiye ne oluyor? Bir takip et, demiş. Çobanla karısı keçiyi takip etmişler. Çocukları emzirirken inde keçiyi yakalamışlar. Çobanın da hiç çocuğu yokmuş. Çocukları oradan almışlar büyütmüşler. Çoban, çocuklara orada bir çadır kurmuş. At vermiş, tüfek vermiş. Oradan göçmüş gitmiş. Çocuklar orada kalmış. Padişah da ava çıkarmış. Çocukla birlikte avlanmaya başlamışlar. Çocuk da, o kadar güzelmiş ki, padişah hayran kalmış. Eve gelir karılarına ezinirmiş. –Ben avda bir oğlan gördüm. Biriniz aş pişirecem dedi geldi. Biriniz halı kilim çözecem diye geldi. Biriniz de çocuk doğuracam diye geldi, köpek eniği doğuruverdi deyip, onların yüzlerine vururmuş. Kadınlar şüphelenmişler. Padişahın avlandığı yerleri aramaya cazı karısı göndermişler. Ararken çadırı görmüş. Kadın, çadıra girmiş. Çadırda kızı görmüş. Kız ile konuşurken, kız başlarından geçenleri bir bir anlatmış. Kadın o zaman: –Ay yavrum! Devler içinde bir bülbül var. Onu getirseniz de şoraya koysanız. Sana bir can yoldaşı olur, demiş. Kız da: –Ben kardeşim gelince ona söyler getirttiririm, demiş. Akşam olup da kardeşi çadıra gelince, hiç yüzüne bakmamış. Somurtmuş durmuş. Oğlan, kızın derdini sorunca, Kız: –Devler içinde bir bülbül varmış. Onu bana alıp gelirsen, bana can yoldaşı olacak, demiş. Oğlan, hemen oradan yola düşmüş. Yolda üç kız karşısına gelmiş: –Nereye gideceksin yiğit? demişler. Oğlan da: –Devler içinde bir bülbül varmış. Onu alıp kardeşime vereceğim, demiş. Kızlar: –Devler seni yer, deyince Oğlan: –Yerse yesin. Ben gideceğim, demiş. O zaman kızlar: –Şu iğneyi, şu kili, şu sabunu al. Giderken yolda açık kapı var ört. Örtük kapı var, aç. Kırk kapının arkasında kafeste, bülbülü kapınca kaç. Dönüp arkana bakma sakın, demişler. Oğlan, gitmiş. Örtük kapıyı açmış. Açık kapıyı örtmüş. Bülbülü alınca oradan hemen kaçmış. Kaçarken devlerin haberi olmuş. Arkasından kovalamaya başlamışlar. Devler, yaklaşınca kili atmış. Koca bir kil dağı olmuş. Devler, onu geçmişler. İğneyi atmış. Koca bir iğneli dağ olmuş. Devler tabanlarının altını yalaya yalaya onu da geçmişler. Oğlan sabunu atmış. Koca bir sabun dağı olmuş. Sabundan ayakları kaymış, düşmüşler. Çıkamayıp, geri dönmüşler. Kapılara ünlemişler: –Örtük kapı tut, demişler. Kapı da: –Niye tutacakmışım ki? Örtüle örtüle öldüm. O, beni açıverdi, demiş. Açık kapıya: –Açık kapı tut, demişler. Kapı da: –Açık dura dura öldüm. Allah razı olsun örtüverdi. Niye tutacakmışım? demiş. Oğlan, oradan bülbülü almış gelmiş kardeşine vermiş. Padişahla ava çıkmaya devam ediyormuş. Padişah karılarına yine eziniyormuş. Kadınlar, oğlanın devler ülkesinden döndüğünü anlamışlar. Analarını tekrar yollamışlar. Kadın, çadıra yine gelmiş: –Ay kızım devler içinde yedi elma var. Bir de onu getirseniz de şuraya assanız. Daha bir güzel olur, demiş. Kız da: –Ben kardeşime getirttiririm, deyip, kadını uğurlamış. Akşam olup da kardeşi çadıra gelince, hiç çadırdan çıkmamış, kararmış durmuş. Kardeşi derdini sorunca: –Devler içinde yedi elma varmış. Onu bana alıp gelirsen iyi olurum demiş. Oğlan tekrar yola çıkmış. Yolda o kızlar, yine önüne çıkıp, yine aynı şeyleri söylemişler. Oğlan, devlerin yanına gitmiş. Elmayı alıp gelip kardeşine vermiş. Aradan iki üç gün geçince kadın kızın yanına yine gelmiş: –Ay kızım devler içinde Zülfü Keman Kızı var. Onu alsanız gelseniz. Hem kardeşinle evlenir, hem de sana can yoldaşı olur, demiş. Akşam olup da oğlan çadıra gelince kız yine yüzünü karartmış. Kardeşi derdini sorunca: –Devler içinde Zülfü Keman Kızı varmış. Onu alıp gelsen. Hem senin karın olur, hem de bana can yoldaşı olur, demiş. Oğlan aynı şekilde devlerin yanından Zülfü Keman Kızını alıp gelmiş. Çadıra koymuş. Oğlan, padişahla ava çıkmaya devam etmiş. Padişahın yanında arkadaşlarıyla beraber yiyip içiyormuş. Bir gün Zülfü Keman Kızı: –Ay oğlan! Sen arkadaşlarının yanında yiyip içiyorsun. Bir gün de sen onları çağır da biz onları ağırlayalım, demiş. Zülfü Keman Kızı, bir güzel sofra hazırlamış. Arkadaşlarını ve padişahı yemeğe davet etmişler. Yiyip içmişler tam doyacakları sırada, sofraya son olarak, tavuğu kesip tüylü tüylü koymuş. Padişah: –Yahu bu tavuk da böyle yenir miymiş? deyince Zülfü Keman Kızı da: –Analar da köpek eniği doğurur mu? demiş. Padişah ,sofradakilere: –Siz bir dışarıya çıkın da ben bu olayı bir anlayayım, deyip, arkadaşlarını dışarıya çıkartmış ve: –Kızım senin lâf nereye varıyor? –Siz bunu yerseniz, analar da köpek eniği doğurur. Yenmezse analar da köpek eniği doğurmaz. Bak şu oğlun, şu da kızın. Allah nasip ederse ben de gelininim, deyip olanları anlatmış. –İki evinde var cazı karısı, bir de yol ayrımına gömdüğün bu çocukların anaları, gelen de taşlıyor giden de taşlıyor. Gidiyor bir de oğlun taşlıyor, demiş. Padişah: –Yürü gidelim, deyince, Zülfü Keman Kızı: –Ben doğrudan doğruya gitmem. Analarını çıkarırsan, kırk gün kırk gece yürsen, öbür karılarla analarına kırk katır, kırk satır verirsen, bana da kırk gün kırk gece düğün edersen öyle gelirim, demiş. Onlar ermiş muradına biz gidelim Bolavadine...
Altın Perçemli Oğlanla Altın Perçemli Kız
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Gülen Gül, Ağlayan İnci Bir varmış bir yokmuş... Çocuğu olmayan bir adam varmış. Her gün ava gidermiş. Bir gün ovanın orta yerinde bir ağacın altına yatmış. Orada yatarken yanına bir dede gelmiş: -Selâmünaleyküm arkadaş. Sen ne arıyorsun burada? Her gün bakarım buradasın. -Ne arayayım arkadaş. Bir kısrağım var kunnamaz. Bir avradım var, çocuğu olmaz. Canımın bungunluğundan buralara gelirim. -Şu almayı al git, soy. Eşiğini beygire, almasını da karına yedir. Karının da çocuğu olacak, beygirin de kunnayacak demiş. Adam almayı almış gitmiş karısıyla beygire yedirmiş. Karısının bir kızı olmuş. Beygir de kunnamış. Kız, kocaman bir delikanlı olmuş. Fakat adını koymamışlar. O dede gelip de adını koyacakmış. Üç tane dede gelmiş. Birisi: -Kalk kızım bir su koy gel. demiş. Kız suyu koymuş gelmiş. Dede: -Yürüdükçe altın dökülsün. demiş. Biri de: -Ağladıkça gözünden inci dökülsün. demiş. Diğeri ise: -Güldükçe güller açılsın. demiş. Padişahın oğlu, kızı düşünde görmüş: -Filan yerde bir kız var. İlle baba onu bana al. demiş. Dünür gelmişler. Kızın babası garipmiş: -Bana bir padişah dünür olacak da, vermez miyim hiç kızımı. demiş. Kızı gelin etmişler. Gelin almaya gelmişler. Kızın anası: -Aman yavrum! Benim kızım susuz duramaz. Yolda giderken su isterse içiriver. diye bir bardak vermiş. Kız, yolda giderken, eşi varmış ona: -Ay aba çok susadım. Bana bir su içiriver. -Gözünün birini ver de, sana su içirivereyim. demiş. Kız, gözünün birini vermiş. Suyu içmiş. Biraz daha gitmişler. Kız, yine susamış: -Ay aba bir su içiriver. demiş. O da: -Öteki gözünü de ver, içireyim. demiş. Kız, o gözünü de vermiş, suyunu da içmiş. Gözlerinin ikisini de alınca, kızı Arabadan indirip. Arap kızı, onun urbalarını giymiş, kuşanmış. Beyoğlunun yanına kendi gelin olmuş gitmiş. . Sığır güden bir çoban varmış. Kız, görmezmiş de sesini duyarmış. Çobanın sesini duyunca: -Ay çoban! Beni al da götür. -Ben çok garibim. Üç kızım var, bir de sen olursan besleyemem. -Ben sizi de beslerim kendimi de beslerim. Aman çoban beni al git. demiş. Çoban kızı eşeğe bindirmiş, götürürken karısı görmüş. Karısı: -Viri! Bir kör daha mı buldun, nasıl besleyecen? -Aman karı bir dur. Bu bizi de besleyecek, kendini de. demiş. Kızı eşekten indirmişler. Eve çıkarırken, arkasından altınlar saçılırmış. Adam çobanlığı bırakmış. O kızı debenletirler, altınları toplarlarımış. Kız, epey durmuş: -Bir gülüşelim de gül açsın demiş. Gülüşmüşler, gül açmış. Kız, sığır çobanına: -Bu gülleri, göz karşılığında satmaya git. demiş. Çoban, gitmiş: -Göz karşılığında gül satarım. diye bağırırken, Arap kızı, koşmuş gelmiş. Gözü vermiş gülü almış. Beyoğlu’na: -Aşağıya indim. Güldüydüm gül açtı. deyip gülleri vermiş. Sığır çobanı, eve gelmiş. Arap kızından aldığı gözü, kızın gözüne takmış. Ertesi gün sığır çobanının kızlarıyla suya gitmiş. Gittiği yerde altınlar saçılırmış. Beyoğlu o kızı görmüş. -Benim dediğim kız buydu. demiş. Sığır çobanına dünür yollamış. Sığır çobanı kızı vermiş. Beyoğlu, kırk gün kırk gece düğün yapmış. Kız, güldükçe gül açılmış. Ağladıkça inci dökülmüş. Gezdikçe altın saçılmış. Öylece epey zaman geçmiş. Arap kızı: -Sen geleli epey oldu. Kalk saçını yüyelim de bir tarayıvereyim. demiş. Saçını tararken tarağı, kızın başına saplamış. Kız, kalkmış. Kuş olmuş uçmuş gitmiş. Beyoğlu’nun oğlan kardeşi koyun çobanıymış. Mor koç, varmış. Onun üstüne kuş binmiş: -Beyoğluyla Arap kızı iyi mi iyi mi? deyip uçar gidermiş. Ertesi gün yine aynı şeyi yapınca, oğlan ağasına varmış: -Ağa bizim mor koçun üstüne her gün bir kuş gelir konar. ‘Beyoğlu’yla Arap kızı iyi mi iyi mi?’ der uçar gider demiş. Beyoğlu bu kuşu nasıl tutacağız diye herkese danışmış. Biri: -Koçun sırtına katran sür. Kuş, kondu mu katran yapışır. Kuş da kaçamaz. demiş. Adamın dediğini yapmışlar. Kuş, gelmiş konmuş. Tam kaçacağı sırada, Beyoğlu gelmiş kuşu yakalamış. Almış, gelmiş kafese koymuş. Gece gündüz o kuşun başında durur kuşu yemlermiş. Arap kızı: -Herif ben pek hastayım. Aşererim benim canım bu kuşu ister. Kes de yiyeyim. -Kuşu kesmem. Gebersen yine kesmem. demiş. Beyoğlu, çifte gittiği zaman: -Kuşun ölüyordu, kuşu kestim. diye kuşu kesivermiş. Tüylerini paklamış da evin yanına atıvermiş. Kuşun tüyleri, sabaha kadar söğüt ağaçlarına dönüşmüş. Beyoğlu onun gölgesine bir yatak kurup, yatarmış. O ağaçlar, Beyoğluna gölge oluverirmiş. Arap kızına katiyyen gölge olmazmış. Arap kızı: -Şu ağaçları keselim de eve koca bir kapı yaptıralım. Kapısız olmuyor. demiş. Ağaçları kesmişler. Büyük bir kapı yaptırmışlar. Kapı, Beyoğlu geldi mi kendiliğinden açılır, Arap kızı geldi mi katiyyen açılmazmış. Derken bir gün Beyoğlu’nu bir düğüne okumuşlar. Beyoğlu’yla Arap kızı da düğüne gitmişler. Orada herkes eş eşiyle oynarmış. Kız da düğüne gelmiş. Arap kızına: -Kalk sen de oyna. demiş. -Kalkıver de sen oyna. deyince kız kalkmış. Beyoğluyla oyun oynamış. Onlar tekrar buluşmuşlar. Arap kızının da kıçına bir tekme vurup oradan kovmuşlar.
Gülen Gül Ağlayan İnci
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Asker Karısına İftira İki kardeş varmış. Büyük oğlan evliymiş. Askere gidecekmiş. Giderken kardeşine: — Aman kardeş! Karım Allah ile sana emanet, deyip, askere gitmiş. Aradan bir ay geçmiş, iki ay geçmiş. Oğlan, geline göz etmiş: — İlle bana yakın ol, demiş. Gelin de: — Ben sana niye yakın olayım? Ağan beni sana emanet etti. Ağana ihanet mi edeceksin? deyip, oradan kaçmış gitmiş. Giderken, adamın birinin bir borcu varmış. Borcunu ödeyemedi diye yakalamışlar, asacaklarmış. Gelin: — Bir adam, borcunu ödemedi diye hiç asılır mı? Kaç lira borcu varsa ben ödeyeyim, demiş. Adamın borcunu da ödeyip, adamı asılmaktan kurtarmış ve oradan uzaklaşmış. Adam kurtulunca gelinin arkasından koşmuş. Onu yolda yakalamış ve: — İlle bana yakın ol, demiş. Gelin, "Olmam" deyince: — Madem yakın olmayacaktın, beni ne diye kurtardın? demiş. Gelin: — Senin duanı alayım diye kurtardım, demiş. Bunun üzerine adam: — Ben seni satacağım, deyip, gelini elli askere satmış. Elli asker, "İlle oynayacaksın" diye döverlermiş. Gelin oynamayınca, elli asker, yüz askere satmış. Onlar da gelini oynatacağız diye döverlermiş. Gelin, bunun üzerine bir dua etmiş. Yüz askeri batırmış. İnisiyle, asılmaktan kurtardığı adamın da gözleri kör olmuş. Gelin, oradan bir askerin elbiselerini giyip, karakola gelmiş. Kocası da orada askerlik yaparmış. Orada dururken, dua ile körü, topalı iyi etmeye başlamış. Kocası, bir gün izinli olarak evine gitmiş. Eve varmış karısı yok. Kardeşinin de gözleri kör olmuş. Kardeşine: — Ne oldu sana böyle? diye sorunca. Kardeşi de: — Karın vefasız çıktı. Sen askere gittikten sonra o da çıktı gitti. O gittikten sonra da benim gözlerim kör oldu, demiş. Oğlan, kardeşini almış. Gözlerini iyileştirmek için askerlik yaptığı yere giderken, yolda borcunu ödemeyen adamı da yanlarına almışlar. Birlikte karakola gelmişler. Karakola varınca gelin ikisini de tanımış ve onlara: — Gözleriniz niye kör oldu? Olanların hepsini doğru olarak anlatacaksınız. Ondan sonra ben dua edeceğim. Siz de amin diyeceksiniz, demiş. Oğlanla adam, geline yaptıklarını bir bir anlatmışlar. Gelin dua etmiş. Onlar, amin demişler. İkisinin de gözleri açılmış. Gelin, daha sonra kafasından şapkasını çıkartmış ve : — İşte ben sizin yakınlık istediğiniz gelinim, demiş. O zaman büyük oğlan karısını tanımış. Gelin: — Şimdi ben abdest alıp iki rekat namaz kılacağım. Ondan sonra ruhumu teslim edeceğim. Sen benim cenazemi kaldır ve köye dön, demiş. Gelin dediği gibi yapmış. Gelin, ölünce, oğlan cenazeyi kaldırmış ve köyüne dönmüş.
Asker Karısına İftira
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Şah İsmail ve Gülizar Bir varmış bir yokmuş... Deve dellal iken, sinek berber iken, az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Altı ay bir güz gittim. Döndüm arkama bir baktım, bir arpa boyu yol gitmişim. Orada dinlendim, otururken... Bir padişahın hiç çocuğu olmazmış. Bir de atı varmış, hiç kunnamazmış. Allah’a yalvarırmış. –Allah’ım bana bir evlat ver, dermiş. Bir gün, Hızır, insan sıfatında padişahın huzuruna çıkmış ve padişaha: –Şu elmayı al. Yarısını karına yedir, yarısını kendin ye, kabuklarını da atına yedir. Senden bir oğlan çocuğu olacak. Kısrağın da bir tayı olacak. Ben gelmeden bunlara isim koyma. Ben gelip onların isimlerini koyarım, demiş ve kaybolmuş. Aradan zaman geçmiş. Padişahın bir oğlu olmuş. Kısrağın da bir tayı olmuş. Çocuk ve tay birlikte büyümüşler. Çocuk büyünce babasına: –Herkesin bir adı var benim niye yok? – demiş. Padişah bunun üzerine bütün halkı toplayarak çocuğa ad koymaya karar vermiş. Tam bu sırada Hızır çıkıp gelmiş: –Çocuğun ismi Şah İsmail, tayın adı da Kamertay olsun, deyip, gitmiş. Çocuk büyümüş, okula gitmiş. Sık sık Kamertaya binermiş. İyi bir silâhşör olmuş. Sırtı hiç yere gelmiyormuş. Bir gün önüne bir güvercin çıkmış. Güvercin nereye giderse o da onun peşinden gitmeye başlamış. Gide gide güvercin bir yörük çadırına girmiş. Çocuk ta çadırın kapısına varmış. Hemen atından inmiş. Yörüğün Gülizar isminde bir kızı varmış. Oğlan Gülizarı görünce şuurunu kaybedip orada düşüp bayılmış. Orada yörük karısının birisi: –Kızım şu oğlan seni görünce bayıldı. Göğüslerini çıkart da yüzüne sürüver. Ayılsın ve buradan gitsin, demiş. Kız, bunun üzerine oğlanın yanına gidip göğüslerini oğlanın yüzüne sürmüş. Oğlan ayılmış ve atına binip geri gitmiş. Kızı aklından çıkaramayan oğlan eve gelince babasını dünür yollamış. Yörüğün kızını vermeye gönlü yokmuş. Bir gece göçü toplayıp, oradan gitmişler. Kız da, oğlana yangınmış. Oradan ayrılırken bir not bırakmış: –Sağa sağa gel, sora sora gel, Hindistan’a gel. Yazılı bir kağıdı ocak taşının altına kıstırmış. Bir de bunun yanına, bir tarakla bir de ayna bırakıp gitmiş. Sabah olmuş, oğlan bir geliyor ki kimse yok. Oralara bakarken kızın kendisine bıraktığı notla birlikte tarak ve aynayı bulmuş. Oğlan, atına binmiş ve yollara düşmüş. Giderken bir saraya rastlamış. Sarayın penceresinde bir kız, ağlayıp duruyormuş. Oğlan: –İn misin cin misin? Bu sarayda tek başına ne yapıyorsun? diye sorunca, kız: –Benim adım Gülperi. Bir dev bana musallat oldu. Benim yedi kardeşim var. Kardeşlerim devle savaşmaya gittiler, demiş. Oğlan, savaş yerinin neresi olduğunu öğrenip oraya varmış. –Orta yere bir selam verip, selamı kim alırsa karşı tarafla savaşacağım, demiş. Ortaya geçip bir selam vermiş. Oğlanlar selamı alınca devle savaşmaya karar vermiş. Devin karşısına çıkmış. Deve ilk hamleyi yapmasını söylemiş. Dev üç hamle yaptığı hâlde yine de becerememiş. Sıra oğlana gelmiş. Oğlan, bir hamlede devi yere serivermiş. Oğlanlar: –Sen bizi devden kurtardın. Biz sana kız kardeşimizi vereceğiz, demişler. –Tamam. Kız kardeşinizi alayım ama benim başımda şöyle şöyle bir iş var. Eğer ölmez sağ kalırsam, gelir kızı alır giderim, deyip tekrar yola düşmüş. Giderken bir memlekete varmış. Oranın şahının da bir kızı varmış. Kız, tılsımlıymış. Tılsımı giydiği zaman bir Arap Üzengi olur. Cenk elbisesini giydiğinde kimse onu yenemezmiş. Şahın da bir ahdi varmış: –Kim benim kızımı yenerse kızımı ona vereceğim, demiş. Oğlan, oraya vardığında onu karşılamışlar: –Sen hangi cesaretle buraya geldin. Buraya gelen sağ gitmiyor. Durum böyle böyle.., demişler. Oğlan, –Bir de ben boyumu ölçeyim demiş ve şahın huzuruna çıkmış. Şah: –İşte benim kızım. Bununla bir cenge tutuşacaksın. Eğer kızımı yenersen kızımı sana vereceğim. Eğer yenemezsen seni cellat edeceğim, demiş. Kız, tılsımını giymiş. Atına binip kılıcını kalkanını alıp meydana çıkmış. Oğlan da kılıcını kalkanını alıp meydana çıkmış. Kıza: –Et hamleni, demiş. Kız, üç hamle ettiği hâlde becerememiş. Oğlan: –Tedbirini al, deyip bir hamle etmiş ve kızı attan düşürmüş. Hemen ümüğüne çökmüş. Kız: –Canıma kıyma. Tamam sen kazandın, deyince, kızı kaldırmış. Şah: –Tamam. Bu kız senin hakkın. –Benim başımda şöyle şöyle bir iş var. Sağ olur da kalırsam dönüşte kızını öyle alırım, demiş. Hindistan yoluna tekrar düşmüş. Hindistan’a varmış. Yörüğün çadırını bulmuş. Gülizar’a düğün oluyormuş. Oradan bir kadına sormuş. Tarakla aynayı kadına verip, bunu Gülizar’a göster demiş. Kadın Gülizar’ın yanına varmış. Tarakla aynayı kıza göstermiş. Kız hemen bunları tanımış. Kadınla anlaşıp gece onunla kaçmışlar. Dönüşte Arap Üzengiyi de alıp yola düşmüş. Oranın halkı –Sen burada bir sürü halk dururken bir Osmanlıya kızı verdin, deyip şahı kışkırtmışlar. Şah da oğlanın arkasından bir ordu göndermiş. Bir ağacın altında dinlenirlerken, Arap Üzengiye, babasının arkalarından asker gönderdiği malûm olmuş. Bir baksa kara bulut gibi asker arkalarından geliyormuş. Hemen oradan kalkıp orduyu ilerde karşılıyor. Babasının askeriyle harp ediyor. Bu arada oğlan uyanmış. Bir bakmış ki, kan gövdeyi götürüyormuş. Oğlan da kızın yanında harbe girmiş. Askerler bitince, ikisi de kan revan içinde birbirlerine hamle etmişler. İkisi de birbirlerini tanıyamamışlar. İkisi tutuşmuşlar. Bu sefer kız oğlanı bastırmış. Oğlanı altına aldıktan sonra, kız tılsımını çıkarınca, birbirlerini tanımışlar. Ama, bu arada oğlan yaralanmış. Çadıra gelmişler. Oğlanın yaralarını sarmışlar. Atlarına binip, öbür kızı da alıp yola düşmüşler. Memleketlerine yaklaşınca, saraya geldiklerine dair haberci yollamışlar. Oğlanın anası hemen karşılamaya gelmiş. Oğlunun yanındaki kızları görünce çok beğenmiş. Hemen saraya dönüp, padişaha: –Oğlun üç gelin getirmiş. Biri birinden güzel. Biri de tam sana şayan, adı da Gülizar, demiş. Oğlan, saraya gelmiş. Padişah Gülizar’ı oğlunun elinden almak için olmayacak bir istekte bulunmuş. –Şu saate kadar bu işi becerdin, becerdin, beceremedin cellatsın, demiş. Oğlan, babasının isteğini yerine getiremeyince, oğlunu cellatlara teslim edip: –Öldürün bunu, demiş. Cellatlar oğlanı alıp götürmüşler. Fakat öldürmeye kıyamamışlar. Gözlerini çıkarıp bir kör kuyuya atmışlar. Kanlı gömleğini de alıp, padişaha teslim etmişler. Padişah Gülizar’ı almaya gelmiş. Arap Üzengi tılsımını giyip karşına dikilmiş ve padişahın gelen askerini kırmış, dökmüş. Oğlan, kuyunun içindeyken, bir güvercin kuyunun üstünden gelip geçiyormuş. Geçerken bir tüy düşürmüş. Bu arada oğlana Allah’tan bir nida gelmiş: –Sağ gözün sağ cebinde, sol gözün sol cebinde, gözlerini al, yerlerine koy. Güvercin tüyünü de gözüne çalıver. Gözlerin görecek. Oğlan söylenenleri yapmış ve gözleri açılmış. –Şimdi kuyudan nasıl çıkacağım derken, kuyuya inip çıkıp duran bir ejderhanın kuyruğuna yapışmış. Kuyudan böylece çıkmayı başarmış. Hemen saraya varmış. Arap Üzengi bütün askeri kırmış geçirmiş. Padişahı da altına almış. Kılıcını çekmiş, öldürmüş. Oğlan, saraya gelince, her birine ayrı ayrı kırk gün kırk gece düğün etmiş. Üçüyle de evlenmiş. Onlar ermiş muradına biz gidelim Bolavadin’e...
Şah İsmail ile Gülizar
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Ayıcıların Yanındaki Ana Bir varmış, bir yokmuş... Bir dul karının bicecik oğlu varmış. Oğlan, evlenmiş. Oğlan, köylere çorap eskisi satmaya gidermiş. Gelinle kaynana evde yalnız kalmışlar. Gelin: -Ana sen niye boş boş duruyorsun. Sana bir halı çözüvereyim de doku bari. -Yavrum ben bilmem, gözüm görmez. dediyse de, gelin: -Görür görür. diyerek anasına bir halı çözüvermiş. Kadın, halının başına geçmiş, bakarmış. Bu arada oğlan eve gelmiş: -Ne ediyon sen ana? -Oğlum, gelin halı çözüverdi. Halı dokurum. demiş. Oğlan, karıya: -Benim anama nasıl halı dokutursun diye hemen boşamış. Oğlan, başka biriyle daha evlenmiş. Yine çorap eskisi satmaya gitmiş. Yeni gelinle kaynana evde yalnız kalmışlar. Gelin: -Ana sen niye boş oturuyorsun. Altına beş on yumurta koyayım da çıkar bari. demiş. Kaynanasının altına yumurtaları koymuş. Kadın, üç hafta yumurtaların üstünde yatmış. Bülüçler -cik cik diye çıkmış. Kadın, -gurk gurk der, bülüçleri gezdirirmiş. Oğlu işten gelince: -Ana ne işlersin? -A yavrum! Gelin bastırdıydı, çıkardım da onları güderim. demiş. Oğlan, hemen o karıyı da boşamış. Oğlan, az durmuş, uz durmuş, bir daha evlenmiş. Yine çorap eskisi satmaya gitmiş. O köye, bir ayıcı gelmiş. Gelin ayıcıya giderek: -Aman bizim evde bir koca karı var. Bir oyun bilir, bir tef bilir, bir türkü bilir. Siz onu aldınız mı çok para kazanırsınız. demiş. Ayıcıları eve getirip, kaynanasını göstermiş. Ayıcılara çok bir para ile kaynanasını satmış. Ayıcılar karıyı almış gitmişler. Gittiği köylerde karı, ayıyla oynarmış. Oynarken de: -Halı dokuması, halı dokuması, Bülüç çıkarması da bülüç çıkarması Ne zorumuş ayıyla oynaması. dermiş. Ayıcılar bu arada kadının oğlunun çalıştığı köye varmışlar. Kadının hem ağlayıp hem oynadığı, bu arada duyulmuş. Oğlan da kalkmış, seyretmeye gitmiş. Baksa ki, anası. O ona ağlamış, o da ona. Ayıcılara anasının iki katı ağırlığınca altın verip, almış eve gelmiş. Karısı da keçiyi öldürmüş. Koca kapının önüne gömmüş. Bir toprak yığını yapmış. Oğlan: -Anam nerde? Ben çok özledim. -Anan öldü de daha şoraya gömdüm. deyip kapının önündeki toprak yığınını göstermiş. Oğlan da: -Ben anamı çok özledim. Mezardan çıkar da son bir kez göreyim. demiş. Mezarı kazmışlar bakmış ki, bir tüylü keçi. Kadın: -Vili! Anan bir tüylü keçi mi olmuş? deyince oğlan anasını gösterip: -Bak anam burada. demiş ve o karıyı da boşamış. Hayat boyu evlenmemeye karar vermiş. Anasıyla birlikte mutlu bir şekilde yaşayıp giderlermiş.
Ayıcıların Yanındaki Ana
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Fatmacık ve Tepegöz Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Bir Fatmacık varmış. Fatmacığın anası ölmüş. Üvey anasının yanında yaşarmış. Üvey anası, babasına: –İlle bu Fatmacığı dağa bırak gel. –Nasıl olur, evlat bu atılır mı? –İlle atacaksın, demiş. Adam, bir gün Fatmacığı yanına almış oduna götürmüş. Adam çocuğu oraya bir yere oturtmuş. Bir kabağın içine de su koymuş, kavağın dalına asıvermiş. Kabağa yel vurdukça kavağa vurur tak tak ses çıkarırmış. Adam çocuğu orada bırakıp gitmiş. Çocuk da, kabak tak tak ses çıkardıkça babası orda odun eder sanırmış. Akşam olup canavarlar uluşmaya başlayınca kız korkmuş. Sesin geldiği yere doğru gitmiş. Bir bakmış kavağın dalındaki kabak, yel estikçe ağaca vuruyor tak tak ses çıkarıyor. Fatmacık o zaman: –Tak tak eden kabacığım. Beni aldatan babacığım. Şimdi ben nereye gideceğim Allah’ım bana yardım et, demiş. Dağda yalnız başına dolaşırken, karşıda küçük bir evin ışığını görmüş. Işığa doğru ilerlerken önüne bir bunar gelmiş. Bunar çamur içindeymiş. Bunar: –Şu gözümü pakla. Üç avuç da suyumu iç, demiş. Fatmacık bunarın gözünü paklamış. Üç avuç da suyunu içmiş. Az öteye varmış. Bir uyuz beygir yayılırmış: –Fatmacık abla! Çok üşüdüm. Şu çulumu doğrultuver de sana dua edeyim, demiş. Onun da çulunu doğrultmuş. Işık yanan eve varmış. Orada bir koca karı otururmuş. Kapıya varmış ve kapıyı çalmış. Kocakarı: –Kimsin sen? –Ben kimse değilim. Adım Fatmacık. Benim üvey annem var, beni babama attırttı. Babam da bu ormanın içine bıraktı gitti beni. Şimdi canavarlar yiyecek. Işığı görünce buraya geldim demiş. Kadın, Fatmacığı içeriye almış oturtmuş. Yedirmiş, içirmiş. Sabah olunca kalkmışlar. Kadının evinin önünden küçük bir çay geçermiş. Vakit vakit türlü türlü dualı sular geçermiş. Kadın: –Yavrum şu başıma bir bakıver, demiş. Fatmacık oturmuş kadını dizine yatırtmış, başına bakıverirmiş. Kadın: –Kızım bir kara su gelir, hiç seslenme. Bir gök su gelir hiç seslenme. Bir sarı su gelir, o zaman koca ebe kalkıver de, demiş. Kara su gelmiş hiç seslenmemiş. Gök su gelmiş. Hiç seslenmemiş. Sarı su gelince kocakarıyı kaldırmış. Kocakarı hemen kalkmış. Fatmacığın her iki yanını da suyun içine batırmış. Fatmacığın her yanı sarı altın, kuruş olmuş. –Haydi kızım. Şuradan in çık git evinize. Hiç korkma, bir şey olmayacak sana, demiş. Fatmacık düşmüş yola gidermiş. Babasının da evde bir horozu varmış. O gün üvey annesi ekmek edermiş. Üvey annesinin de bir kızı dünyaya gelmiş. Tepesinde bir gözü varmış. Fatmacık eve yaklaşınca horoza malûm olmuş. Horoz gider gelirmiş: –Gıygı gıygı! Fatma ablam geliyor. Sağ yanı sarı lira, sol yanı gök kuruş, derimiş. Üvey ana da: –Tü ellere kalasıca! Fatma ablanın kemikleri de kalmadı. Canavarlar yedi onu, demiş. Derken, Fatmacık her yanı ciril ciril çıkmış gelmiş. Kadın: –Herif herif! Sen bunu öldürmedin de böyle altın kuyulara mı batırdın? Bunu nereye koyduysan ille Tepegözü de oraya koy gel, demiş. Ertesi gün adam Tepegözü de aynı yere bırakmış eve gelmiş. Aynı Fatmacık gibi o da hava kararınca ağlamış ağlamış nereye gideceğini şaşırmış. Derken o evin ışığını görmüş. Eve doğru giderken o bunar denk gelmiş. Bunar ona: –Tepegöz, gözümü ayıkla. Üç avuç da suyumu iç. –Gözüne bilmem ne edem. Ne gözünü ayıklayacağım. Ellerim çamur olur, deyip yürümüş gitmiş. İlerde beygire rastlamış. Beygir: –Tepegöz abla çulumu doğrultuver de sana dua edeyim. –Çulun tanalasın. Ben senin çuluna mı ellerim? Hey uyuz beygir, demiş. Ona da ellememiş. Koca karının evine misafir olmuş. Kadın, yedirmiş içirmiş, yatırmış. Sabah olunca: –Gel yavrum. Başıma bir bakıver. –Ben senin bitli başına ellemem, demiş. Kadın, o zaman: –Şu derenin önünde otur. Bir sarı su geçer hiç seslenme. Bir kara bir gök su geçer. O zaman beni çağırıver, demiş. Bir sarı su geçmiş hiç seslenmemiş. Bir kara, bir gök su geçince, kocakarıyı çağırmış. Kadın, Tepegözün bir bir yanını batırmış, bir de bir yanını batırmış. Tepegözün bir yanı ilan olmuş bir yanı çıyan olmuş: –Haydi kızım in de git artık, demiş. Kız, evlerine yaklaşınca horoz yine ötmeye başlamış: –Gıygı gıygı! Tepegöz ablam geliyor. Bir yanı ilan, bir yanı çıyan, dermiş. Tepegöz eve gelince kadın herifine çekişirmiş: –Sen kendi kızını altına kuruşa batırdın da, benim kızımı yılanla çıyana batırdın, dermiş. Yabanlardan da beylerin paşaların oğlu Fatmacığı istermiş. Tepegözü hiç isteyen yokmuş. Kadın, Tepegözü istemedikleri için Fatmacığı vermeye razı olmazmış. Derken Fatmacığı bir Beye vermişler. Kırk gün kırk gece davul çaldırmışlar. Gelin çıkımı gün, üvey anası, Fatmacığı kara kuyuya indirmiş. Duvağı kendi kızına giydirmiş. Gelin almaya gelmişler. Horoz damda bağırırmış: –Gıygı gıygı! Tepegöz ablam gelin oluyor. Üvey anası, Fatmacık ablamı kara kuyuya indirdi. Oradan birisi horozun dediklerini duymuş: –Ya bu kız bizim alacağımız kız değil, dediyse de odur deyip gelini almış gitmişler. Damat, gerdek odasında bir baksa ki tepesinde bir gözü var: –Benim beğendiğim kız bu değil. Benim Fatmacığım güzeldi, demiş. Geri almışlar gelmişler. Tepegözü evine bırakıvermişler. Üvey anaya zorla Fatmacığı kuyudan çıkarttırmışlar. Bey Fatmacığı almış evine götürmüş, onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Fatmacık ve Tepegöz
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Tanınmayan Savaşçı Bir varmış, bir yokmuş... Bir padişahın üç güzel kızı varmış. Kızların evlenme çağı gelmiş. Sarayın önünden geçen ahalinin üstüne, ellerindeki ayvaları atıp, kimin başına düşerse, onunla evlenmeye karar vermişler. Büyük kız, elindeki ayvayı bir atmış, zengin bir adamın kafasına düşmüş. Ortanca kız atmış onunki de zengin bir adamın kafasına düşmüş. Küçük kızın attığı ayva ise, Keloğlan’ın başına düşmüş. Etraftan "Olmaz" demişler. Bunun üzerine küçük kız ayvayı tekrar atmış. Yine Keloğlan’ın başına düşmüş. Bir daha "Olmaz" deyip, kıza bir daha attırmışlar. Yine Keloğlan’ın başına düşünce, kız: –Bu benim kısmetimmiş, deyip Keloğlan’la evlenmeye karar vermiş. Padişah, büyük ve ortanca kızlarına, kırk gün kırk gece allı şanlı bir düğün yapmış. Küçük kızı da Keloğlan’la öylece evlendirivermiş. Padişah küçük damadını, devamlı olarak, hakir görür. Büyüklere her türlü ihtimamı gösterirmiş. Gel zaman git zaman... Padişaha, komşu devletlerden, bir savaş ilan edilmiş. Padişah, büyük ve ortanca damada her türlü silâhı ve en iyi atları vermiş. Keloğlan’a da bir topal at vermiş. Büyükler iyi atlar ve silâhlarla yola çıkmışlar. Keloğlan’a da: –Bu at ve silâhla savaşa mı gidilir? Sen geri dön demişler. Büyükler atlarını önden sürüp gitmişler. Keloğlan da arkalarından atını sürmüş. Bir tepenin arkasında, cebinden tılsımlı bir tüy çıkartıp, tüyü tüye çalmış. O anda kabadayı bir delikanlı, savaşçı olmuş. Savaş meydanına gelmiş. Kendi kendine: –Savaş meydanının ortasına geleceğim. Ortaya bir selam vereceğim. Hangi taraf selamımı alırsa, karşı tarafla savaşacağım, demiş. Savaş meydanının ortasına gelip, selamını vermiş. Kayınpederi selamını alınca, karşı tarafla savaşmaya başlamış. Karşı tarafa büyük zayiatlar verdirmiş, bozguna uğratmış. Bu arada kolundan ufak bir yara almış. Bir aglap ağacının altına oturup, yarasını sarmakla uğraşırken, padişah yanına gelmiş. Hanımının hediye ettiği, altın işlemeli mendili, o yiğidin yarasına sarmış. Padişah ve ordusu oradan ayrılmış. Keloğlan, orada tüyü tüye tekrar çalmış ve tekrar bir topal atın üstünde, Keloğlan, hâline dönmüş. Padişah ve ordusu dönüşte, yolda ona rastlayınca: –Nereye gidiyorsun? –Savaşa gidiyorum, deyince, padişah: –Dön ulen! Savaş bitti, biz galip geldik, demiş. Böylece saraya geri dönmüşler. Dönüşte, padişah, büyük ve ortanca damatlarını hediyeye boğmuş. Keloğlan’a hiçbir şey vermemiş. Padişahın hanımı, büyük kızın evine varmış. Bir dağınıklık görmüş. Ortanca kızın evine varmış. Yine bir dağınıklık görmüş. Küçük kızın evinde ise bir tertip bir düzen varmış. Keloğan’ın yaralı kolundaki, kanlı, altın işlemeli mendili görmüş. Kocasına bunu söylediyse de, padişah buna inanmamış. Keloğlan’ı yine hakir görmeye devam etmiş. Gel zaman, git zaman, padişahın gözleri kör olmaya başlamış. Büyük damat: –Bir yerde iyi bir hekim var. Onu alayım geleyim. Senin gözlerini açar, demiş. Ortanca da: –Falan yerde iyi bir hoca var. Onu getireyim. Senin gözlerini açar, demiş. Büyükler böylece hekim ve hoca bulmak üzere yola çıkmışlar. Keloğlan da arkalarından gitmiş. Yolda tüyü tüye çalıp, bir yörük beyi sıfatında büyüklerin önüne geçmiş: –Nereden gelip, nereye gidersiniz? diye sormuş. Büyükler, ne için yola düştüklerini anlatınca: –O ilâç bende var. Yarın Gelincik Ana’da, benim obam var. Oraya gelin. Ben size ilâcı vereyim. Babanızın gözleri açılır, demiş. Yörük Beyi, obaya gelmiş. Sütleğenden bir ilâç yapmış. Büyük damatlar obaya gelince, onları karşılamış. İzzet ikramda bulunmuş ve yaptığı ilâcı onlara vermiş. Yaptığı ilâç da ışılayan gözü kör eden bir ilâçmış. Büyükler, borçlarını sorunca, Yörük Beyi, olmayacak miktarda bir para istemiş. Büyükler: –Bizde bu kadar para yok, deyince: –Ben sizin kıçınıza bir mühür basayım. İlerde sizi bu mühürden tanırım. Borcumu da alırım, demiş. Büyükler, buna razı olunca, onların kıçlarına çıkmayacak bir mühür basmış. Onları uğurlamış. Büyükler ilâcı bulduk diye sevinerek saraya gelmişler. Büyük damat ilâcı padişahın gözüne çalınca, az gören gözleri iyice zayıflamış. Ortanca damat elindeki ilâcı sürünce, padişahın gözleri, iyice kör olup, çanak hâline gelmiş. Keloğlan, arkadan gelip: –Bir de benim ilâcı sürelim, deyince, padişah: –Büyüklerin getirdiği ilâç gözlerimi çanak etti. Senin getirdiğin ilâcın ne faydası olacak. Git şuradan, demiş. Keloğlan, ısrar edince: –Ne olacak. Zaten gözlerim çanak oldu, deyip, Keloğlan’ın ilâcını da gözlerine sürdürmüş. Padişahın gözleri o ilâçla hemen açılmış. Keloğlan, o zaman, savaşta olan olayları anlatmış. Savaşta düşmanı bozguna uğratanın, kendisinin olduğunu söyleyip, padişahın savaşta yarasına sardığı mendili göstermiş. Padişahın hanımı da önceden gördüğü için bunu tasdik etmiş. Sonra: –Büyük ve ortanca damada ilâçları veren Yörük Beyi bendim. Onlardan büyük bir miktar para istedim. Veremeyince kalçalarına bir mühür bastım, demiş. Damatların kalçalarını açıp bakmışlar ve mühürleri görmüşler. Padişah, o zaman Keloğlan’a: –Yavrum dile benden ne dilersen. –Ben senin küçük kızınla bizi hakir görmeden, sarayın bir köşesinde mutlu bir şekilde yaşamak istiyorum diye cevap vermiş. Padişah büyük ve ortanca damadı zincire vurup zindana attırmış. Keloğlan’la küçük kıza kırk gün kırk gece düğün yapmış: –Benden sonra padişah Keloğlan’dır, demiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine. Dün ben oradaydım. Düğünden yenicecik geliverdim...
Tanınmayan Savaşçı
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Hesap Fakirin birisi lokantaya gitmiş. İki yumurta istemiş. Yumurtaları yedikten sonra, lokantacıya borcunu sormuş. Lokantacı: –İki lira, deyince: –Yahu iki yumurta iki lira mı eder? Olsa olsa on kuruş eder. Sen ne diyorsun? Bunun üzerine lokantacı: –Sen bu yumurtaları yemeseydin, ben kuluçkaya yatırırdım. Ya iki tavuk olurdu, ya da iki horoz. Bunları satar iki lira kazanırdım, demiş. Fakir, borcunu ödeyememiş. Mahkemeye düşmüşler. Fakir, İncili Çavuş’u kendine vekil tayin etmiş. Lokatacıyla fakir, hâkimin huzuruna çıkmışlar. Fakirin vekili olan İncili Çavuş mahkeme salonuna bilerek biraz geç gelmiş. Hâkim: –Nerede kaldın İncili Çavuş? Dava aleyhinize sonuçlanıyordu. –Hâkim Bey, benim çok çocuğum var. Leblebiyi çok seviyorlar. Kazandığım paranın yarısı onların leblebisine gidiyor. İki kilo leblebi aldım. Evin önünde küçük bir bahçe var. Oraya leblebi dikiyordum. Bu sebepten biraz geç kaldım deyince, Hâkim: –İncili Çavuş, adamla dalga geçme. Hiç kavrulmuş leblebi biter mi? –Öyleyse Hâkim Bey, pişmiş yumurtadan civciv çıkar mı da bu fakiri burada üzüyorsunuz? Beşerden on kuruş, iki yumurta parasını ödesin dava da burada sona ersin, demiş. Hâkim davayı fakirin lehine sonuçlandırmış.
Hesap
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Kamıştan At Behlül Dânâ, kamıştan bir değneğe at diye biner o yana bu yana seyidirmiş. Kardeşi Harun Reşit: – Ağa etme. Benim gururumla oynama. Beni küçük düşürme. Değnekten at olur mu? – Atla arkama yum gözlerini. Harun Reşit, değnekten atın arkasına gözlerini yumup atlamış. Gözlerini açtığında hiç tanımadığı bir yerde bulmuş kendisini. Dolaşırken bir ihtiyara: – Harun Reşit’in ülkesi nerede biliyor musun, demiş. – Bilmiyorum ama Senget’te 100 yaşında bir ihtiyar var o bilir. Harun Reşit Senget’e varıyor. Saçları bembeyaz bir ihtiyar. Ona sormuş. O da bilmediğini, fakat, Uluborlu’da 200 yaşında bir ağabeyinin olduğunu, onun bileceğini söylemiş. Oradan Uluborlu’ya varmış. Saçları ala kırlı bir ihtiyar. Ona sormuş. O da bilmediğini ama Keçiborlu’da 300 yaşında bir ağabeyinin olduğunu, onun bileceğini söylemiş. Keçiborlu’ya varmış. Saçı, sakalı simsiyah bir ihtiyar. O da: – Ben de bilmiyorum. Ama, buraya cuma günü bir hoca gelir. Ona soralım, deyip, misafiri olmasını istemiş. Otururken, Harun Reşit: – Ben gelirken senin kardeşlerini gördüm, birinin saçları bembeyazdı, birininki de ala kırlı, sen onlardan yaşlısın, ama senin saçların simsiyah, bunun sebebini bana söyler misin? Adam hanımını çağırmış: – Git aşağıdan bir kavun al gel, misafirimizle yiyelim demiş. Kadın, gitmiş bir kavun getirmiş. Adam: – Bu ham başka getir demiş. Kadın, o kavunu götürüp, bir kavun daha getirmiş. Onu da ham deyip, kadını tam kırk kere aşağıya kavun almaya yollamış. En son getirdiği kavunu alınca: – Hah bu iyi deyip, kesip yemişler. Sonra Harun Reşit’e dönüp: – Git bak aşağıya. Kavun yığılı değil. Kavunun hepsi bu yediğimiz. Ama bu kadın insan evladı. Hiç itiraz etmedi. Kırk kere aşağıya indi çıktı. Yine aynı kavunu getirdi. Senget’deki biraderin hanımı olsa hemen itiraz ederdi, –Aşağıda kavun yığılı değil, al zıkkımlan, derdi. Uluborlu’dakinin hanımı olsa bir iki kere iner çıkar, sonunda o da: –Başka kavun yok al ye, derdi. İnsanı kocatan, saçlarını ağartan hanımıdır demiş. Cuma günü olunca hoca gelmiş. Bütün ahali abdest alıp cami önüne birikmiş. Derken bir toz bulutu hâlinde, kamıştan atına binmiş, Behlül Dânâ gelmiş. Orada camide vaaz vermiş. O zaman Harun Reşit: – Ben ettim sen etme, deyip, Behlül Dânâ’dan özür dilemiş. Tekrar kamıştan ata binip memleketine dönmüş.   *Senget: Senirkent (Isparta’nın ilçesi)
Kamıştan At
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Deli ile Akıllı Kardeşler Evvel zaman içinde kalbur saman içinde... Bir ananın iki oğlu varmış. Biri deli, biri de akıllıymış. İkisi bir arada geçinir giderlermiş. Biri oduna gider, biri de çifte gidermiş. Bir gün deli oğlan, işe gitmemiş: –Bizim oğlan ben anamı bugün yüyüp arıtacam, demiş. Akıllı işe gitmiş. Deli de anasını yümeye* durmuş. Bir, bir yana yatırmış. Bir, bir yana yatırmış da anasını kaynar kazanın içine sokunca öldürmüş. Kurusun diye bir köşeye sorutturmuş*. Eline de bir ekmek vermiş. Ölünce kadının dişleri sırıtmış kalmış. Oğlan da güler zannedermiş. Soruttuğu yerde akşam olunca akıllı eve gelmiş: –Bizim oğlan anam nerde ya? demiş. Deli: –Netcen, yüdüm arıttım. Oraya sorutturdum. Gülüp durur. Eline de yağlı ekmek verdim onu yiyor, demiş. Akıllı dışarıya bir çıkmış. Bir de ne görsün, anası ölmüş. Sabah olunca konu komşuyu ünlemişler. Anamız ölmüş. Yüyüp, yıkayıp, gömelim demişler. Akıllı mezar kazmaya gitmiş. Deli de evde kalmış. Komşulardan biri: –Allah belânı versin! Ay deli oğlan ananı kazana attın da öldürdün mü? demiş. Deli: –Anamı kazana attığımı bir sen mi bildin? deyip ona da bir taş atıp öldürmüş. Anasıyla komşunun bacaklarına bir ip bağlayıp, sürüyerek mezarlığa yaklaşıp, kardeşine bağırmış: –Hey bizim oğlan! Ölü birken iki oldu. Mezarı gen kaz, demiş. Akıllıyla deli anasıyla komşu kadını aynı yere gömüp eve geri dönmüşler. Deliyle akıllı ayrılmaya karar vermişler. Öküzleri bölüşelim demişler. Eski eve giren öküz, eski evin, yeni eve giren öküz yeni evin olsun demişler. Deli: –Yeni ev benim, demiş. –Tamam, demiş akıllı. Öküzleri –ho demişler. Öküzler, eski eve alışık olunca hepsi eski eve girmiş. Yeni eve uyuz bir öküz girmiş. Ertesi gün: –Ben öküzü satacam, deyip, öküzün boynuna bir ip takıp düşmüş yola. Giderken yorulmuş. Bir kavak ağacının altında oturmuş. Öküzü kavağa bağlamış. Kavağın altındaki taşın altından bir keler* çıkmış, kafasını uzatıp kayanın altına girmiş. Keler bir daha kafasını uzatınca, deli: –Öküze vurulduysan bırakıp gidiyorum. Paran yoksa haftaya gelir alırım, demiş ve oradan gitmiş. Akşam olunca canavarlar öküzü orada yemişler. Deli bir hafta sonra varmış. Kelerden öküzün parasını istemiş. Keler, yine taşın altına kaçmış. Deli: –Benim öküzün etini yedin. Paramı çıkar. Valla evini damını yıkarım, demiş. Keler taşın altından çıkmayınca, deli oğlan kelere kızıp kayayı kırmış. Altında bir küp altın bulmuş. Ağasını çağırmış: –Ağa ağa! Ben öküzü bir kelere sattım. Parasını vermeyince evini damını yıktım. Evinde bir küp altın buldum. Gel bölüşelim, demiş ve altını eve getirmişler. Komşudan bir şinik* alıp, altınları bölüşmüşler. Altınları eve koymuşlar. Beraber gurbete çıkmaya karar vermişler. Deli kapıyı sırtına yüklenmiş ve gurbete çıkmışlar. Giderlerken karşılarından kervancıların geldiğini görünce, büyük bir ağacın üstüne çıkıp saklanmışlar. Kervancılar da o ağacın altına gelip, konak durmuşlar. Yemek yemeye oturmuşlar. Deli ağacın üstünde sıkışmış, büyük abdestini bozmuş. Kervancılar da: –Gökten helva yağıyor diyerek yemişler. Biraz zaman geçmiş. Deli oğlan küçük abdestini bozmuş. Kervancılar: –Eyvah yağmur yağıyor diye toplanmaya çalışırken, deli oğlan elindeki kapıyı ağaçtan aşağıya düşürmüş. Kervancılar da: –Eyvah gök göçüyor diyerek, hepsi korkudan orada ölmüşler. Deli oğlan ile akıllı oğlan ağaçtan aşağı inerek, kervancıların yüklerini toplamaya başlamışlar. Büyük oğlan, kervancıların kumaş yükünü toplarken, deli de ekmekleri toplamış. Eve doğru yola çıkmışlar. Yolda büyük oğlan acıkmış: –Hadi yemek yiyelim, demiş. Deli: –Yok, ben ekmek vermem. Bana kumaş verirsen ekmek veririm, demiş. Akıllı kumaş vermiş, deli de ekmek. Oturup yemek yemişler. Biraz daha gitmişler. Bir köye çoban durmuşlar. Deli kuzu güdecekmiş. Akıllı da koyun güdecekmiş. Ağa, deliye: –Kuzuyu sen şu ağacın altına vur. Akıllıya da: –Koyunu sen şu ağacın altına vur, demiş. Koyunu kuzuyu bunlara teslim etmiş. Deli, ağa kuzuyu vur dedi diye, bütün kuzuyu vurmuş vurmuş çaya atmış. Ağa bunun üzerine: –Aman paranızı vereyim de bir gidin, diyerek başından savmış. *sorutmuş: Ayakta bekletmiş. *şinik: Sekiz kiloluk ölçü birimi. *yümek: yıkamak *keler: Kertenkele  
Deli ve Akıllı Kardeşler
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Veled-i Zina Bir koca herifle kadının, bir tanecik çocukları varmış. Bu çocuk veled-i zinaymış. Bir gün ekin biçtirmeye ırgat tutmuşlar. Babası tarladan, çocukla eve haber yollamış: –Git anana haber ver. Irgat acıktı, yemek hazırlasın, demiş. Oğlan eve varmış: –Ana öküzün tekini kesip, pişireceksin. Irgat acıkmış, gelip yiyecekmiş, demiş. Anası da: –Yavrum, öküzü keseceğiz de ekini köye neyle getireceğiz? dediyse de: –Babam öyle söyledi, demiş. Adam tarladan gelmiş. Öküz kesilmiş. Karısına, oğluna kızmış. Ama ne fayda. –Madem öküz kesildi. Git tarlaya, ırgatı çağır da yesinler bari, demiş. Oğlanı tarlaya yollamış. Oğlan tarlaya varınca: –Yolduğunuza, yolacağınıza bir ateş koyacaksınız. Babam öküzü kesti. Gidip yiyeceksiniz. Biz ekin istemiyoruz, demiş. Irgatlar şaşırmışlar. Ama oğlanın dediğini de yapıp, ekini ateşe verip eve doğru yola çıkmışlar. Adam bir bakmış ki, ekin cayır cayır yanıyor. Oğlanı soymuş soğana çevirmiş. Evlatlıktan çıkarmış. Oğlan evden çırılçıplak çıkmış gitmiş. Giderken, bir kadının delikanlı bir oğlu ölmüş. Tavlada atı kalmış, kazıkta urbaları, tabancası tüfeği kalmış. Kadın öyle ağlarmış. Kadının ağladığını görünce yanına varmış: –Koca ana, mezardakiler hep geliyor. Ben küçük olunca çıplak geldim. Kimseden utanmadım. Senin oğlun da gelecekti ama, çıplak olduğu için gelemedi. Urbasını, atını vereceksin alıp gideceğim. Giyinip şimdi gelecek, demiş. Kadın sevinçle, oğlunun elbiselerini ve atını çocuğa vermiş. Çocuk elbiseleri giymiş. Ata binmiş. Oradan kaçmış, gitmiş. Koca karının herifi gelince: –Herif, oğlumuz geliyormuş. Elbiselerini atını yolladım, deyince, adam kızmış: –Karı, ölenin dirildiğini, yitenin bulunduğunu gördün mü hiç? İyi hadi gözümüzün önünden kaybolsun bari, demiş. Çocuk giderken, karşısına sakallı bir herif gelmiş. Sakallı adama: –Nere giden arkadaş? –Şu köye gidiyorum. –O köyde sakallıları cellat ediyorlar. Gel ben seni tıraş edeyim de öyle git, demiş. Adamı güzelce tıraş edip uğurlamış. Çocuk gide gide karşısına bir sakalsız herif gelmiş. Ona: –Nere giden arkadaş? –Şo yanna gidiyom. –Orada sakalsızları cellat ediyorlar. Gel ben sana sakal dikivereyim, demiş. Sakalı, iğneyle, adamın yüzüne saplaya saplaya dikivermiş. Gide gide yolda bir pekmezciye denk gelmiş. Adam pekmezi tuluklara sarmış. Çocuk: –Arkadaş yükün ne? –Pekmez. –Bir tadına bakayım, demiş. Pekmezin tadına bakayım derken pekmezin hepsini dökmüş, gitmiş. Oradan giderken bir köye gelmiş. Köyde bir evin kapısını çalmış. O ev de pekmezcinin eviymiş. Pekmezcinin karısı evdeymiş. Kadına: –Ay ana. Beni misafir alır mısın? –Alırım yavrum. Dayın pekmez satmaya gitti. Gel misafir ol, deyip eve almış. Bu arada pekmezci gelmiş. Karısına başından geçenleri anlatmış. Kadın da misafir aldığı oğlandan şüphelenerek: –Ay herif, bugün bir misafir geldi. O olmasın? demeye kalmadan, aşağıdan bir ses gelmiş. Adamın kırk küp pekmezi varmış. Oğlan hepsini tek tek deviriyormuş. Aşağıya inmişler bakmışlar ki küpler dökülmüş. Çocuk samanlığa mı girdi diye, samanlığa girmişler. Üstlerine saman yıkılmış. Çocuk oradan da kaçmış gitmiş. İşte veled-i zinanın işleri hep böyle aksilik ve herkese zarar için sürmüş gitmiş.
Veled-i Zina
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Denizdeki Davar Bir varmış bir yokmuş... Köyün birinde bir Köse varmış. Bu Köse çok uyanık biriymiş. Köylüler bunu çekememişleşer ve padişaha şikayet etmişler. Ama Köseyle yine de baş edememişler. O köyde üç kardeş varmış: — Biz Köse’yi yola getiririz, demişler. Köse de bunu duymuş hemen tedbir almaya başlamış. Kendi eğinin g..üne altın gümüş yapıştırmış. O üç kardeşin yanına varmış: — Bu eşek günde bir altın bir gümüş yapar. Altı ayda bir ahır doldurur, demiş. O üç kardeş ne kadar malları varsa satıp, eşeği Köse’den almışlar. Köse: — Buna bir kova yem, bir kova su koyup, dört ayağını da nallattırıp, altı ay yanına uğramayın. Altı ay sonra ahır altınla dolar, demiş. Kardeşler Köse’nin dediği gibi yapmışlar. Eşeği bir ahıra kapatıp, altı ay yanına hiç uğramamışlar. Altı ay sonra, ahırın kapısını açmak için, bir zorlamışlar. Kapı açılmamış. Kendi kendilerine sevinirlermiş: — Ahır altınla doldu. Zengin olduk diye. Hâlbuki eşek altı ay içinde içerde açlıktan ölmüş, nallarını havaya dikmiş. Küçük oğlan ahırın kapı deliğinden bakmış. Eşeğin nalları parıl parıl parlıyor: — Ağa ağa! İçerisi altın gümüş dolmuş, demiş. Sevinçle kapıyı kırıp, içeriye bir bakmışlar ki, eşek kapının arkasında ölmüş, kalmış. Hemen silâhlanıp Köse’nin yanına varmışlar: — Bize sattığın eşek bir altın gümüş yapmadan öldü gitti, demişler. Köse hazırlıklıymış: –Ölür arkadaş. Canlı değil mi bu? demiş. Kösenin evde iki tavşanı varmış. Birini yanına almış, birini de evde bırakmış. Karısına da tembihlemiş: –Akşama misafirler var. Çok güzel bir sofra hazırla, demiş. Üç kardeş tarlada bunu basınca, onları sakinleştirdikten sonra, tavşana demiş ki: — Haydi git. Hanıma söyle, bize güzel bir yemek hazırlasın. Biz geliyoruz, demiş ve tavşanı salıvermiş. Tavşan dağa doğru kaçmış gitmiş. Köse, üç kardeşi almış yanına eve gelmişler. Karısı haberli olduğu için çok güzel bir sofra hazırlamış. Evde bekliyormuş. Sofranın başında da evde bıraktığı tavşan varmış. Üç kardeş: — Bu tavşanı biz Köse’den alalım, demişler. Köse’ye yüklü bir miktar para verip tavşanı alıp gitmişler. Sabahleyin tavşanı yanlarına alıp çifte gitmişler. Akşam olunca tavşanı bırakıp: — Git hanıma söyle şunları şunları hazırlasın demişler. Tabiî tavşan dağa doğru kaçıp gitmiş. Akşam olunca eve gelmişler ki, aynı hamam aynı tas. Bulgur pilâvıyla ayran. Tavşan da ortada yok. Kızgınlıklarından karılarını bir güzel dövmüşler. Sonra, silâhlanıp Köse’nin yanına varmışlar. Köse onların tekrar geleceğini bildiği için, kendi karısının boğazına bağırsağın içine kanı doldurmuş. Tam onlar eve girdiklerinde, bıçağı karısının boynuna dayamış. — Bıktım bu karının elinden, deyip, kadının boğazındaki kan dolu bağırsağa bıçağı dokundurmuş. Kadın, kanlar içinde yere uzanmış. Üç kardeş de: — Ya, biz seni öldürmeye geldiydik. Sen karını öldürdün. Niye yaptın bunu? — Onu diriltmek kolay, deyip, hemen orada kamıştan bir düdük yapıp da düdüğü öttürünce, kadın yattığı yerden kalkmış. O zaman üç kardeş: — Eşek ölür, tavşan da dağa kaçar. En iyisi biz bu düdüğü alalım. Evde karılara sinirlendiğimiz zaman karıları öldürür, sonra diriltiriz. Karılar biraz bizden korksun, demişler. Düdüğü Köse’den almışlar. Eve gelip, karılarını döve döve öldürmüşler. Sonra karşılarına geçip düdüğü çalmışlar ama ne dirilen var, ne ayağa kalkan. Hemen kalkıp, Köse’nin yanına gelmişler. Ellerine de bir çuval almışlar. Köse’yi evde yakalayıp çuvalın içine koymuşlar. Sırtlarına alıp köyün içinden geçiyorlarmış. Köyde de düğün oluyormuş. Oradan birisi: –Gidin, onu uçurumun kenarından denize atın, demiş. Köseyi alıp gelip, uçurumun kenarına koymuşlar. Tam atacakları sırada: — Beni nasıl olsa öldüreceksiniz. Bir yere de kaçamam, beni burada koyun gidin de, şu düğünü seyredin. Ondan sonra beni atarsınız demiş. Üç kardeş Köse’nin lâfına aldanıp, orada bırakıp düğüne gitmişler. Köse, çuvalın içinde kalmış. Oradan da köyün çobanı geçiyormuş. Köse de çuvalın içinden: — Valla almam, billa almam. Öldürseniz almam, dermiş. Çoban da: — Len! Ne verdiler de almam diyorsun? — Filan ağanın kızını verecekler. Onu almam diyorum. — Çık ulen onun içinden! Ben gireyim. Ben alırım. Çoban çuvalın ağzını çözüp, Köse’yi çuvaldan çıkarmış. Kendisi çuvalın içine girmiş. Köse, çobanın koyunlarını eşeğiyle birlikte almış gitmiş. Çoban da çuvalın içinde: — Valla alırım, billa alırım diye bağırırmış. Üç kardeş gelince, çuvalı denize atmışlar. Çoban ölmüş. Üç kardeş, köye gelinceye kadar, Köse, üç yüz koyun bir eşekle köye onlardan önce gelmiş. Merakla: — Len biz seni denize atmadık mı? Nasıl çıktın geldin? — Ah arkadaş, denizin dibinde o kadar çok mal var ki, derinine indikçe topladım, demiş. Bunu duyan bütün köylü o uçurumun kıyısından kendilerini atarak, ölmüşler. Sadece bir koca karıyla oğlu kalmış. Koca karı kendi cesaret edememiş denize atlamaya, oğlunu atmış. Oğlan denizin içinde boğulurken "Gırk, gırk" diye ses çıkarırmış. Anası da yukardan: — Kırk koyun neye yeter, hiç olmazsa iki yüz olsun, dermiş. Köyün hepsi öldükten sonra, Köse o köye sahip olmuş.
Denizdeki Davar
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Tüysüz Bir kadının üç oğlu varmış. Büyümüşler: –Ay ana babamızın ne zenaatı vardı. Söyle de onu yapalım, demişler. Kadın: –Babanız oduncuydu, demiş. Oğlanlar oduna gitmişler. Katiyen odunu edememişler. Gelmişler: –Ana babamızın zenaati odunculuk değildi. İlle bir deyiver. Ne idi? demişler. Anaları da: –Ay yavrum babanız hizmetkâr dururdu. Yalnız ölürken vasiyet etti. Çocuklarım hizmetkâr duracak olursa, çıplağa, tüysüze hizmetkâr durmasın dedi, demiş. Büyük oğlan bir yaban köye hizmetkâr durmaya gitmiş. Yolda bir tüysüz otururmuş. Tüysüz oğlana: –Bana hizmetkâr dur, demiş. Oğlan: –Yok olmaz. Ben sana hizmetkâr durmam, deyip yürümüş. Biraz daha gitmiş, aynı tüysüz yine önüne geçmiş: –Bana hizmetkâr dur, demiş. –Hayır durmam, deyip, tekrar yürümeye devam etmiş. Biraz daha gittikten sonra aynı tüysüz önüne geçmiş. Önüne geçenin aynı adam olduğunu bilemediği için, bu memleketin bütün adamları tüysüz herhâlde deyip bu adama hizmetkâr durmaya karar vermiş. Tüysüz: –Pazarlık edelim. Çifte gideceksin. Gelirken, öküzüm gülerek, tazım sekerek gelirse sen beni öldüreceksin. Öküzüm gülmez, tazım sekmezse ben seni öldüreceğim, demiş. Oğlan: –Tamam, deyip çalışmaya başlamış. Akşama kadar çift sürmüş. Akşam olunca, öküz gülmemiş, tazı sekmemiş. Öylece eve gelmiş. Tüysüz, onu öldürüp, derisini yüzüp, çiviye asmış. Aradan ay, gün geçmiş... Ortanca oğlan ağasından haber gelmeyince, bir de ben gideyim deyip yola çıkmış. Aynı tüysüz ortanca oğlanın önüne de üç kere geçmiş. Ağasının başına gelenler onun başına da gelmiş. Aradan biraz zaman geçmiş. Küçük oğlan yola düşmüş. Küçük oğlanın önüne de üç kere çıkınca, küçük oğlan da tüysüze aynı şartlarla hizmetkâr durmuş. Varsa baksa ki, ağalarının ikisinin de derilerini yüzmüş çiviye takmış. Küçük oğlan çifte gitmiş. Akşama kadar çifti sürmüş. Akşam olup da eve döneceği zaman, öküzün dudaklarını kesmiş, dişlerini çıkartmış. Tarayı da tazının ayaklarına vurup, tazıyı da topal etmiş. Evin yolunu tutmuş. Eve yaklaşınca Tüysüz, öküzün gülerek, tazının sekerek geldiğini görünce karısına: –Karı karı! Öküz gülüyor, tazı da sekiyor. Bu sefer yandık. Çabuk bir ekmek katmer al. Bu köyden kaçalım, deyip, toplanmaya başlamışlar. Kadın da ekmek katmer edip bir sandığın içine koymuş. Oğlan da onların kaçacağını anlayıp, sandığın içine girip saklanmış. Tüysüz, sandığı sırtına sarınmış giderlerken, oğlan sandığın içinden çöğdürmüş. Tüysüz: –Ülen karı! Katmerlere yağı pek çok çalmışsın. Elime ayağıma bulaştı, demiş. Biraz daha gittikten sonra karınları acıkmış. Bir çay kenarında oturup yemek yiyelim demişler. Oturmuşlar. Sandığın ağzını açınca, oğlan sandıktan çıkmış. Tüysüzle karısını öldürüp çaya atmış. Geri dönüp tüysüzün servetine oturmuş. Anasını da almış gelmiş yaşayıp gidiyorlarmış.
Tüysüz
Isparta
Akdeniz Bölgesi
Bi keçi varımış.  Üç tane yavrusu varımış. Birinin adı Fatma, birinin adı Ayşe, birinin adı Nermin’miş. Ordan neyse, bunların sabah olunca anneleri otlanmaya, sütlenmeye giderimiş. Bunları bi gurt anne takip etmiş. Ordan neyse, akşam eve gelince: — Açın yavrularım, Ayşe'mle Fatma’m Memem dolu süt getirdim Ağzım dolu ot getirdim Açın yavrularım, Ayşe’mle Fatma’m Ben geldim, derimiş. Çocuklar evi açarlarımış, emerlerimiş. Ondan sonra yatarlarımış. Sabahleyin yine kalkarımış anneleri. Kapıyı kimseye açmayın [dermiş]. Ordan neyse, bunları bi gurt gardaş gözetlemiş epey zaman, anaları geçinceyeden.* Ordan neyse una belenmiş gelmiş kapıya. Annesi gibi: — Ağzım dolu ot götüdüm Memem dolu süt götüdüm, deye kapıyı çalmış. Onlar demişler: — Bizim annemizin sesi incedir. Sen bizim annemiz değilsin, demişler. Açmamışlar. Yarınsı gün* gine gelmiş. Anneleri gitmiş sabahleyin. — Ağzım dolu ot getirdim Memem dolu süt getirdim  Açın yavrularım ben geldim Açmışlar yimişler, içmişler. Anneleri gene gitmiş. Sabah olunca bu gurt gardaş yine gelmiş. — Ağzım dolu ot getirdim Memem dolu süt getirdim Açın yavrularım ben geldim Yine bunlar: — Bizim annemizin sesi ince [demişler]. Bi gün gayri bir yere saklanmış, annelerinin sesini öğrenmeye. Anneleri geleyken diğnemiş* bunları. Ordan anneleri gelmiş. — Ağzım dolu dolu ot getirdim Memem dolu süt getirdim Ayşe'mle Fatma’m, ben geldim Açın kapıyı, demiş. Açmışla, girmişle. Bu [kurt] sabahleyin gayri “Ayşe'mle Fatma’m, ben geldim” demesini nesi hepisini öğrenince ince sesinen yarın gene gelmiş. Yarınki gün gelmiş anneleri gidince: — Ağzım dolu dolu ot getirdim Memem dolu süt getirdim Açın yavrularım, Ayşe'mle Fatma’m Ben geldim,  demiş. Bunlar açmışlar, annelerini sanmışlar. Bu şindik bütünce bi kere Ayşe’yi yutmuş, bütünce Fatma’yı yutmuş. Ordan Nermin deyi birisi varmış, o neyle* ettiyse bi yere saklanmış. Onu yiyememiş. Ordan bu gurt kardeş bunları yuttum diye gitmiş. Ötekinden haberi yok. Ordan neyse, akşam olmuş. Anneleri gelmiş. Yavru demiş: —  Gurt gardeş geldi, yedi yuttu Ayşe’ynen Fatma’yı. Ben saklandım, beni yiyemedi. Bu [keçi] şindik bi kaç gün durmuş, durmuş. Çalılarla çırpılardan bi güzel ev yapmış. Altına pürleri* doldurmuş. Üstüne çalı çırpı yığmış. Üstüne yeşil pürleri komuş. Halı gibi sermiş. Bu gurt gardeşe: — Yavrularıma mevlüt yapacan, demiş. Mevlüde buyrun, demiş. O da gelmiş. — Hani, kimse gelmedi mi, demiş. — Onlar daha gelinceyeden* ben seni en iyi yere oturtuyun. Köşkün en iyi yerine oturttumuş. Ordan neyse, bu şindik onnan konuşmuş, konuşmuş. — Varıyın, demiş. Bi kere gelen giden va mı, demiş. Sen oturago,* demiş. Hemen aşağıdan bi ateş yakmış. Bu kırmızı pürler falan birden alışınca* dört tarafından, o gurt gardeş: — Yanıyorummmm, deye bağırmış. Keçi kardeş te (de), — Yanıyorum der misin Ayşe’mle Fatma’mı yer misin? Ordan neyse, bu yine: — Yanıyorummmm, bağırmış. O gine başlamış: — Ayşe’mle Fatma’mı yer misin Yanıyorum der misin? Derken nasıl kuvvetli çağırdıysa Fatma çıkmış, sonra Ayşe çıkmış karnından. Bütünce bütünce yutmuşumuş. Onlar ermiş muradına, gurd da yanmış bitmiş.       *geçinceyeden: Geçinceye kadar *yarınsı gün: Ertesi gün *neyle: Nasıl *diğnemiş: Dinlemiş *pür: Çam, ardıç, ladin ağaçlarının iğne gibi ince yaprakları *gelinceyeden: Gelinceye kadar *oturago: Oturmak, oturmaya devam etmek *alışmak: Tutuşmak, yanmaya başlamak
[ÜÇ KEÇİ YAVRUSU]
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
HIKHIK İLE MIKMIK Bi goyunun iki guzusu varımış. Birinin adı Hıkhık’ımış, birinin adı Mıkmık’ımış, goyunun guzularının adı. Goyun sabah olunca yavrularını odasına gor, otlamaya giderimiş. Otlaaar, garnını doyuru gelirimiş. Gapının önünde, - Hıkhık’ım, Mıkmık’ım, derimiş. Ağzım dolu otum var Memem dolu sütüm var Açın kapıyı ben geldim, derimiş.(Guzucuklar içerde yatıyo ya.) Hemen guzucuklar gakaala, içerden gapıyı açarla, analarının ağzından otunu yer, memesinden sütünü eme yatarlarımış. Goyun sabah olur yine giderimiş. Otlaklarımış, otlaklarımış… Garnı doyunca yine gelürümüş. - Hıkhık’ım, Mıkmık’ım. (Guzuların birinin adı Hık, birinin adı Mık’ımış.) - Ağzım dolu otum var Memem dolu sütüm var Ben geldim, derimiş. Guzucuklar boyuna yolunu gözler, gapıyı açarlarımış. Memesinden sütünü emerlerimiş, ağzından otunu yerlerimiş. Yine yataalarımış yuvalarında. Bi gurt takip etmiş goyunu. Goyunun peşinden gelmiş gurt, bakmış içerde guzular vaa. - Haa, demiş, buda guzular vaa. Goyun otlaklamaya gidince anaları gibi gelmiş gurt. - Hıkhık’ım, Mıkmık’ım Ağzım dolu otum var Memem dolu sütüm var Açın gapıyı ben geldim, demiş. Guzular anaları geldi diye gapıyı açmışlar. Yiyvemiş guzuları. Goyun gelmiş. - Hıkhık’ım, Mıkmık’ım, yoh. Hıkhık’ım, Mıkmık’ım, yoh. Yoh guzular, guzuları yedi. Goyun düşünmüş. Guzuları yedi emme… Goyun efendi hemen damın gapısının üzerine guyu gazmış. Guyun içine çalıyı çırpıyı doldumuş. Üstünü örtmüş. Ateş çakmış çalılara. Gurt geliyo şimdi; - Hıkhık’ım, Mıkmık’ım. (Daha guzu vaa sanıyo içede.) Ağzım dolu otum var Memem dolu sütüm var, derken ateşin içine düşüvemiiiiş. Gurt; - Yağ götürün, yağlanayın Bez götürün, bağlanayın Yandı bacaklarım, diye bağırıyomuş. - Nasıl, demiş goyun da, sen benim yavrularımı nasıl yidin? Ben de seni yaktım, deyomuş. Nerdeee, kim yağ getirip yağlanacak, bez getirip bağlanacak? Gurt orda yanmış gitmiş. Guzuları yemiş emme goyun da onu yakmış. Öcünü almış. İşte böle masallar.
Hıkhık ile Mıkmık
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
Aslan, malum ormanların kralı, karnı acıktığı zaman kendisi uğraşmaz. Ormanda diğer hayvanlara emrederek karnını doyurmaya çalışan kralın karnı acıkmış. Düşünmüş, demiş; "Karnımı nasıl doyursam?" Tilkiyi çağırtmış huzura. Tilki gelmiş: - Buyur padişahım. Demiş ki: - Tilki kardeş, benim karnım acıktı. Çok da canım eşek eti istiyor. Hemen bul getir. Tilki kabul etmeyecek filan olmuş da tabi aslan kükremiş: - Çabuk, derhal! Yoksa seni yemek zorunda kalmayayım. Tilki oradan ayrılmış, tabi düşüne düşüne gitmiş. Çayıra bakmış ki orada bir eşek otlamakta. Yaklaşmış yanına demiş ki: - Eşek kardeş! Sen burada, bu otlak içerisinde çok sıkıntı çekiyorsun. Burada doğru dürüst ot yok, yeşillik yok. Benim bildiğim yükseklerde ağızına layık dikenler var, otlar var. Oralara gitsek senin karnın daha rahat doyar, deyince tabi eşek kabul ediyor. Hiçbir şeyden habersiz gidiyorlar aslanın bulunduğu inin yanına. Aslan tabi biraz acı* acıktığı için acele edince birden çıkıyor kükreyerek. Eşek n'olduğunu anlamadan şaha kalkıp dörtnala kaçıyor oradan. Tilki yaklaşmış demiş: - Kralım, niye acele ettiniz? Hayvanı ürküttünüz. - Derhal, kral demiş, çok acıktım getir. Tilki mahcup bir vaziyette tekrar yola düşüyor, buluyor eşeği. Yaklaşıp diyor ki: - Ya, niye kaçtın? Beğenmedin mi otlağı, yeşillikleri beğenmedin mi? Demiş ki: - Kardeşim, yav sen beni nereye getirdin? Ne gürültüydü o öyle? Felan deyince; - Kardeşim burası yeşillik. Neylen oluyor bu yeşillik? Gök gürültüsü olacak, yağmur yağacak, şimşek çakacak. Sen, demiş, ondan endişelendin. Gidelim. Tabi derhal yola koyuluyorlar. Aslanın ininin bulunduğu yere gelince, tabi aslan bu sefer daha dikkatli, hemen parçalamış hayvanı. Başı bi tarafa, ayakları bi tarafa, gövde bi tarafa. Derken aslan gövdenin başına geçmiş karnını doyurmuş. Tilki de bu arada başını yemekle meşgul. Aslan yemeğini bitirdikten sonra tilkiyi çağırmış. Demiş: - Bunun bir başı olacak, beyni olacak. Ben beyni çok severim. Kulakları da kıtır kıtır ağzıma göredir, deyince tilki: - Kralım, demiş, sizin hışmınızdan kurtulup ikinci defa sizin ininizin başına gelen eşekte ne arasın beyin.   * acı: Şiddetli [1] acı: şiddetli  
ASLANLA TİLKİ
Kastamonu
Karadeniz Bölgesi
ALİ İLE AYŞE Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir Ali ile Ayşe varmış. İki kardeşin anneleri ölmüş. Babaları evlenmiş. Üvey anne bir bakmış iki bakmış “Bu çocukları nasıl yok edebilirim?” diye düşünmüş. Masal bu ya, çocukları kesip yemeye karar vermiş. Babaları da kabul etmiş çaresiz. Kadın bunların karnını doyuralım, tok karna daha etli olurlar diye düşünmüş. Bir bulgur pilavı pişirmişler, pencerenin önüne koymuşlar. Ali ile Ayşe bu pilavı yerken gökyüzünden çok güzel bir kuş inmiş. Kuş dile gelmiş konuşmuş: –Bir lokma pilav verirseniz size çok önemli bir sır vereceğim, demiş. Ali ile Ayşe hemen pilavı vermişler. Kuş karnını doyurduktan sonra başlamış anlatmaya: –Üvey annen ile baban sizi kesecekler. Siz buradan hemen kaçın. Giderken yanınıza bir ibrik, bir tarak, bir de sabun alıp yola çıkın. Yola çıktıktan sonra arkanıza dönüp bakın. Eğer babanız ve üvey anneniz arkanızdan gelirse önce tarağı, sonra sabunu, en son da ibriği atın, demiş. Kuş gözden kaybolmuş. Kuşun söylediği sabunu, ibriği ve tarağı temin ettikten sonra iki kardeş yola çıkmış. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Yolda, büyük olan Ayşe kardeşine: –Arkanı bir dön, üvey annemgil geliyor mu diye bir bak, demiş. Ali can havliyle: –Abla yaklaşmışlar, geliyorlar, demiş. Hemen tarağı atmışlar. Tekrar arkalarını döndüklerinde ne görseler? Her taraf diken olmuş. Hayli zaman yürümüşler. Ali ile Ayşe çok yorulmuş. Arkadakiler dikenden geçemez diye düşünmüşler. Biraz dinlenmişler, sonra yola koyulmuşlar tekrar. Ali arkasını dönünce ne görsün?  Babasıyla üvey annesi o dikenleri geçmiş. Ablasına: –Abla sabunu at! Yine geliyorlar, demiş. Ablası da korkarak sabunu atmış. Sabunu atmasıyla her yerin buz olması bir olmuş. Zavallı Ali ile Ayşe o kadar yorulmuşlar ki biraz dinlenmek istemişler. Düşüncelerine göre, üvey annesi ve babası buzdan geçemezlerdi artık. Ama iki kardeşi bir sürpriz bekliyordu. Üvey annesi ve babası buzdan da geçmişti. Hızla iki küçük kardeşin üzerine doğru geliyordu. İki kardeş her şeyden habersiz dinlenip tekrar yola çıkar. Ayşe’nin içinde kötü bir his vardır. Ali’ye: –Yavaşça arkanı dön bir bak! Herhangi bir tehlike var mı? Ali arkasını dönünce ne görsün? Üvey annesi ile babası buzu da aşıp üzerlerine doğru hızla geliyor. Bunu ablasına söyleyince Ayşe, son çaresi olan ibriği hızla geçtiği yola atmış ve her yer deniz olmuş. Üvey anne ve baba denizi geçemeyeceğini anlayınca canlarını kurtarmak için geri dönmüşler. Ali ile Ayşe artık derin bir nefes alıp çaresizce ormanın içine doğru yürümüşler. Ali: –Abla ben çok susadım, demiş. Ayşe, etrafına bakınırken ormanın tam ortasında yan yana üç ırmak görmüş. Ali’ye: –Kardeşim bak burada üç ırmak var, doyasıya su içersin demiş. Küçük Ali neşeyle ırmağın başına gelmiş ve eğilip su içecekken ırmak bir anda dile gelmiş: –Eyy Ali! Bu ırmaktan su içersen yılan olup ablanı sokarsın, demiş. Ali duydukları karşısında şaşkınlıkla ikinci ırmağa gitmiş. İkinci ırmak da dile gelip şunları demiş: –Eyy Ali! Eğer bu ırmaktan su içersen dev olup ablanı yersin, demiş. Ali hem susamış hem de üzgün bir şekilde üçüncü ırmağa yönelmiş. Üçüncü ırmak da küçük Ali’ye: – Eyy Ali! Eğer benden su içersen koyun olur melersin, demiş. Ali o kadar susamış ki koyun olmaya razı olmuş. Üçüncü ırmaktan suyu içmiş ve koyun olmuş. Ablası ne yapacağını bilememiş. Belki kendi kendine düzelir diye beklemeye karar vermiş. İki kardeş bir ağacın kovuğunda yaşamaya başlamışlar. Ali gündüzleri gidip ormanda yayılıyor, ablası da onun gelmesini bekliyormuş. Küçük tatlı koyuncuk ablasına gelirken yiyecek getiriyormuş. Aylar yıllar birbirini kovalamış, Ayşe çok güzel bir genç kız olmuş. Günlerden bir gün padişahın oğlu at ile ormanda gezerken güzel Ayşe’yi görmüş. Görür görmez Ayşe’ye âşık olmuş: –Seni sarayıma götürsem benimle evlenir misin, demiş. Ayşe: –Evlenirim ama bir şartım var, demiş. Benim bir koyunum var, o da bizimle birlikte gelirse olur, demiş. Padişahın oğlu da kabul etmiş, küçük koyuncuğu da atmışlar atın terkisine çıkıp varmışlar saraya. Padişah onları görünce çok şaşırmış: –Oğlum bu ne hâl, demiş. Genç ve yakışıklı oğlan babasına ormanda gezerken Ayşe’yi gördüğünü, ona âşık olduğunu, onunla evlenmek istediğini ve bu küçük koyunun da Ayşe’nin evlenmek için tek şartı olduğunu söylemiş. Padişah da oğlunu kırmayıp kabul etmiş. Padişahın oğluyla Ayşe’nin kırk gün kırk gece düğünleri olmuş. Oğlan, Ayşe ve küçük koyuncuk mutlu mesut yaşamaya başlamışlar. Ayşe minik koyun olan kardeşi Ali’yi bir an olsun ayırmıyormuş yanından, gece yatarken minik koyuncuk ablasının ve eniştesinin ayakucunda yatıyormuş. Minik koyuncuk gece boyunca: –Bu ablamın ayağı, bu eniştemin ayağı, diye ayaklarını sayıyormuş. Evin yaşlı hizmetkârı Ayşe’nin mutluluğunu kıskanıyormuş, bu rahatı kendi kızının hak ettiğini düşünüyormuş. Kurnazca bir oyunla Ayşe’yi hamama götürmüş. Ayşe, hizmetkâr ve onun kızı hamama girmişler. Kurnaz hizmetkâr, önceden büyülediği iğneli sabunu güzeller güzeli Ayşe’nin başına sürmüş ve Ayşe büyünün etkisiyle kuş olup uçmuş. Sonra Ayşe’nin kıyafetlerini kendi kızına giydirip padişahın oğlunu kandırmış. Gece hizmetkârın kızı ile padişahın oğlu yatağa girmişler. Her gece eniştesinin ve ablasının ayakucunda uyuyan minik koyuncuk o gece yine ayakları saymaya başlamış: –Bu eniştemin ayağı, ablamın ayağı yok; bu eniştemin ayağı, ablamın ayağı yok, diye söylenip durmuş. Günler böyle geçiyor, küçük koyuncuk ablasını merak ediyormuş. Evin yeni hanımı koyundan rahatsız olmuş, kocasına koyunu keselim demiş. Kardeşinin kesileceği, kuş olan Ayşe’ye malum olmuş, uçup saraya gelmiş. Kuş olan Ayşe, dile gelip bahçıvanla konuşmuş: –Sakın ha! Kardeşim olan koyunu kesmesinler, ben padişahın oğlunun eşi Ayşe’yim. Beni zalim hizmetkâr hamamda büyüyle kuşa çevirdi, gerçek gelin benim, demiş bahçıvana. Bahçıvan duydukları karşısında şaşırarak kuşu tutmaya çalışmış, ama ne mümkün. Kuş uçup gitmiş. Bahçıvan, çareyi padişahın oğluyla konuşmakta bulmuş: –Bahçede gülleri buduyordum. Ağaçtan bir ses geldi, minik bir kuş sizin eşiniz olduğunu söyledi. Bir gün hizmetkârınız, kızı ve eşiniz hamama gitmişler, kötü kalpli hizmetkâr eşinizin başına iğneli sabunu sürmüş ve eşiniz büyülenip bir kuş olmuş, sonra da güzeller güzeli eşinizin kıyafetlerini diğer kıza giydirip hepimizi kandırmışlar. O kesmeye niyetlendiğiniz küçük koyun da meğer eşiniz Ayşe’nin kardeşiymiş, demiş. Padişahın oğlu duydukları karşısında şaşkına dönmüş. O kuşu yakalamak için ağaçların ziftlenmesini istemiş. Planına göre, kuş dala konunca zifte yapışıp uçamayarak yakalanacak ve başından geçenleri oğlana anlatacakmış. Bahçıvan bütün ağaçları ziftlemiş hemen. Yine bir gün küçük kuş, kardeşine bakmak için sarayın bahçesine gelmiş; ağaçlardan birine konmuş. Kardeşinin kesilmediğini gören minik kuş, tam uçmak isterken zifte ayağı yapıştığı için kımıldayamamış. Minik kuşun debelendiğini gören oğlan, koşup kuşu avcuna almış. Minik kuşa kim olduğunu sormuş. Kuş dile gelip cevap vermiş oğlana: –Başımda sihirli iğne var. İğneli sabunu başıma sürdüler, iğne başıma battı, ben de kuş oldum. Onu çek de öyle konuşalım, demiş. Padişahın oğlu kuşun başından iğneyi çeker çekmez minik kuş güzeller güzeli karısı Ayşe oluvermiş. Olanlar karşısında çılgına dönen oğlan, hemen hizmetkârı ve kızını çağırtmış. Kötü kalpli hizmetkâr güzeller güzeli Ayşe’yi görünce şaşırmış. Padişahın oğlu, hizmetkâra ve kızına yaptıklarını itiraf ettirmiş. Oğlan kötü kalpli hizmetkâra ve kızına: –Kırk satır mı, kırk katır mı, diye sormuş. Kötü kalpli hizmetkâr ve kızı da “Kırk katır.” demişler. Padişahın oğlu, onları kırk katırın kuyruğuna bağlayıp uzak diyarlara göndermiş. Güzeller güzeli Ayşe, padişahın oğlu ve minik koyun mutlu mesut yaşamışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...
ALİ İLE AYŞE
Karaman
İç Anadolu Bölgesi
Şindi, kırk haramiler bahçası varmış. Kırk gişi bu bahçada durarmış. Bir gün, kırk haramiler gelirken bi nar ağacı varımış. Bi kadın oğlunu gönderiyoru. Onlar da hasta. Hindi*, kadın oğluyla gidiyoru bi yere. Akşama varıyolar. Bir eve misafir oluyoru. Bir adam varmış. Yav, şimdi kadın bu adamı gözünden geçiriyoru, yani evlenmek isteyoru. Oğlan tabi yanında. Oğlanın da tepesinde bir ak tüy varımış. Şindi oğlan, gırk haramiler bahçasına girdi. U kırk atlılar, u adamı öldürüyolarmış. Oğlan, adamı kurtarmış. Adam: ̶ Kırk haramilerden nar gelirse yiyecen, demiş. Can vermiş, hastayım, demiş. Oğlan variyoru, ordan nar ağacından narı kopariyoru. Kırk haramiler adamlar, atlılar geliyor. Onu şe ediyoru, geliyoru tabi. E, kırk haramiler adamları şe yakalamışlar. Gidiyoru onları getiriyoru. Kırk haramiler, bunu ne edecek öldürücek? Kırk haramiler: ̶ Bunu ne ederiz şimdi, demişler. Annesi gollarını bağladıyoru oğlanın. Gızgın şişle gözlerini çıkarıyoru. Oğlunun gızgın şişle. Ondan sora geliyoru. Kırk haramiler: ̶ Bunu öldürelim, demişler. Oğlan: ̶ Bene eziyet edip oturcanıza eveli benim tepemde bi ak tüy vardır, demiş. O ak tüyü kopardınızda o zaman bi şe edemem, demiş. O ak tüyü eveli bağladıklarında gırarmış gafasını. Ak tüyü gopardıklarında gıramamış. Gözlerini çıkarmış annesi. Galmış ora gezermiş, gezerlerkene bi guş bi gün cıvıl cıvıl cıvıl şe ediyomuş, dalda ötüyomuş. Guş dilinden de anlarmış. Oğlan bu sefer yanda bi arkadaşı varmış oğlanın. Oğlan: ̶ Şu guşun gonduğu daldan bene bir yaprak getirsene, demiş. E daldan guşun gonuşduğu daldan bi yaprak getiriyoru. Gözlerine bi sürüyoru, oğlan görüyoru. Allah tarafından gözleri görüyoru. Oğlan ordan dönüşüp dolaşıp aynı eve annesi geliyoru ve adamı öldürüyoru. Adamı öldürüyoru. İntikamını almış yani. Eveli gözlerini şe yapmış. Hem annesini ödürüyoru hem adamı öldürüyoru. Kendi şindi evlendi. Adam gezip duruyoru. *hindi: Şimdi
KIRK HARAMİLER
Muğla
Ege Bölgesi
Masal Metni Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde bir keçi varmış. Bunun da üç tane yavrusu varmış isimleri Gengilok, Zengilok , Pİştilok’muş. Keçi her gün dağa otlamaya gidiyormuş. Akşam olduğunda yuvasına geliyor kapıda: — Gengilok, Zengilok, Piştilok anneniz geldi bana kapıyı açın, diyormuş. Yine günlerden bir gün keçi dağa otlamaya gittiğinde kurt gelmiş. Keçinin sözlerini tekrarlayarak: — Gengilok, Zengilok, Piştilok ananıza kapıyı açın. Ananız gitmiş, ot yemiş, memelerine süt dolmuş, açın kapıyı demiş. Piştilok demiş ki: — Bu annemizin sesi değil, kapıyı açmayalım. Zengilok ve Gengilok onu dinlemeyip kapıyı açmışlar. Kurt içeri girip iki kardeşi yemiş. Piştilok da tandırın hava alan deliğine saklandığı için kurt bunu görmemiş. Anne keçi eve geldiğinde kapıyı açık bulmuş: — Gengilok, Zengilok, Piştilok nerdesiniz? diye seslenmiş ama ses seda yok. Piştilok çıkmış anneleri diğer kardeşlerinin nerede olduğunu sorunca Piştilok da durumu anlatmış. Keçi hemen kurdun yanına varmış ve: — Yarın imamın yanına gidelim dövüşelim deyip kurtla anlaşmış. Keçi hemen birkaç yoğurtla marangozun yanına gitmiş. Durumu anlatmış. Marangoz yoğurdu görünce keçinin boynuzunu sivriltmiş. Kurt da büyük bir poşete bir tane nohut bırakmış. Marangozun yanına giderek durumu anlatmış. Nohudu gören marangoz kurdun dişlerini çekerek yerine hamurdan dişler yapmış. Ertesi gün imamın yanına gitmişler, imam dövüşü başlatmış. Birbirlerinin etrafında iki yüz kez gidip geldikten sonra kurt ağzını açarak keçinin omuzunu ısırmaya çalışmış. Ama dişleri hamurdan olduğu için başarısız olmuş. Keçi de boynuzuyla kurdun karnını ikiye ayırmış. Gengilok ile Zengilok kurdun karnından çıkmışlar. Keçi: — Gengilok, Zengilok gelin ananızın yanına, demiş. Hep beraber evlerine dönmüşler. Mutlu yaşamışlar.
Kurtla Keçi
Hakkari
Doğu Anadolu Bölgesi
Bir zamanlar bir ayı ile tilki arkadaş olmuşlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezmiş. Her şeylerini paylaşırlarmış. Gel zaman git zaman bunlar bir gün ormanda dolaşıyorlarmış. Bir tavşana rastlamışlar. Bunu yakalamışlar. Yiyecekler, ama bu sefer tavşanı paylaşamıyorlar. Ayı diyor: — Ben yiyecem.  Tilki diyor: — Ben yiyecem Neyse bakıyorlar olacak gibi değil diyorlar: — En iyisi dövüşelim. Kim kimi yenerse tavşan onundur. — Tamam diyorlar. Tilki diyor ki: — Ayı kardeş! Gel şu mağaraya gidelim. Orada dövüşelim. Kim kimi yenerse. Mağaraya giriyorlar. Tilki buna uzun bir sopa veriyor, kendisine de kısa bir sopa alıyor. Başlıyorlar dövüşe. Ayı sopayı kaldırmaya çalışıyor ama tavana değiyor. Onun sopası uzun ya. Tilki de kısa sopayla durmadan ayıya vuruyor. Bunlar mağaradan çıkıyorlar. Ayı diyor: — Sen hile yaptın. Uzun sopayı bana verdin. Ben hiç sopayı kaldıramadım zaten. Böyle olmaz. Bu sefer benim dediğim olacak. Dışarıda dövüşeceğiz. Kısa sopa benim olacak, uzun da senin. — Tamam Yine başlıyorlar dövüşe. Dışarıda da tilki uzakta duruyor. Uzun sopasıyla ayıya durmadan vuruyor. Ayı da sopası kısa olduğundan bir türlü buna yaklaşıp vuramıyor. Böylece tilki dövüşü kazanıyor. Tavşan da onun oluyor.  
Ayı ile Tilki
Hakkari
Doğu Anadolu Bölgesi
TİLKİNİN İHANETİ Bir varmış bir yokmuş. Bir gün ayı, kurt ve tilki kardeş olmaya karar vermişler. Bunlar ne avlıyorlarsa beraber yiyorlarmış. Bir gün ayı şöyle demiş: -Önümüzde kış var. Böyle giderse aç kalacağız. Yemediklerimizi, fazla yakaladıklarımızı biriktirelim. -Tamam, derler. Böylelikle yakaladıklarını getirirler. Kurt yakaladıkları koyunları, tilki ise etrafta topladığı tavuk, horozları biriktirir. Bir bir kazana bırakırlar. Kazanın üstünü yağla kapatırlar. Bir yaz boyunca bunlar avlanıp dururlar. Kış gelir. Kışın belli bir süre geçtikten sonra tilki acıkır. Mağarada duramaz. Mağaranın uzağına gömdükleri yiyeceklere ulaşmak ister. Ve birden bağırır. Arkadaşları: -Ne oldu? Diye sorarlar. Tilki: -Beni çağırıyorlar. Padişahın bir çocuğu olmuş. İsmini benim koymamı istiyorlar. -Peki! git, derler. Tilki yola koyulur. Kazana ulaşır. Kazanı çıkarıp karnı doyuncaya kadar yedikten sonra tekrar yerine bırakarak döner. Arkadaşları: -Ne oldu? Ne bıraktın adını? Diye sorarlar. Tilki: -Kazan ağası bıraktım adını. Aradan belli müddet geçtikten sonra tilki tekrar acıkır. Kendisine hakim olamaz. Kendisini dışarı atarak yine bağırmaya başlar: -Hayır, hayır gelmiyorum! Der. Tekrar sorarlar: -Ne oldu? -Ya sormayın. Bu kez de vezirin bir oğlu olmuş. Ona isim vermemi istiyor der. Arkadaşları: -Ya git! Falan derler. -Peki, sizin hatrınız için gideyim. -Tekrar kazanı çıkarır. Yemeğini yer. Kazanı yarıya indirir. Yine aldığı yere gömer, tekrar mağaraya döner. Arkadaşları: -Ne oldu, adını ne bıraktın? -Yarım kazan bıraktım, der: -İyi oldu. Güzel bir isim. Bu konuda da senin üstüne yoktur. Tilki bir müddet sonra yine acıkır. Yine bağırmaya başlar: -Hayır, hayır! Olmaz gelemem. Arkadaşları durup bakarlar: -Kesin bu kez gitmiyorum. Yeter artık. Ben olmadan bir isim bırakamıyorlar mı? -Ne oldu? -Ne bileyim ya? Padişahın diğer vezirinin de bir oğlu olmuş, onun da adını benim koymamı istiyorlar. Arkadaşları: -Ya git! Etme eyleme, sen biliyorsun. Onun için seni çağırıyorlar, derler. Tilki: -Peki, sizin hatrınız için gidiyorum, diyerek kazanın olduğu yere gelir. Kazanı yerden çıkarır. Ne var ne yok hepsini silip süpürür. Kazanda yiyecekler bittikten sonra kazanı gömerek geri döner. Arkadaşları: -Bu kez adını ne koydun? Derler, o da: -Kazan dibi, der. Onlar da: -Neyse çok güzel, derler. Aradan bir müddet geçtikten sonra ayı: -Artık kışı yarıladık. Şu kazanı yerinden çıkaralım. Deyince, bunlar da yiyeceklerini gömdükleri yerden çıkarmaya giderler. Toprağı kazarak kazanı çıkarırlar. Bir de açarlar ki hiçbir şey yok. -Kim yedi bunu, nasıl olur? Diye birbirlerine sormaya başlarlar. Tilki de bir öneride bulunur: -Mağarada bir ateş yakalım. Sırtımızı ateşe dönelim. Kim terleyince yağı akarsa o yemiştir. -Çok güzel fikir! Derler. Hemen mağaraya gidip ateş yakarlar. Tilki hemen terleyen belindeki yağı alıp ayının sırtına sürdükten sonra kurdu uyandırarak: -Bak ayının vücudundaki yağlara. Demek ki her şeyi o yemiş. Ve bunlar ayı uykudayken, ayıyı bir güzel yerler. Belli bir süre ayının etiyle idare ederler. Onun eti de bittikten bir süre sonra tilki tekrar acıkır. Kurda der ki: -Çok acıktık, bir şeyler yapalım. -Peki nasıl? Ne yapalım? -Padişahın çok güzel tavukları var. Onları çalalım. -Nasıl yapacağız? -Sen beni dinlersen yaparsın, diyor. Kurt tilkinin çok kurnaz olduğunu bilir. Ancak aklına bir kötülük gelmez. Birlikte kümese doğru giderler. Tilki kümesin kapısını aralar. Kurda der ki: -Sen kapıdan gir. (Ona ufak pencereyi gösterir) Oradan kaçan tavuk ve horozları çuvala doldur, der. Kurt tavuk ve horozları çuvala doldurduktan sonra tilki kapıyı kurdun üzerine kapatır. Tavuklarını sırtına alıp giden tilki geride padişahın adamlarının parçalayacağı kurdu uzaktan izler. Sonra o kışı da elindeki horoz ve tavukları yiyerek geçirir.  
Tilkinin İhaneti
Hakkari
Doğu Anadolu Bölgesi
TEMBEL AHMET Zamanın birinde bi tembel Aamet varmış. Bu tembel Aamet çoh fakirmiş. İki dene de öküzü varmış. Tarlasında çift sürermiş. Eskide padişahlar birbirine atlarla, muhafızlarla naame* gönderirlermiş. Orda da Gader’le Gısmet geçiyomuş. Gader yardım ederse çoh zengin, Gısmet yardım ederse insanlar nasibini yermiş. Bunlar birbirine, — Şu Tembel Aamet’e yardım edek te şunu şu çift çubuh işinde gurtarah, zengin edek, dimiş. Naapalım, naapalıım? Şu tarlanın ortasına bi gömü yapıp ortasına da bi küp altın körleyelim,* dimişler, altını körlemişler. Tembel Aamet çift sürerkene bu altını bulmuş. Tarlanın başına çıharmış: — Amaa, ben de bal pekmez sandıydım. Bu demirler benim ne işime yarıyacah, dimiş. Padişahlara naame götüren muafızlar geçerkene Tembel Aamet’in yanına hep uurarlarmış. Ekmek gırıntılarını, kalan gidenlerini verirlermiş. Tembel Aamet muhafızları görünce, çoh şükür garnım doyacah diyi seke seke atlıların yanına varmış. Onlar da Tembel Aamet’e galan gidenleriynen gırıntılarını vermişler. Askerler, tarlanın başında duran küpü görünce, — Bu ney Aamet? diyi sormuşlar. O da, — Tarlada buldum. Nere gidiyonuz? dimiş. Onlar da, — Falanca padişaa gidiyoh, dimişler. — İyi o zaman, alın götürün hediyem olsun, dimiş. Askerlerin bazısı, — Biz alah gidek,  dimişler. Bazısı da, — Bu böyle saf saf duruyo amma hadi padişaha gelir de sorarsa en iyisi götürek, dimişler. Bunlar bi küp altını padişaa götürmüşler: — Falanca yerdeki gulun hediye yolladı, dimişler. Padişah ta, — Ben bu guluma ne gönderiyim? Para yollasam, zaten o bana göndermiş. En iyisi bi at gönderiyim, dimiş. Altın üzengili atı, askerlerle yollamış. Tembel Aamet, gene tarlada çift sürerkene askerleri görmüş. Hemen çifti bırahmış. Gırıntı toplamaya askerlerin yanına gopmuş. Gırıntıları bi güzel yimiş. Askerler, — Aamet! dimişler. Bu atı sana hediye yolladıın padişah yolladı, dimişler. Aamet, — Amaan, ben bunda gorharıım! Siz şimdi nere gidiyonuz? dimiş. Onlar da, — Falanca padişaa naame götürüyoh, dimişler. Aamet de, — Ben buna binemem. Alın bunu da gittiiniz padişaa hediye ediyom. Ona götürün, dimiş. Bunlardan bazısı gene, — Biz alak gidek, dimişler. Bazısı da, — Yoh yoh, bu öyle saf maf duruyo amma ya padişaa söylerse en iyisi götürek, dimişler. Atı götürmüşler. Varmışlar, — Falanca yerdee gulun, bu atı saa hediye etti, dimişler. Padişah da, — Ben bu guluma ne gönderiyim. At yollasam, o bana yollamış. Para yollasam atın üzengisiyne eeri altında. En iyisi ben bu guluma gızım Hanım Sultan’ı veriyim, dimiş. Gidin o guluma padişah, gızı Hanım Sultanı sana verdi diyin, dimiş. Askerler de, — Eyvaah! Yaktı Hanım Sultanı, dimişler. Padişah, — Damadımı getirin, dimiş. Askerler gopmuş, — Aamet haydi çifti çubuu bırah. Padişah sana gızını verdi, dimişler. Aamet de, — Ben nabacaam* padişaan gızını, bana gırıntı verin garnım acıhtı, dimiş. Askerler Aameti zorla götürmüşler: — Gosgoca padişaan huzuruna bunu böyle mi götüreceek. Bunu bi yıhıyalım, saçını sahalını tıraş ettirelim de öyle götürelim, dimişler. Aamet’i iyice yıhamışlar, saçını sahalını tıraş ittirmişler. Atın üstüne bindirip götürmüşler. Askerler saraya yahlaştıhça oynamaya başlamışlar. Aamet te attan düşmemek için sallanıyomuş. Aamet attan inince, padişaan eniştesi geldi diyi yemek vermişler. Yemekte soona, Aamet’nen Hanım Sultan odalarına çekilmişler. Aamet yataan gıyında oturuyomuş. Hanım Sultan da oturmuş moturmuş, uyhusu gelmiş uyumuş. Hanım Sultan uyuyunca Tembel Aamet, çarşafları birbirine baalayıp gendini peceden aşşaa atmış. Pecenin altı da denizmiş. Yuharı çıhsa çıhamıyo aşşa atlasa denize düşecek Aamet öylece galmış. Orda da Gader’le Gısmet geçiyomuş. Gader, Gısmet’e, — Altın verdim yiyemedi, semeri altınlı at verdim binemedi, padişaha enişte yaptım gıymetini bilemedi, bari sen şuna yardım et de ahlı başına gelsin, dimiş. Gısmet te Tembel Aamet’e orta barmaayla barmah atınca Tembel Aamet, peceden içeri girmiş. İçeri girince, — Altın buldum yiyemedim, at aldım binemedim, padişaan gızını aldım gıymetini bilemedim, diyi padişaan gızını uyhuda uyandırmış. Bunlar gelin güvey olmuşlar. Ahlı başına gelen Aamet, zabah olunca da padişaan elini öpmüş. Padişah da, — Kötü diyollardı, nesi var eniştemin, diyi gırk gün gırk gece düün yapmış.   * naame: mektup * körlemek: gömmek * nabacaam: ne yapacağım
Tembel Ahmet
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
AR DAMARI Evvel zaman içinde, kalbur zaman dışında yaşayan bi tane padişah varmış. Bu padişahın ergen bi oğlu varımış. Padişah oğlunu evermek istiyomuş amma oğlu babasının seçtiği gızları istemiyomuş. Bi gün padişaan oğlunun canı daralmış.* Daraltısını alsın diyi atına binmiş, gezmeye çıhmış. Atıyna gidekene bi gıza ıraslamış. Gız o gadar gözelmiş ki bi bahan bi daha baharmış. Padişaan oğlu da, bi bahmış bi daha bahıyım dirkene gıza aşşıh olmuş. Oğlan gızı kişiflemiş.* Kişifliye kişifliye gızın peşinde gitmiş. Gızın peşinde gidekene çalgının, türkünün bol olduğu yerdeki bi çadıra, gızın girdiğini görmüş. İyice bahınca gızın bi çingene gızı olduğunu anlamış. Padişaan oğlu doğru saraya, babasının yanına varmış. Padişah ilk defa oğlunun güldüğünü görmüş: — O ne oğlum, yoğsam evlenecek ergen bi gız mı buldun, dimiş. Oğlan da, — Buldum baba amma çingene gızı buldum, dimiş. Padişah, — Çekmez olasıca babana mı çektin, senin anan da çingeneydi. Gap getir de kırh gün kırh gece düğün yapah, dimiş. Oğlan soluya soluya çingene gızının çadırına gitmiş. Çingene gızını astabını giyerken görmüş. Gız oğlanı görünce, — İn misin cin misin, söyle bana sen kimsin, dimiş. Oğlan da, — Ne inim ne cinim, padişaan oğluyum, dimiş. Gız, — Padişaan oğlunun çingene gızıyna işi olmaz, git başkasını gandır, dimiş. — Bu zavallı oğlancığa gıyma çingene gızı. Ben sağa tutuldum. Bana varın nı, diye sormuş. O zamanaça* gız, — Ben sağa varmam oğlan, var git işine, dimiş. Padişaan oğlu, — Yırtıh çoraplıysa senin anan yırtıh çoraplı, götün götün göle düşüyon da daha ne istiyon, diye sormuş. Çingene gızı, padişaan oğluna, — Paran da pulun da senin olsun. Benim isteğem aha şu iki alnının arasında duruyo, dimiş. Bu ketli* oğlan, — Benim alnımın nesi varmış da beğenmedin çingene gızı, dimiş. Çingene gızı bahsaki oğlanla baş edemiyo: — Bahale oğlan, madem beni bu gadar çoh istiyon, o zaman sana verdiğim görevleri yapacağan, dimiş. Oğlan dutulmuş bi kere, gız ne dise yapacah: — Olur yaparım, yeter ki sen söyle, dimiş. O zamanaça gız oğlana, — Üstündeğe astabını çıharıp, şu çuvalı giy, dimiş. Oğlan da astabını çıhartıp çuvalı giymiş. Soonam gız, — Şimdi falan yere git, bana para dilen, dimiş. Oğlan, — Para da çoh ne var. Al ben sağa nağdar istiyosan veriyim, dimiş. Gız, — Yooh! Senin vereceğen para olmaz. Sen beni istiyon nu, istemiyon nu? İstiyosan git dilen, istemiyosan beni unut, dimiş. Oğlan da, — Aman çingene gızı, yeter ki sen iste. Tek ben dilenirim, dimiş. Gızın söylediği eve varmış, gapıyı çalmış. Ezile büzele, udlana udlana, — Allah rızası için bağa bi ekmek parası verin, dimiş. Ev sağbı da, oğlana bi ekmek parası vermiş. Oğlan parayı alınca doğruca gızın yanına varmış: — Al, dilen diyodun dilendim işte. Bu da dilendiğim para, gayri bana varcaa, dimiş. Gız, oğlanın alnına bi bahmış, soona, — Yoh, daha sırası değel, daha zamanı var. Şimdi sen filanca eve var, bana bi dene ekmek dilen, dimiş. Oğlan da, — Ekmeği nabacaan? Parasını dilendim ya, onla alın ekmeği, dimiş. Gız, — Sen beni istemiyon nu yoğsa, demiş. Oğlan, — Yoh, ben sana şaha yapıyodum, hemen gidiyom, dimiş. Gızın didiği eve varmış. Evin gapısına gelince, — Alla’m sen bana yardım it. Ben çoh utanıyom, diye diye kapıyı çalmış. Ev sağbı gapıyı açmış. Oğlan ezile büzüle, udlana udlana, — Allah rızası içu bağa bi ekmek verin. Üç gündür bi şey yemedim, dimiş. Ev sağbı, padişaan oğluna bi dene ekmek vermiş. Oğlan da ekmeği almış amma nası almış. Oğlan ekmeği almış, gızın yanına gelmiş: — Getirdin ni ekmeği, dimiş gız. — Getirdim, gayri bana varıcaa, dimiş oğlan. — Şöyle bi gel de yüzüne bahıyım, dimiş gız. Oğlanın yüzüne bahtıhta soona, — Yoh, daha sırası var. Daha yapacan bi görev daha var, dimiş. Oğlan, — Ne imiş, dimiş. Gız da, — Boon* gittiğin eve şimdi gene git. Bi ekmek daha iste, dimiş. O zamanaça oğlan, — Bi dilendiğim evden bi daha nası dileniyim, dimiş. — O zaman sana varmam, dimiş gız. [Yazzıh, oğlan da nöörsün? Eli mahkum.] — Olur, dimiş oğlan. Gapıya varınca dolanmış dolanmış durmuuş, dolanmış durmuuş gapıya vuramamış: — Elaaşi,* bi vurduğum gapıya bi daha nası vuruyum, dimiş düşünmüş. Epey bi vahit düşününce, — Aman nolacah, iki ekmekle battı mı? Niye ayıb oluyomuş, dimiş gapıyı çalmış. Ev sağbı gapıyı açınca bahsa ki gene o dilenci: — Sana ekmek verdim ya. Gene niye geldin, dimiş. Oğlan, — Bi daha versen batan nı? Çoh acıdım, verdiğin ekmekle doymadım, dimiş. Ev sağbı da, — Naadar yüzsüz dilenciymiş, soyhasında galsın*. Bi daha veriyim de, gapıyı kitleyip içeri giriyim, dimiş. Ekmeği virmiş. Oğlan ekmeği almış, yola goyulmuş. Oğlan yolda geleke çat diye bi ses duymuş, gızın yanına varmış: — Hoş geldin, getirdiği ekmeği, dimiş. — Hee getirdim, dimiş. — Şöyle gel de, bi yüzüne bahıyım, dimiş. Gız, oğlanın yüzüne bahsa ki oğlanın ar damarı çatada çatlamış: — Gayri, sana varırım, dimiş gız. Oğlan da, — İstiyosan bi daha deşiririm*. Bu deşirmek pek gözel oluyomuş, dimiş. — Bu öyle bi dattır ki dadını bi alan bi daha bırahamaz. Evlendikte soona, istersen gene dilenirsin, dimiş. Oğlana varmış. Padişah da oğluna gırh gün gırh gece düğün yapmış. Oğlunu baş göz etmiş. Bunda soona da gızına oğlan arsız, udsuz yaşamış durmuşlar.   * canı daralmak: Sıkılmak, bunalmak * kişiflemek: 1. Keşif yapmak, ön araştırma yapmak, incelemek 2. Birini gizlice izlemek * o zamanaça/o zamaataca/o zamaataça: O zamana kadar * bu ketli: Bu sefer * boon: Bugün * elaaşi: Ele güne karşı ayıp olarak nitelendirilen şey * soyhasında galsın: Öl de kıyafetlerin arkanda kalsın, anlamında kullanılan bir beddua * deşirmek: Dilenmek
Ar Damarı
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
Bir köyde zengin bir padişah yaşarmış. Bu padişaan çocuu olmuyomuş. Garısıyna gitmedii tohtur* galmamış. Padişaan üryasına bi gün biri gelmiş. Biri beyaz biri gırmızı iki dene elma vermiş: — Bu elmaların birini gendin yi, birini garın yisin, dimiş. Elmaları yiyince gadın çocuaa galmış. Çocuh geliyo ki göpgözel. Çocuun adını Hurşid goyuyollar. Gel oluyo gid oluyo, çocuh büyüyo. Padişah bi evin bi oolunu evermeye çıhıyo. Köyün bütün gızlarını çığırttırıyo amma oolan birini de beenmiyo. O zamaataca* Hurşid’in üryasında diyollar ki: — Filan yirde, işde bir şeerde Maamire* adında bi gız var, onu Allah sana yazacak, sen onu alacaan onunla evlenecen ve yedi buçuk ay sonra gız ayaana gelecek, diyollar. Hak tarafında gızın üryasına girip kıza da söylüyollar. Hurşid’in iresmini gösteriyollar. Hurşid de ööle bekliyo onu, içeri gapanıyo: — Maamire gelecek, diyo. Babası diyo ki, — Çocuh hasta, dışarı çıhmıyo, yimiyo içmiyoo. Hurşid gara sevdaya düşüyo. Babası götürmedik tohtur gomuyo, gezdiriyo, götürüyo çaare bulamıyo. Arhadaşları padişaan oolu hasta imiş diye, oolanı getiriyollar götürüyollar, içki içiriyollar. Oolan orda burda türkü çıırıyo, ondan sonra yedi buçuh ay doldu muydu atına biniyoo bi de, — At ile şöle bi dolaşıyım gidiyim, diyo. Yaylalara dooru gitse ki bi sürü çadır gurulu. Gızgil gelmiş, gızın çoh gardaşı varımış. Gardaşları hepsini toplamış oraya gelmişler. Oolan varınca gızı çadırda görünce bayınıp düşüyo. Gız çoh güzelmiş. Orda bi dene garı geliyo, oolanı galdırıyo: — Gel gızım bu senin yüzünden düşdü, gel de bunu götürelim, diyo. Oolanı galdırıyollar çadıra götürüyollar. Çadırda oolan ayıhıyo. Bi de gız diyo ki: — Aman gardaşlarım geliyor, şöyle dışarı çıh, diyo. Bunlar dışarı çıhıyollar, geziyollar. O zamaataca gızın gardaşları geliyo, — Bu oolan kimmiş, diyollar. Bu da diyo ki: — Bu yaylanın saabı imiş, diyo. — Gidelim, bu yaylayı oolanın babasından alalım, diyollar. Gidiyollar gızın babasına böyle böyle, bu yaylayı bize satın, diyollar. — Tamam, diyo gızın babası. Yayla size gurban ossun amma benim de sizden bi isteam var diyo. Gızınız Maamire’yi benim Hurşid’e verirseez verdim gitti, diyo. — Virdik, biz de virdik, diyollar. Onlar da veriyo. Bi de geri çadıra geliyollar, düşünüyollar, geri vazgeçiyollar: — Geri gidelim de ordaa, köyümüzdeki adama virelim, memleketimizdee adam ile evlendirelim, diyollar. Gızı da alıp memleketlerine geri gidiyollar. Oolan gızın yanına gelse ki kız da yooh kimse de yooh, gomuş gitmişler. Oolan türkü yahıyo, aşşığımış. Gidekene çobana ırast geliyor, çobana soruyo. Çoban da, — Gitti, diyo. Oolana mektup veriyo. Bi de şeare* varıyo, şearde kimse yoh. Bi garıya ırast geliyo: — Bunlar nereye gitti, diyo. —Maamire’nin düünü var ordalar, şearde kimse yoh, diyo. — Hala teyze, beni misafirin olarak evine alın mı? diyo. Bu da, — Evladım olarak alıyım, diyo. Bunu misafir olarak evine alıyo. Oolan diyo ki: — Şu yüzzüğü kıza bi göster. Kıza Hurşid geldi, seni gaçıracah de, diyi araya adam düşürüyo. Kız kimseyi içeri almıyomuş. Kadın yüzzüğü kıza gapıdan gösteriyo. Kız, — Aman teyzem geçsin, diye milleti yarıp kadını içeri alıyo. Kıza diyo ki: — Hurşid geldii, seni gaçıracah ne diyon? diyo. — Tamam, diyo. Gidelim. Araya iki adam düşürüyollar. Bunu Hurşid atına bindiriyo, getiriyo memleketine. Paadişah kırh gün kırh gece düün ediyo. Bunlar da muaradına eriyollar. Darısı bekârlara ossun.   * tohtur: Doktor * o zamanaça / o zamaataca / o zamaataça:  O zamana kadar * Maamire: Mahmure * şaar / şear / şeer: Şehir, kent  
Hurşit ile Mahmure
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
ZAARIN UŞAHLARI Evel zaman içinde galbur saman içinde üç gardaş varımış. Bunların üçü de bekâr olduğuna çalışmaya gitmişler. Az birazcık da paraları varımış: — Bunu nereye goysak nereye goysak, iyisi mi biz bunu bir aacın dibine saklıyak, dimişler. Aacın dinine parayı koymuşlar, çalışmaya gitmişler. Bunlar geri dönmüşler çalışmadan, — Gidelim paramızı alalım, dimişler. Gelseler ki para yok: — Allah Allah, para nice olmuş para nice olmuş, dirkene büyük dimiş ki: — Bunu alan Köse, dimiş. Ortanca, — Onun boyu gısa. Güccük de, — Alanın adı Musa, dimiş. Üç beş altı boş, bunlar çarşı gibi bir yerde geziyollarken bir adama ırastlamışlar. Adama bahıyollar boyu kısa, gendi köse, — Adın ney? dimişler. — Musaaa, dimiş. — Bizim paramız sende, diyollar. Adam yoh didiyse de, bunlar, — Paramız sen de, seni mahkemeye virecaah, diyollar. Adamı mahkemeye veriyollar. O zamaataça haakim adamlara, — Siz bi kapıya çıhın. Nerden bildiniz bunun sizin paranızı çaldııını, diyo. — Biz bilirik, biz zaarın* uşaayık, diyollar. Haakim eline bir nar alıyo sandığın içine atıyo: — Gelin baalım buraya, bu sandığın içinde ne var? diyo. Bunlar varıyollar, büyük diyo: — O topak. Ortanca diyo: — Onun içi gırmızı. Güccük, — Onun adı nar, diyo. Haakim, — Haaa tamaam. Bunlar işi biliyo. Adamların parasını ver, parayı sen almışsın, diyo. Üç beş altı boş, bunlar parayı alıp giderkene bir deve ırastlıyollar. Dev yohmuş da, ayağının izi varmış. Biri diyo ki: — Devenin bir gözü kör. Biri diyo ki: — Yükünün biri bal, biri sirke. Neyse işte, böyle böyle diyollar. Gidekene gidekene bi adama ırastlıyollar: — Selamün aleyküm. — Aleyküm selaam. Adam diyo ki: — Gardaşım devem gayboldu. Gördünüz mü? — Deveni görmedik ama devenin ayağına rastladık, diyollar. Adam, — Ne biliyonuz o zaman benim devem olduğunu? diyo. Biri diyo ki: — Devenin gözü kör müydü? Adam diyo: — Kör. Biri diyo: — Yükünün biri bal, biri sirke miydi? — Hee, iri bal, biri sirkeydi. Adam ireli varınca geri düşünüyo: — Allah Allah, bu adamlar benim devemi nerden biliyo? Her bi şeysini biliyollar. Benim devem bunlarda, diyo. Geri dönüyo, — Aalenin* aalenin gardaşım, benim devem sizde. — Hayır, biz görmedik. — Ne biliyonuz o zaman benim devemin her bi şeysini? — Biz biliriz, biz zaarın uşağıyık, diyollar. Şöyle böyle derkene, bunlar gene mahkemelik oluyollar. Şiy diyo ki haakim: — Siz bu adamın devesinin bir yannı gözünün kör olduğunu, bi yannı yükünün bal bi yannı yükünün sirke olduğunu ne biliyonuz? diyo. — Biz bilirik, biz zaarın uşağıyık, diyollar. Öyle diyince haakim, — Gelin baalım siz dışarı, diyo. Bunlar dışarı çıhıyollar. O zamaataça haakim bi dene horozu alıyo, sandığın içine atıyo. Sandığı da alıp bunların yanına geliyor: — Bilin bahalım, bunun içinde ne var? Biri diyo: — Orah gibi kuyruğu var. Biri diyo: — Başı darah. Biri diyo: — Sandıhtaki horoz. — Haaa tamaam, bunlar her bi şiyi biliyo. Hadi adam evine git, bunlar suçsuz. Sizde aaşama bizim evde yimeğe davetlisiniz, diyo. Haakim aaşam için kuzu kesiyo, ekmek getiriyo, öteberi hazırlıyo. Aaşam oluyo üç gardeş eve geliyollar, sofraya oturuyollar. Haakim kapıya çıhıyo, bunları diiniyo. Biri diyo ki: — Guzuda köpek eti kohuyo. Diğeri diyo ki: — Ekmekte ölü eti kohuyo. Beriki de diyo kine: — Haakim kırık dölü.* — Allah Allah, diyo hakim. Hemen guzucuya gidiyo: — Guzuyu nerden aldın? — Guzum er guzuladı, köpeğin önüne düşdü köpek emzirdi ordan aldım. — Tamaam. Ekmekciye gidiyo: — Ekinin nerdeydi gardaşım? — Gabristanlıhtaydı. Buna da, — Tamaam, diyo. Anasına gidiyo: — Ana sen beni nerden aldın? — Yoh oolum bir yerden almadım, diyince, — Yoh diyo. Sen söyliycen. — İmkânsız bi yerden aldım. — Allah Allah söyliyecen ana, diyo. — Bi yerde cingan gidiyodu ondan aldım, diyo. Öyleliğlen haakim korhuyo, üç gardeşe, — Hadi gahın gidin, benim başımı belaya sohacaanız, diyo. Bu masalda burda bitiyoo.   * zaar: 1. Zahir, açıkta olan, görünen. 2. Kalp gözü açık kimse. 3. Her halde, 4. Küçük ve cılız köpek. * aalenmek: 1. Durmak, 2. Eğlenmek. * kırık dölü: Asaletsiz, babası belli olmayan.
Zaarın Uşahları
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
ŞEMSİ BAANİ Bir varmış bir yohmuş, Allah’ın deli gulları çohmuş. Çok demesi pek günahmış. Sevabı goydum bir kefeye, günahı goydum bir kefeye başladım düşünmeye. Azdan çoktan, hoppala hoptan, sana bir mintan yaptırdım çerden çöpten. İlikleri karpuz kabuğundan düğmeleri turptan. Turp dedim de aklıma geldi iki adam. Biri zayıf, biri şişman biri dost biri düşman. Bir köprü gurmuşlar, sırat köprüsü mü desem? Geçen de pişman geçmeyen de pişman. O yalan bu yalan, ağzın burnun yok mu? Seninki de yalan. Baban yalandan gitti, anan yalandan gitti seni gidi yağlı keçi, duvara bağlı keçi, yalan yuvası olmuş ağzıyın içi. Neyse uzatmayalım, masala su katmayalım ve masala başlayalım. Zamanın birinde bir ülkede üç bacı yaşarmış. Bu üç bacı, kendi aralarında konuşuyorlarmış. Bunlar konuşurlarken oradan geçen padişahla yaveri pencereye gulaklarını vermişler: — Bu gızlar ne diyo, bakalım demişler. En büyük gız, — Ben bi padişahla evlensem, bi çadır dokusam, çadır dokunsa gelse, demiş. Ortanca gardeş, — Ben bi padişahla evlensem, bi halı dokusam, halı dokunsa gelse, demiş. En küçük gız da, — Ben bi padişahla evlensem, bi oğlum olsa bi gızım olsa ağladıkça gözlerinden inci mercan dökülse, demiş. Onlar ordan çekip gitmişler. Gel zaman git zamaan padişah yaverine, — Çağır da en büyük kızla evlenelim. Bakalım sözünü tutacak mı? demiş. Gızı çağırtmış, düğün etmiş. Bir de kıza çadır tezgâhı kurdurtmuş ama çadırlar hiç dokunup gelmemiş. Ondan sonra ikinci kıznan evlenmiş ortanca kıznan: — Çağırın bir de ortanca kıznan evleneyim bağalım. Belki o dediğini tutar, demiş. Gız gelmiiş, düğün yapılmış. Padişah o gıza da halı çadırı kurdurtmuş amma gız gelip de bir başına geçmemiş. Padişah, — Bu da olmadı, sözünü tutmadı. Ben bir de küçük gıznan evleneyim, demiş. Padişah küçük gızla evlenmiş. Hakkaten de gızın bir oğlu bir gızı olmuş. Ağlayınca gözlerinden inci mercan dökülmüş. Evdeki ablaları bu duruma hasetlenmişler:* — Amaan padişah bunu görür. Bunu alır bizi de öldürtür. Ne yapalım ne yapalııım, padişah çocukları görmeden biz bu çocukları gaybidelim, demişler. Bir gutu bulmuşlar, gutunun içersine pamuk goymuşlar. Çocukları da gutuya goyup büyükçe bir ırmağın içine atmışlar. Gelelim gücçük kıza. Gücçük gızın da yatağına bacıları, bir erkek bi de dişi köpek eniği goymuşlar. Sonra da, — Vah vah, köpek eniği gunladı, olacak iş mi? diye bağıra bağıra padişaha duyurmuşlar. Padişah, — Hay böyle iş olur mu? Böyle bir terbiyesizlik padişaha yapılır mı? deyip, şehrin en işlek caddesine bir guyu kazdırın. Guyunun içine de gadınla köpek eniklerini atın. Gelen geçen de bunların yüzüne tükürsün demiş. Gadını beline kadar kuyuya gömüyollar. Gelen geçen de gadının yüzüne tükürüyo. Gelelim çocuklara. Çocuklar da yavaaş yavaaş sandığın içinde büyümeye başlıyolar. Yüzerken yüzerken bi yaşlı ebe dede varmış. Onların da hiç çocuhları olmuyomuş. Sandığı bunlar görmüşler. Sandığı görünce, — Beeey dimiş gadın. Bunun içinde mal ise senin olsun, can ise benim olsun. Bi de sandıh sudan yanlarına gelmiş. Sandığı açsalar bahsalar ki bi oğlan bi kız iki tane çocuh. Pırıl pırıl. Sandığın içi de inci mercan dolu. Çocuklar ağlayı ağlayı sandığın içini doldurmuşlar: — Yarabbi, bak bize acıdı, iki tane çocuk gönderdi, demiş gadın. Çocukları almışlar: — Bunlar bizim guzularımız olsun, diye büyütmeye başlamışlar. Tabi çocuklar gülüyorlarmış mercan oluyomuş, ağlıyolarmış inci oluyomuş. Hâli vahti çoh güzel olmuş bunların. Bu yaşlılar çoh zengin olmuşlar. Hemen padişahın sarayının yanına bir saray da bunlar yaptırmışlar. Yaptırınca büyüğünen güççcük kız bu sarayı görüyollar. Gafalarında hemen tasarlıyollar: — Yaa, bu çocuhlar herhalde ölmedi. Bunlar bizim başımıza bela açallar. Biz bu çocuhları öldürelim, bi kötülük yapalım, diyollar. Saraya geliyollar, gapıyı dövüyollar. Kız açıyo gapıyı: — Gızııım diyo, evinizde pek güzel olmuş, siz de güzel olmuşşsunuz. Yalınız evinize Gaali Güher (Galigüher) dağının arkasında yediveren çiçeği var, onu da getirseniz daha güzel olur. Kohar buralar, pırıl pırıl olur, bi güzel olur ki, dimiş. — Tamam, dimiş gız. Notunu da almış. Akşam olunca kardeşi eve gelmiş. Bacısının üzgün olduğunu görünce, — Bacım ne oldu, neye üzülüyon? dimiş. Bacısı da, — Bah, bugün bi teyze geldi buraya. Gaali Göher dağının arkasında bi yediveren çiçeği varmış. Onu alıp gelirsen evini daha güzel olur dedi, demiş. Oolan da, — Sen hiç üzülme ben o çiçeği sana getireceem, diyo. Ertesi gün atına biniyo yola düşüyo. Yolda ak sakallı bi adamla karşılaşıyo. “Yavrum nereye gidiyon sen? diyo. — Gaali Güher daaının arhasında bi yediveren çiçee varmış, bacım istiyo, onu alıp geleceem, diyo. — Vay yavruuum, padişah o çiçek için dünyanın askerini gönderdi, hepsini de telef etti. Sen nasıl getireceen, diyo. — Ben sana şimdi bi şey söylüycem, sen bunu yaparsan hem çiçeği de alırsın hem de saa saalim geri gelirsin, diyo. — Ne yapcam dede? Söyle, diyo. — Dağya çıhıyon, hiç istifini bozmuyon* dağdan çiçeği topluyon, arhana bile bahmadan atına binip geri geliyon. Sahın ha bahma! Eğer baharsan dağ ardısıra sana dooru yürür, atın ile seni altına alır, altında kalırsın maazallah, diyo. Oolan dağya gidiyo, arhasındaki yediveren çiçeğini topluyo, dedenin söyledii gibi heç arhasına bahmadan atına atlıyo, çıhıp geliyo. Tabi dağ ardından gürül gürül geliyo amma gelse de oolan çohtan evine varıyo. Oolanın yediveren çiçeğini getirdiği tüm şehirde yankılanıyo. Dedikodu şayika çıhınca teyzeleri de bunu duyuyo: — Vaaa! Ölmedi görüyon nu, ne yapsak ne yapsaaak? diyollar. Oolanın olmadıı bir gün kadın gine geliyo saraya: — Gızım diyo, eviniz ne kadar güzel omuş, çiçean kohusu taaa uzahlara geliyo ama Gaali Güher dağının arhasında Şemsi Bani dirler bir çengi gızı var. Onu da getirriseniz size ana olur. [Çocuhları büyüten karı koca da ölmüş tabi] Böylelikle ananız da olur, çoh güzel bi hayatınız olur, diyo. Gız bunları da not alıyo. Bi de ahşam oluyo, oolan gine eve geliyo. Bahıyo bacısı gine üzgün: — Ne oldu, neye üzülüyon? diyo. — Bah, o teyze gine geldi. Gaali Güher dağının arhasında Şemsi Bani dirler bi çengi gızı varmış. Onu getirirsen bizim annemiz olurmuş, diyo. — Tamam, diyo oolan. Tek sen üzülme bacım, diyo. Atına biniyo yola düşüyo. Gideee, gidee gide bi ak sahallı adam çıhıyo önüne: — Nere gidiyoon, nere giyooon? diyo. — Böyle böyle. Gaali Güher dağının arhasında Şemsi Bani dirler bir çengi gızı var. Onu alcaam bize anne olacah, diyo. — Sen napıyon arhadaş, ölümüne mi susadın? diyo. Oolan da, — Ben bacımı çoh seviyom. Gitceem, ölümüne de olsa gidecem. Bi tane bacım var başka kimsem yoh, diyo. — O zaman, benim sana söylediklerimi eksiksiz yaparsan çengi gızını alır gelirsin, dimiş. Başlamış oolana yapacaklarını bir bir anlatmaya: — Yolda önüne iki aslan ile iki çeşme çıkacah. Beyaz çeşmeden akan sütü beyaz aslana, siyah çeşmeden akan sütü siyah aslana içireceen. Az ilerde çoh acıhmış kurt ile kuzu göreceen. Gurdun önündeki otu, kuzunun önüne, kuzunun önündeki eti de gurdun önüne at ki sana musallat olmasınlar.* Gideee gidee gide kale gibi taştan duvarları olan bir şato ile karşılaşcaan. İşte aradıın Şemsi Bani orda yaşıyo. Padişah onu saraya getirtebilmek için yıllarca tabur tabur ordu gönderdi amma muvaffak olmadı. Şemşi Bani hepsini taş itti. Seni de daş itmek isteyecek. Ben sana bir mısga* vercem. Bu mısgadaki duayı ezberlersen daş olmazsın, diyo. Oolan duayı ezberleyip yola çıkıyo. Oolan önce aslanlarla, soona da gurt ile guzuyla garşılaşmış. Dervişin didiklerini bir bir yapınca engelleri aşmış, dağın eteendeki Şemsi Bani’nin sarayına yahlaşmış. Şemsi Bani oolanı görünce hemen, — Daş ol, dimiş.  Oolan atının ayahlarından dizine gadar daş olmuş. Oolan heyecandan ohuyacağı duayı unutmuş: — Çengi gızı, diye seslenmiş. Şemsi Bani gine, — Daş ol, dimiş. Oolaan bu sefer beline gadar daş olmuş. Tekrar baarmış, döşüne gadar daş olmuş. Allah tarafından dua birden ahlına gelmiş, bi çırpıda ohuyu vermiş. Atının ve oolanın üzerindeki bütün daşlar sıyrılmış. Şemsi Bani bunu göürünce, — Buyur aslanım, dimiş. — Seni götürmeye geldim, dimiş oolan. — Burda gördüün bütün daşların duvarların hepisi insan, çoğu da padişaan tabur tabur adamları, onlar da senin gibi beni götürmeye geldiler amma başarılı olamadılar, hepisini daş ittim, dimiş. Oolan da başından geçenleri bir bir anlatmış: — Benim bi gız gardeşim var. Gardeşime bi yaşlı gadın dadandı.* Önce yediveren gülünü getirirsek çoh mutlu olacaahsınız dedii için gülü getirdim. Şimdi de çengi gızını getirirseniz çoh mutlu olacahsınız dediği için seni götürmeye geldim. Sen bizim annemiz olacaan, bize annelik yapacaan. Hadi gidelim, dimiş. Çengi gızı da, — Tamam gidelim amma önce şu daşları uyandıralım. Kimi borudan mızıkayla kimi asker silahlarıyla geldi, dimiş. Ben elimi kaldırıp dua idiyim sen de benle dua it de bunları uyandıralım, diyo. Bunlar dua idiyollar. Askerler, boru, trampet hepsi daşdan adam oluyollar. Sarayın yolunu dutuyollar. Gelelim Şemsi Bani ile oolana. Bunlar da doğru evin yolunu dutuyollar. Eve varıyollar. Oolan bacısı ile çengi kızını tanıştırıyor: — Annemizi getirdim, diyo. Başköşeye oturtuyo. Avrad gine geliyo: — Vay, eviniz de pek güzel olmuş, çiçaanız da güzel olmuş anneniz de daha güzel olmuş, dimiş. Şemsi Baani, — Daş ol, cadı garı! diyo buna.  Gadın o anda simsiyah bir daş oluyo. Şemsi Baani o siyah daşın üzerinde abdestini alıyo, namazını gılıyo. Daha sonra oolunu yanına çağırıyo. Bir elini salllıyo gümüş bir sini oluşuyo. Civcivler ve tavuklar sininin içinde yayılıp dolaşıyo amma dışına çıhamıyo: — Bu siniyi al oolum, padişaa hediye olarak götür. Gomşumuz duruyo, diyo. Oolan da götürüyo. Ertesi gün de Şemsi Bani oolana bi tavşanla bi tazının altın ve gümüşten bir sininin içinde koştuğu amma birbirini dutamadığı bir sini veriyo: — Bunu padişaa hediye olarak götür, diyo. Padişah bu hediyeyi de alınca, — Benim sarayımda böyle bi şey yoh. Bu neyin nesi böyle yaaa! Böyle bi şey olur mu? diyo. Sarayında yükde yemli, pahada ağır neyi varsa, altıın, akçee ne varsa dolduruyo. Önce padişah geliyo diye haber gönderiyo, arhasıkese* bunların sarayına varıyo. Oolan, — Bu annem, bu da kız kardeşim, diye padişahla ailesini tanıştırıyo. Padişah, Şemsi Baani’ye, — Sen bunu nasıl yapıyon? Bu civcivler tepsinin üzerinden çıhmadan dolaşıyo. Tavşanla tazı birbirini yahalamadan sinide goşup duruyollar. Bu nasıl işdir? diyo. — Sen böyle şeylere inanaman, diyo Şemsi Baani. İnsanoğlu hiçbir zaman köpek eniği gunlamaz. Sen buna inanıyon da tavşanla tazının birbirini yahalamadan aynı sini içinde koşabileceğine mi inanmıyon? Pazar yerine gömülediin o gadın bu çocuhların öp öz annesi, senin de garındır. Bunları sana eski garıların, bu çocuhların teyzeleri planladılar, diyo. Öyle diyince padişah yaptııı hatanın farhına varıyo. O büyük bacı ile ortanca bacıya da, — Kırk satır mı istersiniz, kırk katır mı? diye soruyo. Onlar da, — Satırı ne yapacaak, katıra bineriz babamızın evine gideriz, diyollar. İki bacıyı katırın kuyruuna bağlıyollar, katır bunları sürüye sürüye evlerine götürüyo. Garısını gömüldüü yerden çıharttırıyo. İyice yıhatıyo, çocuhlarını da yanına alıp sarayına götürüyo. Kırk gün kırk gece banyolar yapıyollar. Mutlu mesut yaşıyollar. Gökten üç elma düşüyo, biri bu masalı söyleyene, biri anlatana, biri de dinleyenlere gidiyo. Çünkü elmanın ikisi kendisine biri de daima dinleyene düşüyo.   * hasetlenmek: kıskanmak * istifini bozmak: durumunu, pozisyonunu değiştirmek * musallat olmak: 1. bir kişinin kötülüğü için sürekli uğraşmak, 2. bir şeyin bir yere gelip gitmeme durumu * mısga: muska, genellikle takanı koruyacağına inanılan hoca geçinen kişiler tarafından yazılmış ve üçgen şeklinde katlanmış kâğıt * dadanmak: 1. sürekli aynı şeyi yapmak, 2. bir kişinin kötülüğü için sürekli uğraşmak * arhasıkese: arkasından
Şemsi Bani
Kırşehir
İç Anadolu Bölgesi
                                                                                 HAYVANLAR ÂLEMİ Hayvanlar âlemi birbirleriyle sözlü olarak anlaşabilirlerken bir gün aslanı reis olarak seçmişler. Sen bizim reisimiz ol, her şeyi sen yürüt, senin emrinden hiç çıkmayalım demişler. Bütün hayvanlar âlemi de bunu kabul etmiş ve aslanı reis olarak seçmişler. Herkes bir arada yaşamını sürdürüyor, avlanıyor, ihtiyacını görüyor. Bir gün yılan duvarın dibinde yatarken, uyurken, çoban kuzuları salmış otlatmaya tilki de takip ediyor o kuzulardan biriyle avlanacak. Kuzuya saldırdığı zaman bütün kuzular ürkmüş o ürkerken bir duvarın üstünden geçerken yılanın üzerine biri taş düşürmüş. Yılan bağırmış: -Tilki kardeş ben taşın altında kaldım beni kurtar demiş. Tilki de gelmiş ona bir iyilik yapmak için taşı üzerinden almış. Taşı üzerinden alınca yılan dönmüş demiş ki: - Sen bu kuzuları ürküttün kuzular kaçarken benim üzerime taş düşürdüler. Sen suçlusun seni boğacam demiş. Tilkinin boynuna sarılmış. Tilkide demiş ki: -Ya bizim bir reisimiz var. Bu reise bunu danışmadan bunu yapamazsın. Hem beraber gidelim reis hangimizi suçlu görürse cezalandırsın. Beraber gidiyorlar, varıyorlar reisin olduğu mevkiye bunlar giderken aslan farkına varmış: -Ne oldu? Derdiniz neydi de kavga ediyordunuz? demiş. Bir kükremiş bunlara ikisi de korkmuşlar reis kükreyince. Olayı anlatmışlar böyle böyle oldu diye. Aslan demiş ki: - Ben bunu olay yerinde incelemeden burda karar veremem demiş. Beraber gitmişler olay yerine yılana demiş: -Sen yat bakim, yattığın yeri göster bakim, yat oraya demiş. Yılan duvarın dibine uzanmış. Üzerindeki taş hangisiydi? Yılan: - İşte şu taştı demiş. Aslan tilkiye demiş: -Taşı al yılanın üzerine koy bakim demiş. Koymuş. Yılana sormuş: -Olay böyle miydi? demiş. Yılan: -Evet, böyleydi reisim demiş. -O zaman sen yapılan bir iyiliğe karşı kötülük yapıyorsun demiş. Sen ömür boyu bu taşın altında galacan demiş. Ve yılan haladır da öldürüldüğü zaman veya çanlıyken bile taşın altına gizlenir, saklanır. Ordan beddua almış yani.   ( KK: Mehmet Kaya, Barbaros Mahallesi/ Mersin/Gülnar/1943 doğumlu, İlkokul mezunu, İl Milli Eğitim Müdürü Kaymakam Şoförlüğü yapar, şu an Mersin/ Yenişehirde oturmaktadır. Masalı çevresinden dinlemiştir. ) 
Hayvanlar Alemi
Mersin
Akdeniz Bölgesi
Urfa’da yaşayan zengin bir ağanın hayvanlarına kıran girer. Tarlaları da dolu yüzünden verimsizleşen ağa fakir düşüp bütün servetini kaybeder. Tuz ekmek arar olur. Ağa olduğundan ağalık dışında bir işten de anlamamaktadır. Yakın bir dostu başka bir ağanın yanında kahvecilik yapmasını önerir. Ağa teklifi kabul eder ve bir ağanın yanında aylık bir çuval un maaşla kahveciliğe başlar. Eski ağa artık yeni kahvecidir ve bir çadırda yaşamaktadır. Bir gün ağasına bir Arap atı hediye edilir. Ağanın etrafındaki yalaka takımı atı övmeye başlar. Fakat ağanın gözü kahvecidedir, atla ilgili övgü dolu hiçbir cümle kurmaz. Etrafındakiler dağıldıktan sonra ağa kahvecisine dönüp neden atını övmediğini sorar. Kahveci bu atın Arap atı olmadığını onun için onu övmediğini söyler. Ağa önce inanmaz ve atı hediye edenlerin peşine düşer. Ağa onları sıkıştırınca onlar da: —Ağam, bu tayı doğuran at doğumdan bir müddet sonra öldü, biz de onu ineğe emdirdik, derler. Ağa konağına döner ve kahveciye durumu anlatır ve bunu nasıl bildiğini sorar. Kahveci: —Arap atı suya işemez, bu at inek gibi derenin ortasına işiyor, der. Ağa onu takdir eder ve aylığını iki çuval una çıkarır. Bir müddet sonra ağaya bir şahin hediye edilir. Etrafındakiler yalakalar şahini övmeye başlar. Fakat ağanın gözü yine kahvecidedir. Kahveci bu sefer de tek söz etmemektedir. Misafirler dağıldıktan sonra ağa kahveciye yönelir. Herkes şahinimi överken sen neden övmedin, der. Kahveci: —Size hediye edilen şahinin anası şahin değil, der. Ağa şahini hediye edenlerin peşine düşer ve kahvecinin iddialarını soruşturur. Şahini hediye edenler durumu şöyle izah ederler: —Bir gün şahin yumurtası bulmak için dağa gittik. Bir yumurtasını alıp eve döndük, yumurtayı kuluçkaya yatan tavuğun altına koyduk. Bunun anası tavuktur, derler. Ağa eve döner, kahveciye bunu nasıl bildiğini söyler. Kahveci: —Şahinin gözü ette olur, evdeki sinekleri avlar. Bunun gözü tavuk gibi sürekli tavuk pisliğinde, der. Ağa bu sözler üzerine kahveciyi takdir eder ve aylığına bir çuval un daha ekler. Günlerden bir gün ağasının annesi onu ziyarete gelir. Ağanın etrafındakiler annesini övmeye başlar. Annesi ise bu yiğitliğinin ağa olan babasından geçtiğini söyler. Kahveci yine sessizdir ve bu durum ağanın dikkatini çekmektedir. Misafirler dağıldıktan sonra ağa kahveciye yönelir ve olayın aslını sorar. Kahveci: —Ağam durumu size söylesem huzurunuz kaçar, boş ver gitsin, der. Ağa kahveciyi sıkıştırır, bunun üzerine kahveci: —Senin baban bir ağa değil, davulcunun biriydi, der. Ağa beyninden vurulmuşa döner. Anasını bir dağ başına çıkarır: —Ana bu gün ölüm kalım günün. Bana ya doğruyu söylersin ya da seni öldürürüm. Benim babam ağa mıydı yoksa gevende miydi, der. Anası: —Etme eyleme oğul, senin baban ağa oğlu ağa idi, der. Ağa ikna olmaz ve kamasını annesinin boynuna dayar. Annesi çarenin kalmadığını görünce gerçeği itiraf eder ve babasının bir davulcu olduğunu söyler. Ağa annesini bırakıp kahvecinin yanına döner. Ağa: —Bunu da bildin, babam bir davulcuymuş. Peki, bunu nasıl anladığını söylersen senin maaşına bir torba un daha ekleyeceğim, der. Kahveci: —Senin kapına yalvar yakar geldim, birçok olayın hakikatini sana anlattım. Ağalık vermekle olur. Eğer sen gerçek bir ağa olsaydın önce başımı sokacak bir ev ve maişetimi temin edecek iyi bir maaş verirdin. Ama sen bir davulcunun oğlu olduğun için bana un verdin. Yere girsin senin ağalığın!
[Cömertlik Efsanesi]
Şanlıurfa
Güneydoğu Anadolu Bölgesi
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken, kediler terzi iken, fareler müşteriyken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, şehrin birinde karısı ve üç oğluyla yaşayan bir adam varmış. Adamcağız her sabah erkenden kalkar, tarlada çapa yaparmış. Üç beş kuruş para kazanır, onunla da evine ekmek alırmış. Akşam gün batarken de evine dönermiş. Böyle böyle aradan yıllar geçmiş. Oğlanlar büyümüş, birer delikanlı olmuşlar. Üçü de birbirinden yakışıklı, sağlam; üçü de birbirinden gürbüzmüş, ama hepsi de tembelmiş. Babalarına bile yardım etmezlermiş. Zavallı adam her gün söylene söylene işe gider, akşam olunca da eli kolu dolu olarak eve gelirmiş. Adam, yıllar geçtikçe ihtiyarlamış, çalışamayacak duruma gelmiş. Bir sabah, tarlada çalışırken yorulmuş. Oradaki bir taşın üstüne oturmuş: — Offf! Offf, diye içini çekmiş. Bu sırada, oturduğu taş yerinden oynamış, adam yere yuvarlanmış. Taşın altından bir duman yükselmiş. Bu duman, bir minare boyu yükselmiş, içinden bir iyilik perisi çıkmış. Peri, yere yuvarlanan adamın karşısında el bağlamış. Adama: — Ne istiyorsun benden, demiş. Adam, hem korkmuş hem de şaşırmış: — Ben bir şey istemiyorum. Sen kimsin, diye sormuş. Peri: — Bana “Of” derler. Demin sen beni çağırdın. Söyle ne istiyorsun, diye ısrar etmiş. Adam, perinin ısrarına dayanamamış. Demiş ki: — Çok yaşadım yaşlandım Çok çalıştım hoşlandım Oğullarım çalışmıyor, borçlandım. Peri de şöyle cevap vermiş: — Öyle ise dinle beni Üç oğlunu çağır söyle Onlardan Altın Horoz’u iste!.. Peri, böyle dedikten sonra kaybolmuş. Adam, yorgun olduğu hâlde akşama kadar hem bu olanları düşünmüş hem de çalışmış. Akşam olunca evine dönmüş, üç oğlunu da yanına çağırıp: — Oğullarım, yarın sabah gün doğmadan üçünüz de hazır olun! Ben artık yaşlandım. Sizi bu boya, bu yaşa ben getirdim. Şimdi sizden bir tek şey istiyorum. Bana Altın Horoz’u bulup getireceksiniz. Altın Horoz’u bulmadan hiçbiriniz yanıma gelmesin, demiş. Çocuklar öğleye kadar yatmaya alışkın oldukları için gün doğmadan kalkmak onlara zor gelmiş. Hem anneleri hem babaları onları yataktan zor gücele* kaldırmışlar. Gençler, homurdana homurdana giyinmişler. Anneleri her birine birer günlük yiyecek hazırlamış, torbalarına koymuş. Bu üç genç, gün doğmadan yiyecek torbalarını sırtlarına bağlamışlar; ana babalarının ellerini öpmüş, yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler… Derken üç yolun ağzına gelmişler. En büyük oğlan: — Kardeşlerim! Yolumuz burada ayrılıyor. Ben baştaki, sen ortadaki, sen de sondaki yollardan gideceğiz. Allah hepimizin yolunu açık, bahtını iyi etsin, demiş. Bunlar vedalaşarak ayrılmışlar. Büyük oğlan baştaki yoldan gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Bir de arkasına bakmış ki bir arpa boyu yol gitmiş… Yeniden* yürümüş, öğlen bir su başına gelmiş. Bir ağacın altına oturmuş. Yiyecek torbasında ne varsa çıkarıp yemeye başlamış. Tam bu sırada kulakları düşük, tüyleri dökülmüş, zayıf bir köpek görmüş. Köpek, oğlana demiş ki: — Kardaş, kardaş, can kardaş Karnım açlıktan bir taş N’olur ver bana biraz aş Oğlan duymazlıktan gelmiş. Hem yiyor hem de cevap veriyormuş: — Hadi git karşımdan pis köpek Sana yok vereceğim yiyecek Ben de oldum aç bir köpek Köpek hiç sesini çıkarmamış. Az ileriye gidip orada kıvrılmış, yatmış. Oğlan da karnını doyurduktan sonra kendi kendine; “Aman çok yorulmuşum. Karnımı da doyurdum. Yola ne zaman olsa devam ederim. Bari şurada biraz kestireyim.” demiş. Oraya uzanmış, uyumuş. O horul horul uyuyadursun; köpek gelmiş, başını iki kere yalamış. Yalar yalamaz oğlanın başındaki saçların hepsi dökülmüş. Başında bir tek kıl bile kalmamış. Oğlan, epeyce uyuduktan sonra ikindiye doğru uyanmış. Az ileride uyur gibi yatan köpeğe bir tekme atmış. Köpeğe: — Hey, benimle konuşan pis hayvan! Ben Altın Horoz’u bulmaya gidiyorum. Onu bulamazsam babamın evinde rahat edemem. Gideceğim yeri biliyorsan bana söyle, demiş. Köpek gözlerini açmış, başı ile dikenli bir yolu göstermiş. Oğlan da: — Sen benimle alay mı ediyorsun? O yoldan hiç geçilir mi, demiş. Oğlan, köpeğin gösterdiği değil de başka bir yola sapmış. Yine gitmiş, gitmiş… Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Bu sefer bir su başına gelmiş. Vakit de akşam olduğu için yemek torbasını çıkarmış, yemek yemeye başlamış. Bu sırada yanına ihtiyar, zayıflıktan kemikleri görünen, dişleri dökük bir at gelmiş. At demiş ki: — Kardaş, kardaş, can kardaş Yemeksizlikten oldum esrarkeş Vermezsen biraz aş Kalacağım yine esrarkeş Oğlan da cevap vermiş: — Git başımdan uyuz hayvan Nereden geldin böyle yayan Karnın açsa git de otlan! At, hiç seslenmemiş, oradan uzaklaşmış. Oğlanın yine uykusu gelmiş, yatmış, uyumuş. O uykuya dalınca at yanına gelmiş. Sırtından iki tane kıl kopartmış; birini oğlanın bir gözünün üstüne, öbürünü de öbür gözünün üstüne koymuş. Oğlan az sonra uykudan uyanmış ki o güzelim gözleri şaşı! Biri bir yana, öbürü başka bir yana bakmıyor mu! Şaşırmış, kalmış: “Bu neydi benim başıma gelen! Başımda saç kalmadı, gözlerim de şaşılaştı. Ne zor bir şeymiş bu Altın Horoz.” diye söylenmiş, ağlaya ağlaya yollara düşmüş. Artık karanlık bastığı için yolunu da göremiyormuş. Derken çok uzakta bir ışık görmüş. Hemen o ışığa doğru gitmiş. Bir de bakmış ki küçük bir kulübe… Hemen kapısını çalmış. Kapıyı iki büklüm ihtiyar bir kadın açmış. Oğlan, kadını görünce içinden; “Bu da öbür hayvanlar gibi hem pis hem de çirkin.” diye geçirmiş. Sonra da kadına: — Ey ihtiyar! Bana yatacak bir yer ver, diye bağırmış. Kadın hiç ses çıkarmadan onu içeri almış, fakat oğlanın içinden geçenleri de biliyormuş. Oğlan içeri girince yine yiyecek torbasını açmış, içinden yiyecekleri çıkartmış, yemeye başlamış. İhtiyar kadın da bir köşeye oturmuş, onu süzüyormuş. Oğlan, kadına; “Buyur, bir lokma da sen al!” bile dememiş. Biraz sonra yatıp uyumaya başlamış. O uyur uyumaz kadın yerinden kalkmış, eline bir sopa almış, oğlana hafifçe dokunmuş. O anda oğlanın boyu birden kısalmış, kısacık bir cüce olmuş. O uzun boylu, sarı saçlı, yakışıklı bir genç olan oğlan; artık kel kafalı, şaşı gözlü, kısacık boylu bir cüce olmuş. Onu gören hiç tanıyamazmış. Ertesi gün oğlan, kadına Altın Horoz’un yerini sormuş. O da keskin çakıllarla dolu bir yolu göstermiş. Oğlan günlerce yürüdükten sonra küçük bir köye gelmiş. Orada bir demircinin yanında iş bulmuş, oraya da yerleşmiş. Zaten tembel olan oğlan, Altın Horoz’u bulmaktan da vazgeçmiş. Bir gün demircide çalışırken kendine benzeyen, şaşı gözlü, kel kafalı, kısacık boylu birine rastlamış. Aralarında konuşmaya başlamışlar. Oğlan, ötekine: — Arkadaş, ben seni tanıyacak gibi oluyorum. Senin adın ne, diye sormuş. Öbür adam da adını söylemiş. Bakmış ki ortanca kardeşi! O da: — Yoksa sen benim ağabeyim misin, demiş. Oğlan: — Ah kardeşim, benim başıma gelenler senin başına da mı geldi, demiş. İki kardeş birbirlerine sarılmışlar; biri anlatmaya başlamış: — Yolda önce önüme bir köpek çıktı. Tüyleri dökülmüş, pis bir hayvandı. Hâline bakmadan benim etimi istedi. Tabii, ben de vermedim. Yattım, uyudum; uyandığımda saçlarım dökülmüştü. Daha sonra da sıska bir at, salatamdan istedi, ona da vermedim. Uyuyup uyandığımda gözlerim şaşılaşmıştı. Sonra yolum bir kulübeye düştü. Keşke gitmez olsaydım. Oradan ayrılırken de boyum kısalmıştı. Nedir bu başımıza gelenler? Ağabeyi de başından geçenleri ona anlatmış. Altın Horoz’u aramamaya karar vermişler. Böylece bu iki kardeş, demircinin yanında körük çekerek, demir döverek çalışmaya başlamışlar. Biz gelelim en küçük kardeşe… O da gitmiş, gitmiş… Bir su başına gelmiş. Orada yemeğini yerken tüyleri dökülmüş bir köpek gelmiş. Oğlana: — Kardeş, kardeş, o etten biraz da bana verir misin, demiş. Oğlan, köpeğin zayıf ve aç hâline acımış, etin yarısını ona vermiş. Yemeğin üstüne de bir tas su içmiş, ayağa kalkmış. Köpeğe: — Ben Altın Horoz’u bulmaya gidiyorum. Acaba ne taraftan gideyim, demiş. Köpek ona dikenli, çakıllı bir yol göstermiş. Oğlan, hiç tereddüt etmeden o yola doğru yürür yürümez köpek bir silkelenmiş; pırıl pırıl tüyleri olan, sivri dişli, gürbüz, canlı, güçlü, kuvvetli bir kurt köpeği olmuş. Oğlan, bunu görünce şaşırmış: — Sen nereden çıktın, demiş. Köpek: — Sen iyi yürekli, zorluklardan yılmayan bir çocuksun. Altın Horoz’a ancak senin gibi biri kavuşur, demiş. Oğlan, köpeğin yardımıyla zor yerlerden geçmiş, açıklık yerlere gelmiş. Burada da yiyecek torbasını açarak yemek yemeye başlamış. Sakladığı etin yarısını köpeğe vermiş. Kendisi de; “Belki biraz ferahlarım.” diye yeşil salatayı yemeye hazırlanmış. Tam o sırada tüyleri dökülmüş, kemikleri sayılan, topal bir at gelmiş. Oğlana: — Kardeş, o yeşil ottan biraz bana verir misin? Aylardır karnıma böyle bir ot girmedi, böyle bir ot yemedim, demiş. Oğlan, atı öyle görünce açlığını unutmuş. Salatayı da ona vermiş. Onun üstüne at, salatayı yer yemez beyaz kanatlı, pırıl pırıl tüylü bir at olmuş. Oğlan; “Bu nasıl iştir!” diye çok şaşırmış. At, oğlana: — Sen çok iyi yürekli, yardımsever, sabırlı bir çocuksun. Sen Altın Horoz’u almaya giderken ben yardım edeceğim, demiş. Sonra oğlana sivri sivri taşları olan bir yol göstermiş. Oğlan o yola da hiç düşünmeden girmiş. Düşe kalka yürümeye başlamış. At, oğlanı çok sevmiş. Ona: — Anlaşıldı! Sende bu sabır varken Altın Horoz’u alırsın. Ben buradayken sen kendini ziyan etme! Hadi, köpekle beraber üstüme bin, demiş. Oğlan, atın dediğini yapmış. Vakit gece olduğu için at onu uzaktaki bir ışığa götürmüş. Işığı yanan kulübenin önünde onları indirmiş. Oğlan, kulübenin kapısını çalmış. Kapıyı ihtiyar, kambur, çirkin, ak saçlı bir kadın açmış. Oğlan, kadını görür görmez eğilip elini öpmüş. İhtiyar kadına: — Nineciğim, merhaba! Bana bu gece için yatacak bir yer verir misin, demiş. İhtiyar kadının yüzü gülmüş: — Buyur oğlum, gel! Köpeğine de atına da bir yer buluruz, demiş. Hep beraber içeri girmişler. Oğlan yiyecek torbasını çıkartmış. Eti köpeğe, kalan salatayı ata, bir parça ekmeği de ihtiyar kadına vermiş. Kadın, oğlana: — Oğul, sana ne kalıyor, diye sormuş. Oğlan da: — Bana da birkaç şeker var, o bana yeter. Siz yemenize bakın, üzülmeyin, demiş. Kadıncağız hiç sesini çıkartmadan ekmeği yemiş. Yer yemez silkelenmiş; ayın on dördü gibi güzel, genç bir kız olmuş. Oğlan, kızı görünce çok şaşırmış. Kız: — Ben Altın Horoz ülkesinin padişahının kızıyım. Babama düşmanlık eden bir büyücü beni bu hâle getirdi. Yıllardan beri pis bir cadı karısı olarak kaldım. Bu hâlime kimseler saygı gösterip elimi öpmedi. Hâlbuki, elimi öpen olsaydı kurtulacaktım. Senin iyi huylu olman beni kurtardı, demiş. Oğlan: — Ben Altın Horoz’u aramaya gidiyorum, demiş. Kız da: — Babamın ülkesi buraya hayli uzaktır, demiş. Sabah olmuş, yola çıkmak için hazırlanmışlar. O zaman at, üstüne binmelerini söylemiş. Atın üstüne binmişler. At: — Gözünüzü kapatın, demiş. Gözlerini kapatmışlar. Az sonra gözlerini açmışlar ki kızın ülkesine gelmişler. Kız, koşa koşa babasının yanına gitmiş; boynuna sarılmış, ellerinden öpmüş. Bunun üstüne babası kızına bunca zamandır nerede olduğunu sormuş. Kız da başından geçenleri ne var ne yok anlatmış. O zaman padişah, oğlanı dışardan çağırtmış: — Delikanlı, beni kızıma kavuşturdun. Dile benden ne dilersen, demiş. Oğlan da: — Senin sağlığını dilerim padişahım, demiş. Padişah: — Benim sağlığımdan sana fayda yok oğul, ne dilersen dile, demiş. Oğlan, o zamana kadar: — Padişahım, babam benden Altın Horoz’u istemişti. Bulabilirsem onu alıp götüreceğim, demiş. Padişah: — Oğlum, o çok zor bir iş… Altın Horoz’un bulunduğu yer çok yüksek bir tepedir. Oraya bir mağaradan geçilir. O mağarada yedi başlı bir canavar vardır. Altın Horoz’u almak için o yedi başlı canavarı öldürmen gerekir. Yalnız canavarın bir başını kesmelisin. Canavarı geçince de beş minare boyu duvarla karşılaşırsın. İşte Altın Horoz, bu duvarın üstündeki küçük bir düzlüktedir. Ona yaklaşabilmek için tam güneş doğarken o ötmeye başladığı sırada önüne bir avuç altın buğday serpmen gerekir. Horoz buğdayı yerken hemen onu tutup altından yapılmış bir torbaya koymalısın. Görüyorsun ya oğul, onu almak bir hayli zordur. Başka dileğin varsa onu söyle, demiş. Oğlan: — Padişahım, benim dileğim budur. Babam benden onu istedi. Bir kere de olsa uğraşacağım. Alabilirsem ne iyi! Babamın dileği yerine gelsin, demiş. O zaman padişah, adamlarına buyurmuş ki: — Bu delikanlıya Altın Horoz’un torbası ile bir avuç da altın buğday verin. Benim kılıcım ile iki torba da yiyecek hazırlayın, demiş. Adamlar, padişahın dediklerini hazırlamış, oğlana vermişler. Oğlan, köpeği ve atı da yanına almış, yola çıkmış. Birkaç gün sonra mağaraya varmışlar. Oğlan, padişahın dediklerini tek tek sabırla yerine getirmiş. Sonunda atı, köpeği, sabrı ve Allah’ın yardımıyla Altın Horoz’u almış. Oğlan, padişahın sarayına geri dönmüş. Padişah ile kızı, oğlanı sağ salim görünce çok sevinmişler. Oğlan, kıza: — Babama Altın Horoz’u götürüp verdikten sonra seni babandan isteyeceğim, demiş. Atına binmiş, köpeğini yanına almış, doğruca evine gelmiş. Annesi, babası oğullarını görünce göklere uçmuşlar. Küçük oğlana: — Oğlum, sen geldin de ağabeylerin nerede, diye sormuşlar. Tam o sırada atla köpek dile gelmiş: — Onlar çok kötü idiler, çok da tembellik yaptılar. Size layık evlat değiller, diyerek başlarına gelenleri anlatmışlar. Oğlan, Altın Horoz’u çatının en yüksek yerine yerleştirmiş. Ertesi gün güneş doğarken horoz ötmeye başlayınca şehirdeki herkes yatağından fırlayıp işlerinin başına gitmişler. Böylece orada yaşayanlar, çok çalışarak az zamanda zengin olmuşlar. Oğlan da padişahın kızını istemiş, almış. Padişahın oğlu olmadığı için oğlanı o ülkeye padişah yapmış. Anne babasına da ayrı ayrı köşkler yaptırarak ihtiyarlık zamanlarında rahat etmelerini sağlamış. Oğlan, ağabeylerini affetmeleri için karısına, ata ve köpeğe rica etmiş. Oğlanı çok sevdikleri için onun dileğini yerine getirmişler. Ağabeyleri de eski hâllerine dönmüşler. Mutlu bir hayat yaşamaya başlamışlar. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine…   * zor gücele: Çok zor * yeniden: Tekrar
Altın Horoz
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
  ALTIN KİRPİKLİ OĞLAN Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellâl, keçiler berber, pireler de bakkal iken, ben annemle babamın beşiklerini tıngır mıngır sallarken… Annem kaptı maşayı, babam kaptı dolmayı… Kaç kaçmaz mısın… Sen olsan kaçmaz mısın… Gittim gittim… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim… Konarak göçerek; arpa-buğday, lâle-sümbül biçerek altı ay bir güz gittim. Bir de arkama baktım ki, ne göreyim? Bir iğne boyu yol gitmişim. Oracıkta üç dükkân gördüm. İkisi harap, birinin kepengi yok. Kepengi olmayan dükkâna girdim. Orada üç silâh gördüm. İkisi kırık, birinin barutu yok. Barutu olmayanı aldım, ava çıktım. Dolaştım, dolaştım üç tavşan buldum. İkisi ölü, birinin canı yok. Cansız tavşanı vurdum. Gittim gittim gittim… Önüme üç dere çıktı. İkisi kurumuş, birinin suyu yok. Suyu olmayan derede tavşanı yıkadım. Orada üç tencere buldum. İkisi delik, birinin dibi yok. Dipsiz tencereye tavşanı koydum. Pişirdim pişirdim… Dittim dittim… Yedim yedim… Karnım doydu doydu… Ama hâlâ dudaklarımın yaptıklarımdan haberi yok… Vaktiyle memleketin birinde bir kadın yaşarmış. Bu kadının bir kızı varmış. Bu kadın, kızını hiç kimseye göstermezmiş. Kız dünyadan habersiz, kimseleri tanımadan büyümüş. Bir zaman sonra kadın, kızına ders versin diye, medreseden bir hoca tutmuş. Hoca her gün gelip kıza ders verirmiş. Bir gün ders yaparken, evin duvarının taşlarından bir tanesi yere düşmüş. O delikten içeriye ışık girmiş. Bu aydınlık kızın çok hoşuna gitmiş: “Tanrı, bana bir eğlence gönderdi.” diye düşünmüş. Hocasına; -Hocam, içeriye giren bu aydınlık neyin nesidir, diye sormuş. O da; -Kızım, bu güneş ışığıdır, demiş. Kızın merakı, bir türlü geçmemiş. Hocasına durmadan sorular sormuş, yeni yeni şeyler öğrenmiş. Bir gün hoca kıza; -Kızım. Bana balmumu getir de sana adam heykeli yapayım, demiş. Kız, hemen annesinin yanına gitmiş, balmumu istemiş. Annesi de kızına istediği balmumunu vermiş. Kız balmumunu almış, hocasına götürmüş. Hoca günlerce uğraşmış, durmuş. Hoca heykeli yaparken kız da bin bir merakla hocasını seyretmiş. Sonunda hoca, bir adam heykeli yapmış. Heykele, bir çift de altın kirpik takmış, gitmiş. Kız, bu heykeli o kadar sevmiş ki, her gece Allah’a bu heykele can vermesi için dua etmiş. Öyle çok yalvarmış ki, Allah, kızın duasını kabul etmiş, heykel canlanmış. Kız buna çok sevinmiş. O günden sonra Altın Kirpikli Oğlan’la gezmeye, dünyayı tanımaya başlamış. Birgün, kızın olduğu yere bir çerçi* gelmiş. Bu çerçi de kadınmış. Altın Kirpikli Oğlan’la kız da bu kadının yanına gelmişler. Onun getirdiği öte-beriye bakmışlar. Kadın oğlanın kirpiklerinin altın olduğunu fark etmiş. Allem etmiş kalem etmiş, oğlanı kaçırmış. Oğlanın kaybolduğunu anlayan kız yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Gide gide büyük bir şatoya varmış. Şatonun kapısını çalmış. Kapı açılmış, onu içeriye almışlar. Kızı ağırlamışlar, ikramlamışlar. Bu şatoda yaşayan adamın da bir kızı varmış. Ama bu kız deli imiş. Adam, şatoya gelen kızları, deli kızının yanına gönderirmiş. Deli kız da babasının gönderdiği kızları öldürürmüş. Adam kıza; -Sıra sende! Benim kızımın yanına gideceksin, demiş. Kız da; -Peki, demiş. Kız, biraz sonra deli kızın odasına girmiş. Deli kız bunun üzerine saldırmış. Kız, uğraşa didine deli kızı zincire bağlamaya muvaffak olmuş. Fakat kızın gözüne dışardan bir ihtiyar adam ilişmiş. Adam kâğıda bir şeyler yazıp yazıp kazana atıyormuş. Kız, hemen çarşafları birbirine bağlamış, aşağıya sarkıtmış. Sonra da ona tutuna tutuna aşağıya inmiş. İhtiyar adamın yanına birden yaklaşmış: -Amca burada ne yapıyorsun, diye sormuş. O da; -Şu şatoda oturan adamın kızının devamlı olarak deli kalmasını sağlıyorum, demiş. Kız; -Neden böyle yapıyorsun, yazık değil mi, demiş. İhtiyar adam; -O adam, kızını, benim oğluma vermedi. Ben de kızlarını deli ettim, demiş. Kız hemen bir şeytanlık düşünmüş. Adamın arkasına dolanmış, onu kazanın içine itmiş. Adam bağıra bağıra orda ölmüş. Adam ölür ölmez, deli kız birden bire kendine gelmiş. “Artık aklı başına geldi!” diye annesi babası çok sevinmiş. Bu kıza çeşit çeşit hediyeler vermişler, günlerce misafir etmişler. Kız, sonunda şatodan ayrılmış. Yine yollara düşmüş. Giderken giderken uzaktan bir saray görünmüş. Kız, bu defa erkek kılığına girmiş, saraya varıp bir iş istemiş. Kıza bulaşık yıkama işi vermişler. Kız artık sarayda çalışıyormuş. Meğerse Altın Kirpikli Oğlan da o sarayda değil miymiş? Çerçici Kadın, oğlanı kaçırıp bu Padişah’a satmış. Padişah’ın kızı da bu oğlanı görür görmez âşık olmuş. Padişah da onları evlendirmeye karar vermiş. Kız, bir gün şatodaki adamın hediye ettiği bir çift altın bileziği koluna takmış. Padişahın kızı, kızın kolundaki bilezikleri görmüş. Kızdan bilezikleri istemiş. Kız da; -Veririm ama bir şartım var, demiş. O da; -Şartın nedir, söyle bakalım, demiş. Kız; -Beni senin nişanlın olan Altın Kirpikli Oğlan’la görüştür, onunla konuşayım, demiş. Padişah’ın kızı kabul etmiş. Kız, Altın Kirpikli Oğlan’la görüşmüş, konuşmuş. Oğlan kızı görünce onu ne kadar sevdiğini anlamış. O gece, beraberce saraydan kaçmışlar. Sabah olunca padişahın kızı, oğlanı da kızı da görememiş. Meraklanmış her yeri arattırmış; fakat hiç bir yerde bulamamışlar. Padişah’ın kızı bunların kaçtığını anlamış. Biz gelelim kız ile oğlana… Kızla Altın Kirpikli Oğlan, kaçıp kızın anasının evine gelmişler. Orada kırk gün kırk gece düğün dernek yapmışlar… Yiyip içip muratlarına geçmişler… Onlar erdi muratlarına biz çıkalım kerevetlerine…   * çerçi: köylerde çeşitli ürünler satan seyyar satıcı
Altın Kirpikli Oğlan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ANA ALİ KIZ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemesi sevap, çok söylemesi günahmış. Develer tellâl iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir yerde bir köy varmış. Bu köyde iki kardeş yaşarmış. Gel zaman, git zaman bu kardeşler evlenmişler. Büyük olanın beş oğlu, küçük olanın da beş kızı olmuş. Taş ufağı değil ya adam ufağı; bu çocuklar zaman geçtikçe büyümüşler. Aradan bir zaman geçmiş, büyük kardeş zengin olmuş. Küçük kardeşin şansı pek yaver gitmemiş; o da fakir kalmış. Büyük kardeş, ne zaman küçüğü yanına gelse: — Hoş geldin kızlar babası, dermiş. Küçük kardeş de buna çok üzülürmüş. Bu laf günlerce içinden çıkmaz, üzgün üzgün dolaşırmış. Allah’ın kendisine bir erkek evlat vermediğine üzülür dururmuş. Sade kendi üzülse iyi! Ailedeki herkes bu duruma üzülürmüş. Adamın küçük kızı çok akıllıymış. Babasını sevindirmek için çareler arar dururmuş. Bir gün aklına bir şey gelmiş. Doğruca babasının yanına gelmiş. Ona: — Babacığım, niye bu kadar düşünüyorsun? Niye canını sıkıyorsun, kendini heder ediyorsun. Benim aklıma bir şey geldi. Git, emmime söyle, onun küçük oğluyla ticarete çıkayım. Kim kârlı dönerse onun babası övünsün, demiş. Babası, kızın teklifini yerinde bulmuş; çünkü kızına çok güveniyormuş. Kızını öpmüş, okşamış, sonra da büyük kardeşinin yanına gitmiş. Kızının dediklerini söylemiş. Büyük kardeşi, hem oğluna hem de zenginliğine güvenerek kabul etmiş. Gün kararlaştırmış, ayrılmışlar. Derken efendim, gün gelmiş, çatmış. Kız, yırtık pırtık bir torba bulmuş, içine azığını koymuş. Torbasını da değneğine takmış, emmisinin oğlunun yanına gelmiş. Haaa! Kızın bir de Sır Fino adında köpeği varmış. Bu, kızdan başkasına görünmez, olmadık işleri yapar, kızla insan gibi konuşurmuş. Oğlanların babası ise oğlunun cebine kızıl bir altın lira, sırtına da halı bir heybe vermiş. Emmi oğlu ile kız yola çıkmışlar. Az gitmişler, uz gitmişler… Gide gide bir gölün kenarına varmışlar. Orada biraz mola vermişler, azıklarını çıkarıp yemişler. Oğlanın aklına kızıl lira gelmiş. Kıza poz satmak istemiş. Kızıl lirayı eline almış, “Hop!” aşağı, “Hop!” yukarı derken lirayı göle düşürmüş. Oğlan yana yakıla lirayı aramaya başlamış. Kız: — Emmi oğlu, benim azığım bitti. Şurada bir köye varıp iş arayacağım. Haydi hoşça kal, demiş. Kız, böyle dedikten sonra oğlanın yanından ayrılmış, köye doğru yola çıkmış. Köye girmeden önce kılığını, kıyafetini değiştirmiş; erkek kılığına girmiş. Köye gelince orada burada dolaşmaya, gezmeye başlamış. Derken bir demirciye gitmiş, iş istemiş: — Anam, babam öldü, ortada kaldım, hiç kimsem de yok! Bana bir iş ver, demiş. Demirci buna acımış, yanına almış. Kız, kendini “Ali” diye tanıtmış. Adı olmuş Ali. Gel Ali, git Ali… Neyse, bu burada epey çalışmış, para biriktirmiş. Meğer efendim, o ülkenin padişahının bir oğlu varmış. Bu oğlan da demircinin yanına sık sık gelir, gidermiş. Yine bir gün demircinin yanına gelmiş. Bakmış ki kız gibi bir oğlan var. Demirciye: — Bu senin çırağın mı, diye sormuş. Demirci de: — Evet, yeni işe aldım, demiş. Şehzade: — Senin bu çırak hiç erkeğe benzemiyor, sakın erkek kılığına girmiş bir kız olmasın, demiş. Demirci: — Hayır şehzadem. Bu gariban bir erkek… Adı da Ali! Anası, babası ölmüş, ortada kalmış. Yanıma geldi, iş istedi. Ben de acıdım, işe aldım. Ama aldığı parayı hak ediyor. Çok dürüst biri, demiş. Fakat şehzade buna inanmamış. Gel zaman, git zaman Ali’yle arkadaşlık kurmuş. Ali’nin güzelliği şehzadeyi büyülemiş. İstemeden de olsa Ali’ye âşık olmuş. Yemeden, içmeden kesilmiş, gezen bir ölü hâline gelmiş. Anası onun bu hâline pek üzülmüş. Yanına çağırmış, derdini sormuş. O da anlatmış. Anası: — Oğlum, anlattığına göre Ali, erkek… Ona nasıl âşık olursun, demiş. O zaman şehzade: Elâ gözü kız gözü Yaktı yandırdı bizi Kolu bilezik, parmağı yüzük izi Ana Ali kız! Ana Ali kız!.. Bunu duyan anası derin düşünceye dalmış. Bir zaman sonra oğluna: — Gözümün karası, ciğerimin yarası oğul! Ali’yi al, İnci Dağı’na götür! Eğer kız ise ordaki incilere sarılır. Yok eğer oğlansa kılıçlara, silahlara sarılır. Böylece sen de kim olduğunu öğrenirsin, demiş. Şehzade hemen atına atlamış, atı köye sürmüş. Biz haberi verelim Ali’den… Hani kızın bir Sır Fino’su vardı ya… İşte o fino, şehzadeyle anası arasında geçen konuşmaları duymuş, kıza söylemiş. Kıza demiş ki: — Şehzadeyle beraber İnci Dağı’na gideceksiniz. Oraya gittiğin zaman oradaki kılıçlardan, kalkanlardan al! Sakın ha incilere elini uzatma! Ben sana öyle bir çarık yaparım ki beğendiğin incilerin üstüne bastığın zaman o onları toplar, bir sürü incin olur. Neyse, uzatmayalım. Şehzade gelmiş, Ali’yi almış. Beraber İnci Dağı’na gitmişler. Kız, Sır Fino’nun dediklerini hatırlamış; incilere dönüp bakmamış bile… Ama beğendiği incilerin üstüne bastıkça sihirli çarık incileri toplamış. Şehzade, Ali’nin kız olup olmadığını anlamak için: — Ali bak, burada ne güzel inciler var. İstediğin kadar topla, hepsi senin olsun, demiş. Ali de: — Şehzadem, ben bir erkeğim. İncileri toplayım da ne yapayım? Onlar ancak kızlara yakışır. Bak, bu tarafta ne güzel kılıçlar var. Bize bunlar yaraşır, demiş. Ali’nin dedikleri şehzadeyi hayâl kırıklığına uğratmış. Sanki gündüzü gece olmuş. Olup biteni anasına anlatmak için sabırsızlanıyormuş. Fakat belki işe yarar diye Ali’nin dişlerinin arasına bir tane inci yerleştirmiş. Sonra da doğruca anasının yanına gitmiş, olanları anlatmış. Anası: — Oğlum, sen de gördün ki Ali erkek. Eğer kız olsaydı incileri alırdı. İmkânı yok, hiçbir kız o incilerden almadan edemezdi. Hiç değilse birkaç tane alırdı, demiş. Şehzadenin umutları boşa çıkmış, gönlü yine perperişan olmuş. Günden güne zayıflamış. Anasını ne zaman görse: Elâ gözü kız gözü Yaktı yandırdı bizi Kolu bilezik, parmağı yüzük izi Ana Ali kız! Ana Ali kız!.. dermiş. Hanım sultan, oğlunun bu durumuna çok üzülmüş. Aklına bir çare daha gelmiş. Şehzade’ye: — Bak oğlum, Ali’yi bu sefer de güller bahçesine götür! Güllerden bir yatak yapın, üstüne yatın! Eğer Ali kız ise güller solar, erkekse solmaz. Sen de merakından kurtarırsın, demiş. Şehzade bir kere daha umutlanmış. Ali’nin yanına gelmek için yola koyulmuş. Biz gelelim Ali’ye… İnci Dağı’ndan döndükten sonra, Sır Fino kızın çarığındaki incileri tek tek toplamış, çuvallara koymuş. Öyle çok inci varmış ki bu çuvalları ancak bir deve kervanı taşıyabilirmiş. Bu arada Sır Fino, Ali’ye sabahleyin şehzade ile anası arasında geçen konuşmaları anlatmış. Arkasından da Ali’ye: — Beraber güller bahçesine gidin! Güllerden bir yatak yapın, yatın! Ben sana yattığın yerin yanındaki ırmaktan taze güller getiririm. Sen buruşan, solan gülleri at, yerine benim getirdiğim taze gülleri koy! Üzerinde de birkaç kere yuvarlan! Sonra da şehzadeyi uyandır, demiş. Ertesi gün, şehzade köye gelmiş. Ali’yi alıp güller bahçesine götürmüş. Önce bahçeyi gezdirmiş. Derken akşam olmuş. Kendilerine güllerden bir yatak yapmış, üzerine uzanmışlar. Sabaha kadar burada yatmışlar. Sabah olunca Ali uyanmış, bakmış ki kendinin yattığı yerdeki güller solmuş. Hemen ırmağa bakmış. Irmağın yüzünde taze güllerin geldiğini görmüş. Taze gülleri toplamış, solan gülleri kaldırıp ırmağa atmış. Irmak bu gülleri almış, götürmüş. Bunların yerine Sır Fino’nun gönderdiği taze gülleri koymuş, yalandan üzerinde yuvarlanmış; bir sağa, bir sola… Güller hafifçe ezilmiş, sanki üzerinde yatılmış gibi olmuş. Kız, ondan sonra şehzadeye: — Kalk şehzadem, sabah oldu, demiş. Şehzade, uyanır uyanmaz kızın yattığı yere bakmış. Bakmış ki güller kendi yattığı yerdeki güllerden daha taze durmuyor mu? Yine içi yanmış, belli etmemiş. Bahçeyi biraz daha gezdikten sonra ayrılmışlar. Ali, demirci dükkânına, şehzade de saraya dönmüş. Ali, akşam olunca Sır Fino’yla dertleşmiş. Şehzadeye âşık olduğunu; fakat babasına verdiği söz yüzünden köye döneceğini söylemiş. Köylerine dönmeye karar vermişler. Hemen hazırlıkları başlamışlar. Ali: — Bir de şehzadeye gidip “Allah’a ısmarladık” diyeyim, demiş. Doğruca saraya gitmiş. Vedalaşmadan önce şehzade, Ali’ye birkaç deve yükü inci vermiş. Ali, tam ayrılacakları sırada şehzadenin ayakkabısına bir kâğıt koymuş. Kağıtta şunlar yazılıymış: Beyoğlu’nun beyliğine Gül soktum terliğine Kız geldim kız gidiyom Vay senin erliğine Neyse efendim… Ali köye dönmüş, demirciyle de vedalaşmış, Sır Fino ile kendi köylerine doğru yola çıkmışlar. Sır Fino, Ali’ye: — Ali, sen yırtık torbanı al, tek başına dön! Ben de senin arkandan inci yüklü develerle gelirim, demiş. Ali, kılık kıyafetini değişmiş, eski elbiselerini giymiş. Azık torbasını da değneğinin ucuna takmış, yola düşmüş. Gide gide gölün kenarına gelmiş. Bakmış ki emmi oğlu hâlâ gölü karıştırıyor. O, gölde kızıl lirasını ararken gölden çıkan yılanlar oğlanın halı heybesine dolmuş. Kız, bunları görmüş; fakat hiç ses çıkarmamış. Emmi oğluna: — Boş ver be emmi oğlu! Ben de bir şey kazanamadım. Artık köyümüze dönelim. Hiç kız çocuğuna iş verirler mi? Köye dönünce beni kız başıma gurbete gönderen anamın, babamın burnundun getireceğim, demiş. Oğlan, kızın sözlerine kanmış. Lirayı aramaktan vazgeçmiş, beraber yola düşmüşler. Kızla oğlan önde, Sır Fino da inci yüklü develerle arkadan geliyormuş. Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, derken köylerine varmışlar. Bunlar daha köye dönmeden, köylüler geleceklerini haber almışlar. Bunları davul zurnayla karşılamışlar. Kızla oğlan meydanın orta yerinde durmuşlar. Oğlan kârını göstermek için heybesini dökmüş. Dökünce yılanlar, çıyanlar düşmüş, ortalığa yayılmış. Herkes bir tarafa kaçmış. Biraz sonra ortalık sakinlemiş, herkes olduğu yerden çıkmış. Kızın kârını merak ediyorlarmış. Tam o sırada köyün girişinde bir deve kervanı görünmüş. Kervan gelmiş, kızın babasının evinin önünde durmuş. Çuvallarla incileri gören köylülerin ağzı bir karış açık kalkmış. Buna dayanamayan oğlanlar babasının kalbi durmuş. Beş erkek kardeş de babalarını toprağa verip köyden ayrılmışlar. Kızlar babası, artık bir oğlu olmadığı için üzülmüyormuş. Kızın getirdiği incilerle güzel bir saray yaptırmış. Köydeki fakir fukaraya yardım etmiş. Herkesin sevdiği, saydığı biri olmuş. Efendim lâfı uzatmayalım, tadında bırakıp şehzadeye dönelim… Şehzade, sabah kalkmış. Ayakkabının içindeki kâğıdı görünce hemen almış, okumuş. Beyoğlu’nun beyliğine Gül soktum terliğine Kız geldim kız gidiyom Vay senin erliğine Bunu okuyan şehzade, beyninden vurulmuşa dönmüş. Ne sevinebilmiş, ne üzülebilmiş. Doğruca hanım sultanın yanına gitmiş. Kâğıtta yazanları ona okumuş. Sonra da anasına: Elâ gözü kız gözü Yaktı yandırdı bizi Kolu bilezik, parmağı yüzük izi Demedim mi ana Ali kız… demiş. Ana-oğul baş başa günlerce düşünmüşler. Oğlan günden güne erimiş, akmış. O sırada anasının aklına bir fikir gelmiş. Şehzadeye: — Oğlum. Sen bana, İnci Dağı’na gittiğiniz zaman; “Hiç inci almadı. Ben de onun dişine zorla bir inci koymasını kabul ettirdim.” demiştin, değil mi? — Evet, demiştim. — Şimdi sen peşine yirmi, otuz deve yükü inci al. “Her gülen güzele bin avuç inci!..” diye bağır, bütün ülkeyi dolaş. Ali’yi dişindeki inciden tanırsın. O zaman babasından kızı ister, alır, gelirsin, demiş. Şehzade, anasının dediklerini yapmış. Yirmi, otuz deve yükü inciyle yola düşmüş. Gittiği her yerde; “Her gülen güzele bir avuç inci!..” diye bağırmış. Biz haberi verelim kızdan… Kız, çok güzel olduğu için kapılarından dünür eksik olmuyormuş. Ne beyler, ne paşalar gelmiş; ama kızın gönlü şehzadede olduğu için kimseleri kabul etmemiş. Kız istemediği için babası da kimseye vermiyormuş. Günlerden bir gün, şehzadenin yolu bu köye uğramış. “Her gülen güzele bir avuç inci!.. Her gülen güzele bir avuç inci!..” diye bağırırken kızın hizmetçileri bunu duymuş. Koşa koşa gelmiş, kıza haber vermişler: — Siz de gülün de bir avuç inci de biz alalım, demişler. Kız, hizmetçileri kırmamış. Pencereye çıkmış, kervanın gelmesini beklemiş. Nihayet kervan gelmiş, evin önünde durmuş. “Her gülen güzele bir avuç inci!..” diye bağıran şehzadeyi kıyafet değiştirdiği için tanıyamamış. Kız, gülmüş. Bunu gören şehzadenin yüreği yerinden oynamış. Hemen atından inmiş, kızın yanına gitmiş. Kız, şehzadeyi yakından görünce boynuna atılmış, hasretle sarılmışlar. Şehzade, hemen kızın babasının yanına çıkmış. — Ben bu ülkenin padişahının oğluyum. Allah’ın emri, peygamberim kavli ile kızını senden istemeye geldim, demiş. Babası kızına sormuş, şehzadeye dönmüş: — Peki, demiş. Şehzade, inci yüklü develeri kızın babasına düğün hediyesi olarak vermiş. Bunlar kırk gün, kırk gece toy düğün yapıp evlenmişler. Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine…
Ana Ali Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
APAK BACI Bir varmış, bir yokmuş. Eski zaman içinde bir aile yaşarmış. Bu aile, küçük bir bahçe içinde, küçük bir kulübede yaşarmış. Anne, baba ile bir kız, bir de oğlan, tam dört kişilermiş. Mutlu mesut yaşarken birdenbire anneleri ölmüş. Annenin ölümü üstüne ailenin düzeni bozulmuş. Çocuklar, babaları ile kalmışlar. Aradan bir zaman geçince babaları; “Bu böyle olmayacak, evlenmem lazım.” diye düşünerek evlenmiş. Kız da oğlan da buna çok sevinmişler. Üvey anne, ilk zamanlar çocuklara ses çıkarmamış. Çocuklar da onun sözünden hiç dışarı çıkmıyorlarmış. Günler, ayları kovalamış. Üvey annenin kötülükleri birer birer çıkmaya başlamış. Çocukları sokakta bırakıyor, yiyecek filan vermiyormuş. Üvey anne, bir gün kocasına söyleyeceklerini söylemiş; içinin ağusunu* dökmüş. Adam, karısının söylediklerine şaşırmış, kalmış. Durumu anlamış, ama sesini çıkaramamış. Bu iki kardeş artık üvey anneden çok korkuyorlarmış. Bir gün üvey anne evde yalnız başına otururken kendi kendine; “Artık bu çocuklardan bıktım, usandım. Fırını yakayım da ikisini de içine atayım. Onları ancak böyle ortadan kaldırabilirim.” diye söylenmiş. Çocuklar, annelerinin böyle dediğini duyunca evden kaçmışlar. Korkudan tir tir titriyorlarmış. Birbirlerine: — Acaba ne yapsak, diye sormuşlar. O sırada topraktan bir ses gelmiş. Çocukların ikisi birden bu sesi dinlemeye başlamışlar. — Kaçın yavrularım, kaçın! Hiç durmadan kaçın! Yanınıza sarı tarak, kara fırça, bir de kuru sabun alın. Eğer sizi arkanızdan kovalarsa ona önce sarı tarak atın; sonra kara fırçayı, en sona da kuru sabunu savurun! Bunlar sizi onun kötülüklerinden koruyacak, saklayacak, kurtaracaktır. Sakın eve dönmeyin, diyormuş. Çocuklar, bu sesten sonra dağın yolunu tutmuşlar. Derken akşam olmuş; çocuklar hâlâ eve dönmemişler... Bunlar gitmişler, gitmişler; evden iyice uzaklaşmışlar. Meğerse üvey anneleri, paralı adamlar tutup bunların peşine yollamış. Adamlar, çocukları tam yakalayacakları zaman sarı tarağı adamlara doğru savurmuşlar. Tarağı atar atmaz birden ortalık karışmış. Tarak orayı ucu bucağı görünmeyen dikenli bir yer hâline getirmiş. Adamlar bu dikenlerin arasından geçememişler, ama akıllarına kadının verdiği para gelince mecbur yollarına devam etmişler. Her tarafı kanlar içinde kalmış, yine de o dikenlerin içinden geçmişler. Yine çocukların peşine düşmüşler. Biraz sonra iki kardeş bakmışlar ki adamlar yine peşlerinde. Daha hızlı koşmaya başlamışlar, ama nafile... Bu sefer de onlara doğru kara fırçayı fırlatmışlar. Fırça, toprağa değer değmez olanlar olmuş. Yeller esmiş, ortalık toz dumana boğulmuş, her yer yılanla çıyanla dolmuş. Adamlar çok yorulmuşlar, ama yine de aldıkları paranın hatrına çocukları kovalamaya devam etmişler. Çocukların ümidi iyice kırılmış. Son bir çare olarak oradaki ağacın birine çıkmışlar, ellerindeki sabunu adamların üstüne doğru fırlatmışlar. O sırada her yer su olmuş, deniz olmuş. Adamların bir kısmı boğularak ölmüş. Az sonra sular daha çoğalmış, kalan adamlar da boğulmuş, ölmüşler. İki kardeş derinden bir “Ohh!” çekmişler, bulundukları yere oturmuşlar. Çok yoruldukları için az sonra uykuya dalmışlar. Gözlerini açtıklarında bir de bakmışlar ki güllük gülistanlık bir yerdeler. Etraflarında güzel sesli kuşlar ötüyor, sular çağıldıyor, çağlayanların sesi yankı yapıyormuş. Tam o sırada bir ses duymuşlar: — Ey iki kardeş, benim kim olduğumu sakın sormayın! Kimsem kimim! Ben size ad koymaya geldim. Birinizin adı Apak Bacı, öbürünüzün ise Apak Oğlan olsun!.. Bunlar hepten şaşırmışlar. Ne yapacaklarını düşünürken çok da susamışlar. Az gitmişler, uz gitmişler… Gide gide güzel bir dereye rastlamışlar. Apak Bacı, suya dikkatlice bakmış, sonra da kardeşine: — Bu su tılsımlı, sakın içme! Çünkü içersen geyik olursun, demiş. O öyle diyedursun, bakmış ki yanında bir geyik var, kardeşi de ortalarda görünmüyor! Apak Bacı, kardeşinin geyik olduğunu anlamış. Ağlamaya, sızlamaya başlamış. Geyik oğlan, ablasının yanından uzaklaşmış. Gündüzleri dağda, bayırda dolaşır, geceleri gelip ablasının yanında yatarmış. Bunlar böyle yaşayadursun, bir gün bir delikanlı bunların bulunduğu yere gelmiş. Meğer bu delikanlı padişahın oğluymuş. Adı da Dereoğlu imiş. Apak Bacı, delikanlıyı görünce eli ayağına dolaşmış. Hemen kardeşine değmiş, değince de oğlanın yanından kaybolmuş. Dereoğlu, kızın birdenbire kaybolduğunu görünce şaşırmış. Bir bakmış, iki bakmış… Bakmış ki ortalıklarda kimse yok, o da ülkesine geri dönmüş. Ertesi gün Dereoğlu, yine aynı yere gelmiş. Apak Bacı, yine kardeşine değmiş, oğlanın yanından kaybolmuş. Dereoğlu, bu yaşadıklarına bir anlam verememiş. Bütün gün düşünmüş, durmuş. Akşam yemeğini yedikten sonra odasına gitmiş, yatmış. Rüyasında bir derviş; “Tasalanma, şimdi sana bir yol öğreteceğim. Ormana giderken bahçenizin güllerinden alacaksın! Kız, geyiğin başına elini sürmeden kızın eline gülün dikenini batıracaksın!” demiş, sonra da kaybolmuş. Dereoğlu, tan yeri ağarırken bahçeye inmiş; bir gül koparmış, ormanın yolunu tutmuş. Apak Bacı’nın tatlı sesini duyunca: — Apak Bacı! Apak Bacı, diye seslenmiş. Kız da: — Buyur Dereoğlu, diye cevap vermiş. — Dışarı çık, sana bir şey diyeceğim, demiş o da. Apak Bacı dışarı çıkar çıkmaz dikeni eline batırmış. Kız, geyiğin başını okşamış, ama kaybolmamış. Dereoğlu, kızı atına atmış, ülkesine getirmiş. Dereoğlu’nun evleneceğini herkese duyurmuşlar, ama Apak Bacı, kardeşinin hâlâ geyik olarak kaldığına üzülüyormuş. Neyse, sonunda kırk gün, kırk gece düğün olmuş, mutlu bir yuva kurmuşlar. Geyik oğlan da bahçede durur, ablasının yanına gelir, konuşurmuş. Gel zaman, git zaman, yıllar geçmiş. Ülkede istilalar, savaşlar çıkmış. Dereoğlu, savaşa gitmiş. Apak Bacı, yanındaki Arap bacıyla dertleşiyormuş, ama Arap bacı, Apak Bacı’yı hiç istemiyormuş. Bir gün Apak Bacı havuz başında otururken Arap bacı bunu itelemiş, havuza düşürmüş. Kendi de Apak Bacı’nın yerine geçmiş. Gün gelmiş, ülkede barış olmuş, Dereoğlu da geri dönmüş. Dönünce büyük bir üzüntü yaşamış. Çünkü karısını çok değişmiş görmüş, ama yapacak bir şeyi de yokmuş. Karısının bu hâline alışarak onun isteklerini yerine getirmeye çalışıyormuş. Bir gün karısının canı bahçedeki geyiği yemek istemiş. Dereoğlu’na: — Benim canım bahçedeki geyiği yemek istiyor. Onu kes de yiyelim, demiş. Dereoğlu, bunu duyunca çok şaşırmış; “Allah Allah! Bu nasıl iş? O geyik onun kardeşi! Ona nasıl kıyıp da kestiriyor? Ben bu işi anlamadım. Dur bakalım, bunda bir iş vardır.” diye düşünmüş. Ama karısının isteğini yerine getirmemiş. Kesmeyle ilgili de bir şey söylememiş. Dereoğlu’nun karısı her gün geyiğin kesilmesini istiyormuş. Dereoğlu da bir gün adamlarını çağırtmış: — Bahçedeki geyiği kesin, etini de kızartın! Hanımın buyruğu, demiş. Geyik, bunları duyunca şaşırmış. Doğruca havuzun başına gelmiş. Orada: Ak bacı, Apak Bacı Nerde başının tacı Arap kızı yiyecek Oh ne tatlı diyecek Geliver bacım geliver Gülüver bacım gülüver diye seslenmiş.Havuzdan bir ses de: Kardeş kardeş, can kardeş Alnı ak geyik kardeş Altın nalınım* ayakta Gümüş havlum üstümde Yerim havuzun altı Çıkamam derinlerden Kaç kurtul oralardan… diye cevap vermiş. O sırada Dereoğlu’nun adamları bütün bu olanları görmüşler. Koşarak gidip Dereoğlu’na haber vermişler. Dereoğlu, anlayacağını anlamış. Adamlarına: — Hele geyiği kesmeyin; üç beş gün ara verin, demiş. Ertesi gün, ülkede ne kadar balıkçı varsa çağırtıp: — Bu havuzun dibini didik didik arayacaksınız. Elinize ne gelirse çıkaracaksınız, diye emir vermiş. Derken bütün balıkçılar durup dinlenmeden havuzun dibini elek felek etmişler. Ama kocaman bir balıktan başka bir şey bulamamışlar. Balığı çıkarmış, bir kenara koymuşlar. Ne yapacaklarını düşünüp dururken biri demiş ki: — Gelin, şu balığın karnını yarıp bir bakalım! Balığın karnını yarmışlar. İçinden ay gibi parlak Apak Bacı çıkmış. Eskisinden daha güzel, daha da güzelmiş. Apak Bacı dışarı çıkınca tılsım bozulmuş. İki kardeş, insan olmuşlar, sevinç içinde birbirlerine kavuşmuşlar. Durumu bilen Dereoğlu, Arap Bacı’yı öldürtmüş. Tekrar düğün dernek yapmışlar. Bunlar, mutlu şekilde uzun seneler yaşamışlar.     * ağu: Zehir. * nalın: Genellikle hamam vb. ıslak tabanlı yerlerde kullanılan, yüksek ökçeli, ağaçtan yapılmış bir tür ayak giysisi, takunya.
Apak Bacı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
BALIKÇI HASAN Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çok imiş… Zaman zaman içinde, Kalbur saman içinde… Deve tellâl iken, Hatır natır iken, Ben on beş yaşında bir delikanlıydım. Hamamcının tası yok, Külhancının baltası yok. Karnımın açlığı var dünden; Dünden değil, ileriki günden. Bir somun yaptırdım, bir tekne undan; Gene yedim karnım doymadı. Hey handalı handalı! Dış kapının mandalı, Minareden kalın mumbarı, Yedim gene karnım doymadı… Zaman-ı evvelde fakir bir balıkçı yaşarmış. Çok fakir olduğu için günde bir parça balık tutar, satarmış. Ancak yavan ekmekle geçimlerini sağlarmış. Bu balıkçının yedi tane de oğlu varmış. En büyüğü on üç on dört yaşındaymış. Adı da Mehmet’miş. Balıkçı bir gün karısına: — Kadın, bugün yaz. Yarın kış olursa bu yavan ekmeği de bulamayız. Hele bir de hasta olursam hak getire… Sen kıyıdan köşeden çal çaput topla da tora* benzer bir şey yap! Mehmet’i de beraber götüreyim. Biraz da o tutarsa hiç olmazsa onun tuttuğunu satar, bir kenara bırakırız. Dar günümüzde ekmek parasını olsun, tedarik ederiz, demiş. Böyle deyince kadın, tora benzer bir şeyler hazırlamış, kocasına vermiş. Balıkçı Hasan, oğluyla beraber her zaman balık tuttuğu yere varmış. Kendi bir yere, oğlu da yakınında bir yere oturmuş, balık tutmaya başlamışlar. Beklemişler… Beklemişler… Oğlan, babasına sormuş: — Baba düştü mü, demiş. Babası da: — Yok, düşmedi, demiş. Biraz sonra da babası oğluna: — Mehmet, düştü mü, diye sormuş. Mehmet de: — Yok, demiş. Balıkçı Hasan o sırada: — Aman Mehmet, yetiş! Bu senin talihin olmalı… Yetiş, balık toru yırtıyor, diye bağırmış. Mehmet koşarak babasının yanına varmış. Bir de ne görsün? Balık sanki bir canavar gibi büyük. Güç kuvvet yetecek gibi değil. Baba, oğul zor güç balığı sudan kıyıya çıkarmışlar. Şimdi balıkçı Hasan’ın keyfine diyecek yokmuş. Balıkçı Hasan: — Mehmet, buna gücümüz yetmez. Sen git, bizim Ali Ağa’nın eşeğini, hurcunu* al! Dönüşte de satırı getir de şunu parçalayalım, hurca doldurup eve götürelim, demiş. Mehmet, elli metre kadar gitmiş. Balıkçı Hasan arkasından: — Mehmet, oğul gel! Gel! Sana çocuksun diye vermez. Ben gideyim, getireyim. Sen burada balığın başında bekle, dur, demiş. Mehmet, balığın yanına gelmiş, babası da seğirterek* gitmiş. Ali Ağa’dan eşeği, hurcu almış. Evden de satırı almış, yola koyulmuş. Bir yandan yürüyor, bir yandan da yayla manisi söyleyerek geliyormuş. Mehmet, balığın ölmesini beklerken bakmış ki balık ağzını açıp açıp yumuyormuş. Balık bu, tabii ağzını açıp yumacak… Mehmet, demiş ki: — Bu balık bana “Beni bırak.” diye yalvarıyor. Fakat bırakırsam babam bana kızar. Yok, ben bırakmam, demiş. Balığın başından ayrılmış. Böylece üç kere gitmiş, gelmiş. Üçüncü geldiğinde gayr-i ihtiyari: — Balık, her ne olursa olsun seni bırakacağım, demiş. Bir taraftan balık, bir taraftan Mehmet çabalamışlar. Derken Mehmet, balığı suya bırakmış. Balık yüzerek gitmekte olsun, Balıkçı Hasan da o keyifle eşeğe binmiş, yayla manisi söyleyerek gelmiş. Ne görsün? Mehmet sağa sola gidip geliyormuş. O koskoca canavar gibi balık da gözükmüyormuş. Balıkçı Hasan, oğluna seslenmiş: — Mehmet, balık n’oldu? Mehmet de: — Ah baba ah, sorma! Balık, bana o kadar çok yalvardı ki ben de suya bıraktım, gitti, demiş. Balıkçı Hasan çok sinirlenmiş: — Vayy! Elli senedir zor güç elime geçirdiğim bir balığı sen nasıl suya verirsin? Defol git! Evime de gelme, demiş. Oğlunu bir güzel dövmüş, kendi de eşeğe binmiş, eve dönmüş. Evde karısı kütük, çul çuval hazır etmiş, beklemekteyken onun da sevinci hayâle dönmüş. Balıkçı Hasan pür hiddet: — Senin de oğlunun da, demiş, karısını da dövmüş. Karısı olup biteni anlamamış. Balıkçı Hasan, karısına: — Oğlun balığı suya bırakmış. Ben de onu bir güzel dövdüm. Sonra da “Bir daha eve barka gelme!” dedim, demiş. Karı koca evde bir miktar kavga ettikten sonra yine eskisi gibi balık tutup geçinmeye başlamışlar. Biz gelelim Mehmet’e… Mehmet, babasından sopayı yedikten sonra kendi kendine: — Ben de bari İstanbul’a gideyim, demiş, yola düşmüş. Bir düz ovada giderken bir yandan da balığı attığı ırmağa bakıyormuş. Arkasından bir ses duymuş: — Mehmet, eğlen* de beraber gidelim, demiş. Arkasından kendinden birkaç yaş büyük bir genç geliyormuş. Adam: — Mehmet, benimle arkadaş olur musun? Nereye gidiyorsan beraber gidelim, demiş. Mehmet: — Senin adın ne, diye sormuş. O da: — Ahmet. Ben de bir iş bulmak için İstanbul’a gidiyorum. Seninle arkadaş ya da kardeş olalım. İstanbul’da çalışalım. Ben senden büyük olduğum için senin büyük kardeşin, sen de benim küçük kardeşim ol! Babamızın, anamızın adlarını sorarlarsa senin ananın, babanın adlarını söyleyelim, demiş. Beraberce yola düşmüşler. Günlerden bir gün İstanbul’a yaklaşmışlar. Büyük bir köprünün başında oturmuş, karınlarını doyurmuşlar. Ahmet demiş ki: — Bak Mehmet, Biz kardeş olduk. İstanbul’da çalıştığımız müddetçe ne bulursak ortak. Mal da bulursak ortak, can da bulursak ortak. Her şeyi bu köprünün başında yarı yarıya bölüşeceğiz. Yarısı senin olacak, yarısı benim olacak, demiş. Neyse… İstanbul’a girmişler. Orada burada gezerken yolları padişahın sarayının önüne gelmiş. O sırada hükümdar da pencereden dışarıyı seyredermiş. Ahmet ile Mehmet’in garip garip gezdiklerini görmüş. Hizmetçilerden birini çağırtmış: — Gidin, şunları bana getirin, demiş. İkisi de huzura çıkmışlar. Kardeş olduklarını, İstanbul’a çalışmaya geldiklerini söylemişler. Padişah, Ahmet’i kapıcı, Mehmet’i de kahveci olarak işe almış. Bunlar bu şekilde bir müddet geçinmişler. Ahmet bir gün padişahın huzuruna çıkmış: — Padişahım, şu denizin ortasında bir ufak kulübe var. Bu binada akşamları ışık yanıyor. Demek ki bu kulübede biri var. Acaba bu kimdir, demiş. Padişah da: — Ahmet, bu bir sırdır. Bana bir daha sorma, boynunu vurdururum, demiş. Bir müddet geçtikten sonra Ahmet, padişahın yine iyi bir zamanında: — Padişahım, bu sırrı bana söyle, demiş. Padişah: — Bir daha tekerrür etmesin, demiş. Ahmet bir süre sabretmiş. Daha fazla dayanamamış. Bir eline bir top kefen, öbür eline de bir bıçak almış. Padişahın huzuruna çıkmış. Demiş ki: — Devletlim, işte kefen, işte bıçak! Al, boynumu vur; ama bu sırrı bana söyle, demiş. Padişah bu sefer: — Oğlum, bu kulübede benim bir kızım var. Ne söyler ne de güler… Eğer ki her kim onu konuşturur, söyletir, güldürürse kızımı ona vereceğim. Eğer gider de söyletmez, güldürmezse boynunu vurdururum, yani öldürürüm. Mademki bu işe sen de zor edersin, söyletmezsen senin de boynunu vurdururum, demiş. Ahmet: — Peki, bu işi kimin yanında yapmamız lâzım, demiş. O vakit padişah, bir Arap dadı çağırmış: — Bunun yanında söyleteceksin, demiş. Ahmet, padişahtan bir ay mühlet istemiş, işe koyulmuş. Çarşıdan bir adet papağan almış; kuşu bir ay boyunca terbiye etmiş. Sonra da kızın yanına gitmek üzere padişahın yanına gelmiş. Arap dadıyla birlikte bir sandala binmiş, denizin ortasındaki kulübeye doğru yol almışlar. Kulübeye gelince sandaldan inmiş, kapıyı çalmışlar. O sırada Ahmet papağanı bırakmış. Papağan uçmuş, arka taraftaki pencereden içeri girmiş, kıza görünmeden içerdeki şamdanların altına saklanmış. Padişahın kızı kapıyı açmış, Ahmet’le Arap dadıyı içeri almış; ama hiçbir şey söylememiş. Bunlar oturmuşlar. Şamdanın altındaki papağan: — Ahmet kardeş, diye seslenmiş. Kız, şaşkınlık içinde şamdana bakmış; ama kimseyi görememiş. Ahmet de: — Şamdan kardeş, ne konuşayım. Fazla konuşursam başınızı ağrıtırım, demiş. Şamdan da şöyle bir hikâye anlatmaya başlamış: — Ahmet kardeş, vaktinde üç arkadaş iş aramak için yola çıkmışlar. Akşama kadar yol almışlar, akşamleyin yolları bir ormana düşmüş. Orman, gittikçe çoğalmış. Derken önlerine de sık sık orman hayvanları çıkar olmuş. Gece yarısı olduğu zaman orman geçit vermez bir hâl almış. Üç arkadaş aralarında; “İleride daha çok tehlike vardır. Sabaha kadar burada yatalım, ikişer saat nöbet tutalım.” demişler. Bir ateş yakmışlar. İkisi yatmış, biri nöbet tutmuş. Nöbetçi olan marangozmuş. Canı sıkılmasın diye ağaçtan bir kız heykeli yapmış, karşılarına bir yere koymuş. Nöbeti bitince diğer arkadaşını çağırmış. Arkadaşlarından biri kalkmış, marangoz yatmış. Yeni kalkan arkadaşının gözleri karanlığa alışınca bakmış ki karşısında bir adam duruyor. “Gel!” demiş, gelmemiş. “Git!” demiş, gitmemiş. Kalkmış, yanına gitmiş, bir de ne görsün? Ağaçtan yapılmış bir heykel! “Bu, akşam yoktu. Bunu muhakkak marangoz yapmış. Dur ben de elbisesini dikeyim.” demiş. Meğerse bu da terziymiş. Bir güzel kadın elbisesi yapmış, heykele giydirmiş. Nöbeti bitince de arkadaşını kaldırmış, nöbeti teslim etmiş, kendi de yatmış. Yeni kalkan nöbetçi de gözü ışığa alışınca heykeli görmüş. “Gel!” demiş, gelmemiş. “Git!” demiş, gitmemiş. Kalkıp yanına gitmiş. Bir de ne görsün? Ağaçtan yapılmış bir heykel! Üzerinde de bir kadın elbisesi; yalnız canı yok…”Yaaa! Demek ki, arkadaşlarım bana gösteriş yapmışlar.” diye içlenmiş. Kalkmış, iki rekât namaz kılmış. Allah’a yalvarmış: “Ya Rabbi! Buna sen bir can ver ki ben de arkadaşlarımın yanında mahcup olmayayım, demiş. Allah’tır… Mollanın duasını kabul etmiş. Heykel, dünya güzeli bir kız olmuş. Artık sabah olunca öbür arkadaşları da kalkmışlar ki mollanın yanında bir kız var… Üç arkadaş burada birbirlerine düşmüşler. Marangoz; “Bunu ben yaptım, kız benimdir.” demiş. Terzi de; “Elbiseyi ben diktim. Ne hakkın var, kız benimdir.” demiş. Bunlar orada nizalaşırken* molla demiş ki; “Ben dua etmesem Allah can vermezdi, kız benimdir.” Şimdi, “Bu dünya güzeli kime düşer? Terziye mi, dülgere mi?” diye münakaşa başlamış. Ahmet: — Dülgere düşer, demiş. “Terziye düşer, dülgere düşer.” münakaşası bir saat devam etmiş. Sonunda kız dayanamamış:             — Hah hah hah! Ne terziye düşer ne de dülgere… Bu kız, ancak mollaya düşer. Çünkü Allah, mollanın duasını duydu ve yüzü gözü hürmetine heykele can verdi. Eğer cansız olsaydı terzi de dülger de atıp giderlerdi, demiş. Bunun üzerine Ahmet: — Şahit ol dadı! Olanları gördün ya, demiş. Padişahın kızı, dadıyla Ahmet’i yolcu etmek için dışarı çıkınca papağan gizlendiği yerden çıkmış, pencereden gitmiş. Padişahın kızı içeriye girmiş: — Şamdan, o kimdi, diye sormuş. Şamdandan ses çıkmamış. Şamdanı yere vurmuş, kırmış. Ahmet’le dadı, padişahın yanına varmışlar, kızının gülüp konuştuğunu söylemişler. Padişah da: — Ben de kızımı sana verdim, demiş. Tam bu sırada Ahmet, padişahın ayaklarına kapanmış: — Şevketli hükümdarım, bana verdiğin kızı bana değil de kardeşim Mehmet’e vermen için yalvarırım. Çünkü benim vaadim vardı; kardeşim Mehmet’i evlendirmedikçe evlenmeye yemin etmiştim. Kardeşim Mehmet benden daha terbiyeli, daha yakışıklı… Hem de çok olgundur, demiş. Padişah, kabul etmiş. Mehmet ile kızın nişanları yapılmış. Aradan bir sene geçmiş... Ahmet, yine padişahın yanına gitmiş, yere kadar eğilerek: — Padişahım, bize izin verirsen memleketimize dönelim, demiş. Padişah: — Kızımın düğünü yapıldıktan sonra izin veririm, demiş. Ahmet ısrar etmiş: — Devletli hükümdarım, kızının düğününü biz kendi âdet ve töremize göre yapacağız. Çünkü bu mutlu günü anne babamızın görmesi lazım, demiş, boynunu eğmiş. Padişah: — Peki Ahmet, dediğin gibi olsun, demiş. Kırk katır yükü çeyiz, hepsine birer at, heybelerine de üç çuval altın doldurtmuş, bunları yolcu etmiş. Ahmet, Mehmet bir de padişahın kızı şehrin kıyısındaki köprüye gelmişler. Vaktiyle Ahmet ile Mehmet’in bu köprübaşında ekmek yerken söyledikleri sözü Ahmet hatırlamış. Demiş ki: — Mehmet, buraya gel! Seninle bu köprünün başında ne konuştuk? “Malda, canda ne bulursak bu köprünün başında bölüşeceğiz.” demiştik. O hâlde yirmi katır, yüküyle bana; benim atım, heybemdeki altın bana… Senin atın, heybendeki atın sana… Kızın altındaki at bana, heybesiyle altın sana… Geriye kalan kızı da ortadan yarıya bölüşelim, demiş. Bu sözü duyunca Mehmet: — Ahmet kardeş, kızı sen bana almadın mı, demiş. O da: — Aldım, demiş. Mehmet bunun üzerine: — Peki bu ne taksimi, demiş. Ahmet de: — Demedik mi; “Malda, canda ortak.” Şu hâlde kızda da bir can var, ortadan böleceğiz, demiş. Mehmet: — Böyle şey olmaz Ahmet! Ettiğin iyiliğe pişmansan kız sana; atı, heybesi bana… İstersen kız bana; atı, heybesi sana, demiş. Fakat Ahmet: — Olmaz öyle şey, kızı böleceğiz, demiş. Kız, bir taraftan titremiş, bir taraftan ağlamış. Zaten söylemeyen kız, hiçbir şey söylememiş. Ahmet, bir ağaç bulmuş, dört tane kazık yapmış. Birer metre aralıkla bu kazıkları çakmış. Mehmet’e dönmüş, demiş ki: — Kızı bu kazıklara bağlarız, ben de kılıçla ikiye bölerim. Yarısı sana, yarısı bana olur. Kız, bunları duyunca için için ağlamaya başlamış. Mehmet demiş ki: — Ahmet kardeş, yapma! Bu iş böyle olmaz, bu kız ölür. Ahmet onu dinlememiş: — Seninle kavlimiz* vardı; mal da olsa, can da olsa burada bölüşecektik. Ben de bu kızı ortadan ikiye böleceğim, demiş. Artık Mehmet sesini çıkaramamış. Ahmet, kılıcı alıp kızın tam karşısına geçmiş. Kazıkta bağlı olan kıza; “Ya Allah!” diye kılıcı çekmiş. Tepesine indireceği sırada kız korkudan “Hıh!” demiş. Ağzından koskoca ejderha gibi bir yılan gelmiş, yere düşmüş. Ahmet: — Aman Mehmet, bırakma, öldür, diye yılanı göstermiş. Mehmet, yılanı öldürmüş. Bakmış ki Ahmet de kızın kazıktaki bağlarını çözüyor, kızı öldürmekten vazgeçmiş. O zaman Ahmet demiş ki: — Mehmet, sen beni tanıdın mı? O da: — Yoook! Ne tanıyacağım, demiş. Ahmet demiş ki: — Seninle arkadaşız, hiç mi görmedin? O da: — Yoook, demiş. Ahmet: — Niye? Babanın toruna düşen balık ben değil miyim? Sen bana iyilik ettin, suya attın. Ben de sana bu iyilikleri yaptım. İşte derler ki; “İyilik et, denize at; balık bilmezse Hâlik bilir.” İşte ben o balığım. Kız senindir. Kırk katır da, üçümüzün serveti de senindir. Balık, insan olmaz, insan da balık olmaz, demiş, hemen kendini köprüden ırmağa atmış, anında balık olmuş, yüzerek gitmiş. Mehmet, kırk katırı, üç heybe altını, üç Arap atını, bir de kızı almış; babasının evinin kapısını çalmış. Balıkçı Hasan, karşısında oğlunu görünce çok sevinmiş. Bunları içeri almış. Önce oğlunu affetmiş, sonra da kırk gün, kırk gece düğün yapmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…   * tor: Balık ağı. * hurç: Genellikle yelken bezinden veya meşinden yapılmış büyük heybe. * seğirtmek: Sıçrayarak yakın bir yere doğru koşmak. * eğlenmek: Beklemek. * nizalaşmak: Çekişmek. * kavil: Söz.
Balıkçı Hasan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
BERRİ HALA Bir ülkede bir padişah yaşarmış. Bu padişahın üç tane de kızı varmış. Evvel zamanda, kızları evlendirirken ok atarlarmış. Ok nereye, kimin kapısına düşerse kızı muhakkak ona verirlermiş. O zaman gelenekler böyleymiş. Padişahın kızları büyümüş, yetişmiş, evlenme zamanları gelmiş. Padişah emir vermiş, büyük kızın okunu attırmış. Ok gitmiş, bir vezirin kapısına düşmüş. Büyük kızı vezirin oğlu ile evlendirmişler. Padişah, ortanca kızın okunu da attırmış. Ok gitmiş, bir kapıya düşmüş. Bu kızı da oradakiyle evlendirmişler. Önceleri vezirlerin kizirleri* olurmuş. O da kizir imiş. Sıra gelmiş küçük kızın okuna. Onun okunu da atmışlar. Ok, gidip bir kayanın dibine düşmüş. Şans bu... Gelenekler böyle ya... Kızı götürüp o kayanın dibine bırakmışlar. Kız, orada ağlamış, ağlamış... Bir yandan da bacılarının ne kadar şanslı olduğunu düşünüyormuş. Eline bir çöp almış, yeri kurcalamaya başlamış. Kurcalarken kurcalarken orada bir delik açılmış. Merak etmiş, toprağı eliyle temizlemiş, karşısına bir kapı çıkmış. Masal bu ya... Kız kapıdan içeri girmiş. Bir de bakmış ki dayalı döşeli ev! — Allah Allah! Bu evin kapısını toprak kapatmış, demiş. Eşyalar, her şey tamammış. Kız, evin o yanını, bu yanını gezmiş. Kendi kendine: — Ne edeyim? Herhâlde bu kapıyı Allah bana açtı, demiş. Akşam olunca kız orada yatmış, uyumuş. Bu kız yattıktan sonra koskoca bir yılan kıvrıla kıvrıla gelmiş, kızın yatağının ayakucuna yatmış. Kız, yılanı görünce korkmuş. Korksa ne... Ölse bile bir daha babasının evine gidemezmiş. Sabah olmuş. Kız: — Bu yılan bana bir şey yapmadı, demiş. Ertesi gün olmuş. Kız, kapısını, bacasını kilitlemiş, yatmış. O yılan yine gelmiş, yatağın ayakucuna kıvrılmış, yatmış. Bir gün böyle, beş gün böyle, on gün böyle... Kız, bu yılanı ailesi gibi bilmeye başlamış. Artık hiç korkmuyormuş. Her gün akşam olunca yılanı bekliyormuş. Günün birinde yılan bir uzamış, bir kısalmış, bir uzamış, bir kısalmış. Kabuğundan çıkmış, bir delikanlı olmuş. Adam görmeye, bakmaya kıyamıyormuş. Kız, şaşırıp kendini kaybetmiş. O zamana kadar oğlan: — Ben tılsımlıyım. Seninle evlenelim ama ben yine yılan şeklinde geleceğim. Sakın kimseye söyleme! Söylersen beni ebediyen bulamazsın, demiş. Kız da: — Kimseye söyler miyim? Bu günleri ne için bekledim, demiş. Oğlan her gün yılan kılığına girip gidiyor, akşam olunca yılan kılığında geliyormuş. Böylece bir müddet kimseye bildirmeden yaşamışlar. Bir süre sonra kızın akrabalarının birinin düğünü olacakmış. Bu kızı da düğüne çağırmışlar. Kız, oğlana demiş ki: — Akrabalarımın düğünü oluyor. Beni de düğüne çağırıyorlar. Gideyim mi, gitmeyeyim mi? Oğlan da: — Git de beni kimseye söyleme. Ben de düğüne kılığımı değiştirip geleceğim. Orada cirit oynayacağım. Beni kimselere gösterme. Eğer gösterirsen ayağına demir çarık, başına demir külâh giy. Eline de demir baston al. Onlar yırtılana kadar arasan bile beni bulamazsın, demiş. Kız da: — Tamam, yemin ederim kimseye söylemem, demiş. Kız düğüne gelmiş. Bacıları, konu komşu: — Nerelerdesin? Nerede kalıyorsun, diye sorup durmuşlar. Kız da: — Beni bir kayanın dibine bıraktılar. Allah'tan bir kapı açıldı. Ben de içeri girdim. Orada bir de yılan var. Her akşam geliyor, her sabah gidiyor. O yılanla beraber duruyoruz, demiş. Bacıları, kendi kocalarını göstermişler. Kıza gıcıklık yapmışlar. Durmadan laf vurmuşlar. Kızın sabrı tükenmiş, canı azalmış. O sırada oğlan da oraya gelmiş. Atın üzerine binmiş. Bir güzel, bir güzelmiş ki adam bakmaya kıyamıyormuş. Kız dayanamamış: — Niye benim kocam yılan olsun? Daha ya benim kocam, demiş. Tılsımlı olan oğlan, o zamana kadar cana gelmiş: — Tamam! Daha beni ebediyen bulmazsın, ben Berri Hala’ya gidiyorum, demiş, kaybolup gitmiş. Kızın düğünde müğünde gözü kalmamış. Doğru evine gitmiş. Bir gün beklemiş, beş gün beklemiş, on gün beklemiş, bir ay beklemiş, yılanın geldiği yok… Kız: — Eşek kafam! Niye söyledim ki, demiş. Kafasını duvarlara vurmuş, kendini taşlara çalmış, ama çare yok… Gidip ayağına demir çarık yaptırmış. Eline de demir baston almış. Başına da demir külâh takmış, yola düşmüş. — Ben Berri Hala'yı arayıp bulacağım, diye diye gidiyormuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; altı ay, bir güz gitmiş. Bir de bakmış ki karşıda bir ev var. Evden bir tütün tütüyor, bir tütün tütüyor ki tütünü göklere çıkıyormuş. — Aman, demiş, sevinerek eve gitmiş. Eve girmiş, bakmış ki ne ins var ne de cin… Kimsecikler yokmuş. Hemen bacaya çıkmış. Bacadan içeri bakmış ki bir dev karısı oturuyor. Bir dev, bir dev ki adam heybetinden korkar. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte. Ağzında bir sakız varmış ki kırk batman. Hem sakız çiğniyor hem de eline bir çıkrık almış, ip eğiriyormuş. Bir memeleri var, bir memeleri varmış ki bir memesi adam gövdesi kadarmış. Sağ memesini sol omuzuna atmış, sol memesini sağ omuzuna atmış, hiçbir tarafa bakmadan hay-haşem* ip eğiriyormuş. Kız korkudan tir tir titreyerek aşağı inmiş, içeri girmiş. Usulca devin arkasından dolanmış, "Anaaaa!" diye memesini emmeye başlamış. O zamana kadar dev karısı: — İnsanoğlu, sen mememi emmeseydin seni çoktan yerdim. Seni yemeyeceğimi nereden bildin de mememi emdin, demiş. Kızın karnını, burnunu doyurmuş. Kıza: — Buralara hiç insanoğlu gelmez. Sen buralarda ne arıyorsun, demiş. Kız da: — Böyle, böyle... Ben Berri Hala'nın yolunu arıyorum. Bana yardım et, demiş. O da:             — Ben bilmem yavrum. Benim yedi tane oğlum var. Onlar gelince soralım, demiş. Akşam olmuş, oğullarının gelme vakti olunca kıza tükürmüş. Onu lenger* etmiş, rafa koymuş. Oğulları gelmiş: — Ana! Buralarda insanoğlu kokuyor, demişler. Anaları da: — Buralarda insanoğlu ne arar yavrum? Kuş uçmaz, kervan geçmez. Dişlerinizin dibinde insanoğlu eti kaldıysa o kokar. Dişlerinizi kurcalayın, demiş. Çocuklar dişlerini kurcalamışlar. Kiminin dişinin dibinden insanoğlu ayağı, kiminden de insan kolu çıkmış. Bunlar yiyip, içip istirahate çekilmişler. Dev karısı demiş ki: — Yavrum, Berri Hala'nın yolu neresi? Siz biliyor musunuz? Oğulları da: — Ana, durup dururken Berri Hala'yı nereden çıkarttın, demişler.             Dev karısı da: — Bilmem yavrum. Evvelce baban Berri Hala'yı anlatırdı, benim de aklımda kalmış, şimdi aklıma geldi, demiş. Oğulları: — Ana, biz orayı bilmiyoruz. Bilse bilse ortanca halamın oğulları bilir, demişler. Bu dev karısı, üç kardeşin en küçüğüymüş. Dev karısı: — Halanın oraya nasıl gidilecek, diye sormuş.             Onlar da: — Az gideceksin, uz gideceksin. Dere tepe düz gideceksin. Önüne bir nehir çıkar. Kanla karışık, köpüklü su akar. O su, imkânı yok, geçit vermez, demişler. Dev karısı: — Yavrum, oraya gideceğimizi bir düşün! Nasıl geçilir, diye sormuş.             Oğulları: — O nehre yedimizin suyunun artığından atarsan az bir geçit verir. İşte o zaman karşıya geçersin, diye cevap vermişler. Dev karısı hiç belli etmeden çocukların içtikleri suyun artığını bir kaba biriktirmiş. Sabah olmuş. Oğulları avlanmaya çıkmışlar. Dev karısı, kızı doyurmuş, artık suları da vermiş. Kız da demir çarık, demir bastonunu almış, külâhını da giyip yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Dev karısının oğullarının dediği nehre rastlamış. Nehir öyle bir nehir ki durmadan kan ile su karışık köpük atıyormuş. Kız, elindeki artık suya bakarak: — Bu bir yudum suyla nehir bana geçit vermez. İmkân var mı? İmkân yok, demiş. Bir yandan da iki gözü iki çeşme ağlıyormuş. — Her neyse, suyu yine de atayım, demiş. Suyu atar atmaz nehir geçit vermiş. Kız da hemen karşı tarafa geçmiş. Bir hayli yol gitmiş. Epey gittikten sonra uzakta yine bir ev görmüş. Evin bacasından bir tütün tütüyor, bir tütün tütüyormuş ki göklere set çekiyormuş. Etrafa bakmış, durmuş. Kimsecikler görememiş. Doğruca evin damına çıkmış. Bacadan aşağıya bakmış ki ne görsün? Bir dev karısı oturuyor. Öncekinden daha da heybetliymiş. Bir memeleri varmış ki öbür dev karısının memelerinden daha iriymiş. Sağ memesini sol omuzuna, sol memesini sağ omuzuna atmış, hay-haşem ip eğiriyormuş. Hemen usulca aşağı inmiş. Dev anasının arkasından dolanıp memelerini emmeye başlamış. Dev anası: — Amaaan! Bir insanoğlu kokuyor ki, demiş. Arkasını dönmüş, bakmış ki bir kız; "Anaaa!" diye memesini emiyor. — İnsanoğlu, sen bana ana demeyeydin şimdiye seni çoktan yerdim. Buralarda kuş uçmaz, kervan geçmez. İns misin, cin misin, neysin sen? Buralarda ne arıyorsun? Buralara niye geldin, demiş. Kız da başından geçenleri bir güzel anlatmış. — Beni buraya öbür bacın gönderdi. Ben Berri Hala'ya gidiyorum. “O sana yolu gösterir.” dedi, demiş. Dev karısı: — Yavrum, ben Berri Hala'yı ne bileyim? Bunu bilse bilse oğullarım bilir. Akşam onlar gelince soralım, bakalım, demiş. Akşam olmuş. Oğulları geleceği zaman kıza bir tükürmüş, onu kütük etmiş, üstüne oturmuş. Oğulları, eve gelir gelmez: — Anaaa! Burada insanoğlu kokuyor, demişler.             O da: — Burada insanoğlu ne gezer yavrum? Buralarda kuş uçmaz, kervan geçmez. Siz dişlerinizin dibini kurcalayın. Oralarda insan etleri kalmıştır, onlar kokar, demiş. Oğlanlar dişlerinin dibini kurcalamışlar ki her birinden dolu et çıkmış. Anaları bunların karnını, burnunu doyurmuş. İstirahate çekilmişler. Dev karısı, yalandan Berri Hala'dan laf açmış. — Yavrularım, Berri Hala'nın yolu ne taraf ki, diye sormuş. Onlar da: — Ne edeceksin Berri Hala'yı ana? Nereden aklına geldi, demişler. O da: — Hiç... Aklıma geldi. Babanız evvelce anlatırdı, demiş. Oğlanlar: — Berri Hala'nın yolunu bilse bilse büyük halamın oğulları bilir, demişler. Dev anası: — Halanlara nereden gidilir oğlum, diye sormuş. Onlar da: — Oraya gitmenin imkânı yoktur ana, demişler. Dev anası: — Niye, demiş. Oğlanlar da: — Az gidersin, uz gidersin. Dere tepe düz gidersin. Önüne bir çipil* çıkar, bir çipil çıkar ki görülmemiş şey! Yol ağaçlık, hem de çipille örülmüş. İmkân yok, öbür tarafa geçemezsin, demişler.             Dev anası: — Ya nasıl geçilir? Siz gitseniz nasıl geçersiniz, diye sormuş. Onlar da: — Bizim yedimizin değneğini yontar, yedisini karıştırır, oraya atarız. Az bir yol açılır, az bir geçit verir, oradan geçeriz, demişler. Oğlanlar yatıp uyuyunca dev anası hepsinin değneğinden yontmuş, karıştırıp kıza vermiş. Sabah olmuş. Oğlanlar dağlara, bayırlara avlanmaya gitmişler. Dev karısı, kızın karnını, burnunu doyurmuş. Yongaları da eline vermiş, yola yollamış. Kız, az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Aman Allah'ım! Bir sık ağaçlık yere gelmiş. Ağaçlar öyle sıkmış ki sanki duvar örülmüş gibiymiş. Üzüntüsünden ağlamaya başlamış. Hem ağlıyor hem de: — Bu iki yongayla yol açılır mı ki? İmkânı yok, diyormuş. Neyse, o iki yongayı çıkarıp oraya atar atmaz azıcık bir yol açılmış. Kız oradan hemen karşıya geçmiş. Gitmiş, gitmiş, gitmiş... Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş… Aynı öbür evler gibi bir ev daha görmüş. Yine bacaya çıkmış, bakmış ki daha önce gördüğü devlerden daha heybetli bir dev karısı. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökteymiş; baktıkça adamın tüyleri ürperiyormuş. Ağzında kırk batman sakız, elinde iğ*, ip eğiriyormuş. Hemen aşağı inmiş. Usulca, korka korka dev karısının arkasına dolanmış. Memesine sarılmış, emmeye başlamış. Dev karısı: — Amaaan! Burada insanoğlu kokuyor, demiş. Etrafa bakınırken "Anaaa!" diyerek memesinden emen kızı görmüş. Dev karısı:             — Sen bana ana demeseydin ben seni yerdim, demiş. Emdiği için evladı olurmuş, yiyemezmiş. Kıza: — Sen bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde ne arıyorsun, demiş. Kız da, böyleyken böyle diye her şeyi anlatmış. — Kocamı arıyorum. Bana Berri Hala'nın yolunu söyler misin, demiş. Dev karısı, Berri Hala'nın yolunu biliyormuş. — Filan yerden, filan yerden gideceksin. Filan yerde oturacaksın. Berri Hala'yı bulursun, demiş. Akşam olmuş. Oğullarının gelme zamanı olmuş. Kıza bir tükürmüş, minder etmiş, üstüne oturmuş. Oğulları gelmişler: — Ana! Burada insanoğlu kokuyor, demişler.             O da: — Buralarda insanoğlu ne gezsin? Kuş uçmaz, kervan geçmez, demiş. Sabah olmuş, herkes gitmiş. Dev anası, kızı doyurmuş. Sonra da ona: — Filan yerden, filan yere git. Filan yerde çeşmenin başına otur, diye tembih etmiş. Kız, çarığını giymiş, değneğini almış, külâhını bürünmüş, yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, epey bir yol gitmiş. Dev karısının tarif ettiği yere gelip oturmuş. Bir de bakmış ki demir çarık delinmiş, demir değnek aşınmış, demir külâh da delinmiş. — Yıllarca yol gittim. Bunlar da yırtılmış. Acaba kocamı bulabilir miyim, demiş. Böyle düşünürken bakmış ki havada bir bulut ağmış, simsiyah olmuş. Koskoca bir gölgelik meydana gelmiş. O anda kocaman bir kuş gelmiş, usulca kızın önüne konmuş. Bir çırpınmış, güzel bir oğlan olmuş. Bu kuş meğerse kızın kocasıymış. Kıza: — Niye geldin buraya? Ben sana gelme demedim mi, demiş. Kız: — Ben seni kaç senedir arıyorum, diye cevap vermiş. Meğer oğlan büyülü periymiş. Kıza: — Yakında düğünüm olacak. Ben seni anamın yanına nasıl götüreyim? Şimdi seni götürürsem anam ikimizi de öldürür. Ancak anama; "Sana hizmetçi getirdim." dersem seni götürebilirim, demiş. Oğlan yeniden kuş olmuş, kızı sırtına bindirip doğru anasının yanına götürmüş. — Ana sana bir hizmetçi getirdim, demiş. Anası, oğlanın yanında kızı görünce, sevdiği olduğunu anlamış, kızmış. Bu kıza neler etmiş, neler? Bir yandan da oğlunun düğününe hazırlık yapıyormuş. Kıza da olmadık zor işleri yaptırıyormuş. Kızın eline bir çuval vermiş: — Çabuk! Ne kadar kuş tüyü varsa hepsini toplayıp getireceksin. Oğluma yatak yapacağım. Beş dakika içinde kuş tüyünü getirmezsen sonunu sen düşün! Beş dakikaya kadar bu çuvalı doldur! Düğüne gelenlerin altına minder yapacağım, demiş, Kız, çuvalı eline almış, düşüne düşüne yola düşmüş. Bir yerde oturup ağlamış, ağlamış, ağlamış... — Benim kaderim niye böyle, demiş. Havaya yine bir bulut gelmiş. Başını kaldırıp bir bakmış ki kocası kuş kılığında gelmiş, inmiş. Kıza: — Niye ağlıyorsun, demiş. O da: — Anan bana bu çuvalı verdi. Senin düğününe gelen milletin altına minder yapacakmış. Bunu kuş tüyü ile dolduracakmışım. Ben bu kadar kuş tüyünü nereden bulurum, demiş. Oğlan, ne kadar kuş varsa hepsini çağırmış, hepsini silkelemiş. Kız, çuvalı ağzına kadar tıka basa doldurmuş, alıp götürmüş. — Aha getirdim, demiş. Oğlanın anası: — Bu iş senin işin değil, bu benim oğlanın işi. İmkân yok, sen bu işi yapamazsın, demiş. O arada düğün de başlamış... Ertesi gün kızı yine çağırmış: — Bir iş daha vereceğim, demiş. Maksat kızı canından bezdirmek, oğluyla evlenmesini engellemekmiş. Bu sefer kızın eline iki tane post vermiş. Postun biri siyah, biri beyazmış. Siyah postu kıza uzatmış: — Bunu pınara götüreceksin. Tokaçlaya tokaçlaya öbürü gibi bembeyaz edeceksin, demiş. Kız postu pınara götürmüş. Tokaçlamış, tokaçlamış, yıkamış. Hiç siyah post beyazlanır mı? İki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Yine bir bulut gelmiş. Kocası kuş kılığında gelmiş, yanına inmiş. — Ne oldu, niye ağlıyorsun, demiş. Kız ağlayarak: — Anan iki tane post verdi. Biri siyah, biri beyaz. Bunu da öbürü gibi bembeyaz edecekmişim, demiş. Kocası o postu elinden almış, yerine beyaz bir post getirmiş. Kız bu iki postu alıp götürmüş.             — Aha bak! Yuya* yuya beyazlandırdım, demiş.             Oğlanın anası da: — Ah seni, seni! Hiç siyah post beyazlanır mı? Beni mi kandırıyorsun? O benim oğlumun işi, demiş. Ertesi gün, bir yandan düğün olurken bir yandan da kıza: — Bütün sokakları sulayacaksın! Ne kadar sokak varsa sulayacak, süpüreceksin. Tertemiz edeceksin. Oğluma gelen gelincilerin ayağına toz, toprak bulaşmayacak, demiş. Bu kız sabah kalkmış: — Sokakları nasıl sularım? Nasıl süpürürüm, diyerek ağlamaya başlamış. Hem ağlıyormuş hem de kadının verdiği süpürgeyi eline almış, sokakları süpürüyormuş. Daha bir sokak... O kadar sokak süpürülür mü? Bir de bakmış ki yine bir bulut geliyor. Kız, kocası olduğunu anlamış. Kocası oraya kuş şeklinde inmiş: — Ne oldu? Niye ağlıyorsun, demiş. O da: — Anan söyledi. Bütün sokakları sulayıp süpürecekmişim. Ben bunu nasıl edeyim, demiş. Oğlan hemen havaya bir bulut getirmiş, yağmur yağdırmış. Arkasından bir rüzgâr estirmiş. Her taraf silinip süpürülmüş. Kıza da:             — Hadi, sen git, demiş. Kız gelmiş: — Süpürdüm, demiş. Kadın çıkmış, bakmış ki her taraf pırıl pırıl... — Bu oğlumun işi, senin işin değil. Seni bundan da kurtardı, demiş. Ertesi gün gelin gelecekmiş. Kadın, gelinle damat gerdeğe gireceği için kızı oradan uzaklaştırma planları yapmaya başlamış. Düşünmüş, düşünmüş, aklına bir şey gelmiş. Bir beşik bulmuş. İçine de bir çocuk yatırmış. Sonra da kıza dönmüş: — Bu beşiği hiç durmadan sallayacaksın, demiş. Kız, hem beşik sallıyor hem de ağlıyormuş. Akşam olmuş. Gelin ve damat gerdeğe girmiş. Damat, gelini kesip öldürmüş. Doğruca beşik sallayan karısının yanına gitmiş. Kendi kuş kılığına girmiş, kızı da sırtına almış, memleketlerine doğru uçmuşlar. Bir de bakmışlar ki gelin orada al kanların içinde yatıyor.  Oğlanın anası, kocasına: —Yürü! Yürü! Hemen arkalarından git, demiş. Oğlanın babası da bir kuş olmuş, arkalarından uçmaya başlamış. Onlar gidiyor, o gidiyor. Onlar gidiyor, o gidiyor... Oğlan, devamlı olarak karısına: — Arkana bak, kim geliyor, diye soruyormuş. Kız, arkasından gelen bu kuşu görmüş. Oğlan bir daha sorunca: — Bir kuş geliyor, demiş. Oğlan: — Rengi nasıl, diye sormuş. O da: — Siyah, demiş. Oğlan: — Tamam, o babamdır, demiş. Hemen oraya inmişler. Oğlan orada çeşme olmuş, kızı da tas etmiş, çeşmenin üstüne asmış. Babası da oraya inmiş. Çeşmeden bir su içmiş. Etrafa bakmış, kimse yok... Ne kuş var ne de oğlu var... Geçip geri gitmiş. Karısı: — Onları gördün mü, diye sormuş. Adam: — Yok. Gittim, gittim, gittim, yoruldum. İndim, bir çeşmenin başından bir tas su içtim, demiş. Karısı: — Ah! Ah! O çeşme oğlum idi, tas da karısıydı. Niye tası alıp da bana getirmedin, demiş. O da: — Ben ne bileyim, demiş. Karı, hemen öbür oğlunu göndermiş. Bu arada oğlanla karısı tekrar yola devam etmişler. Oğlan, yine karısına durmadan: — Arkana bak! Arkana bak, diyormuş. Kız, bir kuş görmüş. Oğlana: — Aman alıcı bir kuş geliyor ki deminkinden daha heybetli, demiş. Oğlan: — Rengi nasıl, diye sormuş. Kız: — Beyaz, demiş. Oğlan: — Bu benim büyük kardeşim, demiş. Hemen oraya inmişler. Oğlan, kızı bostan etmiş. Kendi de bostancı kılığına girmiş. Eline bel almış, bostanı bellemeye başlamış. Abisi de oraya inmiş. Oğlana: — Sen hiç burada iri bir kuş ile üstünde de bir kızın geçtiğini gördün mü, diye sormuş. Oğlan da: — Yok! Kaç gündür bostan da bellerim, ama hiç kimseyi görmedim, demiş. Abisi de biraz oyalanıp geri dönmüş, gitmiş. Anası: — Kimi gördün, demiş. Abisi: — Hiç... Bir adam gördüm, bahçe belliyordu. Ona sordum, o da; "Hiç kimseyi görmedim." dedi. Ben de geri döndüm, demiş. Kadın: — Ah, akılsız oğlum! O bostan kızdı, o adam da kardeşindi, niye bilemedin, demiş. Bu sefer kadın sinirlenmiş. — Siz bu işi halledemeyeceksiniz. Bari ben gideyim, demiş. Hazırlanıp onların arkasından uçmuş. Kızla oğlan da yoluna devam etmişler. Bunlar az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Oğlan, durmadan kıza: —Arkana bak, kim geliyor, diyormuş. O da devamlı arkasına bakıyormuş. Kız bir ara: — Bir kuş geliyor ki Allah korusun! Heybetinden yer gök titriyor, demiş. Oğlan: — Bu anamdır, demiş. Hemen oraya inmişler. Kız bir çalı olmuş, oğlan da yılan olmuş, çalının dört bir tarafına sarılmış. Anası hemen çalının yanına konmuş. O bilmiş, anlamış: — Oğlum, o gelini niye öyle ettin? Ben sana ne güzel gelin getirdim. Niye onu kestin de bu karının arkasına düşüp geldin? Sen bir peri padişahısın. Bunu ne edeceksin? Bu bizden mi? Arkasına düşüp gelecek ne vardı? Bunu bırak da gidelim, demiş. Oğlan: — Ana, gitmeye giderim de şu dilini ver! Bir kere öpeyim, ondan sonra gidelim, demiş. Anası dilini çıkarmış. Oğlan, anasının dilini "Hartt!" diye ısırmış. Karının dili kökünden kopmuş. Öyle bir canı yanmış ki yıldırım gibi geri dönmüş, gitmiş. Bir daha arkasına bile dönüp bakmamış. Bunlar da az gitmiş, uz gitmiş, gide gide evlerine varmışlar. Yiyip, içip muratlarına geçmişler... * kizir: Muhtar, köy bekçisi, köy kahyası. * hay-haşem: Gayretle, çabayla. * lenger: Yayvan ve kenarları geniş, büyük bakır kap. * çipil: Bataklık. * iğ: Pamuk, yün vb.nden iplik eğirmekte kullanılan, ortası şişkin, iki ucu sivri ve çengelli olan, ağaçtan yapılmış araç, eğirmen, kirmen. * yumak: Yıkamak.
Berri Hala
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
CIRTTAN Bir köyde yaşayan üç kız, süpürge toplamak için buluşup ormana gitmişler. Giderken yanlarına Cırttan’ı da almak istemişler. Annesinden izin istemişler. Annesi o sırada kavurga kavuruyormuş. Kızlara birer avuç kavurga vermiş. Ama Cırttan’a da beş avuç vermiş. Bunlar yola çıkmışlar. Hem kavurgalarını yiyor, hem de konuşuyorlarmış. Süpürge otu toplayacakları yere gelinceye kadar o kızların kavurgası bitmiş. Süpürge toplamaya başlamışlar. Cırttan’ın kavurgası çok olduğundan o daha yiyormuş. Kızlar süpürge toplarken Cırttan hiç oralı olmuyormuş.*Onlar da- Neye boş duruyorsun, gel sen de toplasana, demişler. Cırttan onlara; — Annem size bir avuç kavurga verdi ya!. Onun için siz toplayacaksınız, demiş. Kızlar onun yerine de toplamışlar. — Hadi, vakit geçti, seninkileri  al da yola çıkalım, demişler. Cırttan: — Ben götürmem. Niye annem size birer avuç kavurga verdi ya!.. İşte onun için siz götüreceksiniz, demiş. Kızlar yine çaresiz kalmışlar, onun yükünü de bölüşmüşler. Cırttan’a: — Haydi gidelim, demişler. Cırttan: — Beni sırtınıza almazsanız gitmem, demiş. Kızlar: — Niye alalım, demişler. Cırttan, hay hay hem kavurga yiyor, hem de hâlâ: — Annem size birer avuç kavurga verdi ya… Beni siz götüreceksiniz, demiş. Kızlar, çaresiz Cırttan’ı sırtlarına almışlar, yola çıkmışlar. Bu sırada hava kararmış, akşam olmuş. Kızlar evin yolunu kaybetmişler. Dolaşıp dolaşıp aynı yere geliyorlarmış. Artık hava iyice kararmış, her yer zifiri karanlık olmuş. Korkmaya başlamışlar. O sırada uzakta tütsü* tüten yer görmüşler. Bir taraftan da köpek ulumaları geliyormuş. Cırttan demiş ki; İt, ürüyen yere mi gidelim, tütsü tüten yere mi? Kızlar da demişler ki; — Biz it ürüyen yerde ne yapalım? Tütsü tüten yere gidelim. Oraya gitmişler. Evin kapısını çalmışlar. İçerden bir ses; — Kim o, demiş. Kızlar: — Biziz teyze, gece dağda kaybolduk, evimizin yolunu şaşırdık. Sabaha kadar burada kalabilir miyiz, demişler. Kadın sevinerek kabul etmiş. Çünkü bu bir dev karısıymış. Kızlar çok yorgun düşmüşler. Kadın bunların karnını doyurmuş, yataklarını hazırlamış, yatmış uyumuşlar. Cırttan ise uyumamış. Kadın bunların uyumalarını beklemiş. Kızların uyuduğuna kanaat getirince kızlara: — Kim yatmış kim uyanık? Cırttan hemen: — Hepsi yatmış Cırttan uyanık, demiş. Dev karısı: — Cırttan ne için uyanık, demiş. O da: — Annesi her gün kavurga kavurur, yatarken yedirir, öyle yatardı, demiş. Bunun üzerine dev gidip hemen kavurga kavurmuş, Cırttan’a getirmiş. Cırttan, yediğini yemiş, yemediğini çıkısına* koymuş. Biraz sonra dev karısı yine gelmiş: — Kim yatmış kim uyanık? Dev karısının niyetini anlayan Cırttan, daha uyumamış. — Hepsi yatmış Cırttan uyanık, demiş. Dev karısı: — Cırttan ne için uyanık, demiş. O da: — Her akşam yatarken annem bana helva pişirir, yerim, öyle yatarım, demiş. Bunu duyan dev karısı, hemen mutfağa gitmiş, helva yapmış, getirmiş. Cırttan, bunun da birazını yemiş, gerisini çıkısına koymuş. Dev karısı, yine gelmiş; — Kim yatmış kim uyanık? Cırttan hâlâ uyanıkmış. — Hepsi yatmış Cırttan uyanık, demiş. Dev karısı: — Cırttan ne için uyanık, demiş.  O da: — Ben yatarken annem bana hıngel* yapar, yer öyle yatardım, demiş. Dev karası yine gitmiş hamur açmış tek tek etleri koymuş, bunları pişirmiş Cırttan’ın önüne getirmiş. cırttan yemeğini yemiş. Derken sabah olmuş. Gün ağarınca dev karısı yine gelmiş: — Kim yatmış kim uyanık? Cırttan; — Hepsi yatmış Cırttan uyanık, demiş. Dev karısı: — Cırttan ne için uyanık, demiş.  O da: — Annem, yemek yedikten sonra dereden kalburla su getirip içirip yatırdı. Onun için uyumadım, demiş. Dev karısı kalburu almış, dereye gitmiş. Kalbura suyu doldurdukça su geri boşalıyormuş. Doldurdukça boşalmış, doldurdukça boşalmış… Dev karısı onunla uğraşırken Cırttan, arkadaşlarını uyandırmış: — Bu dev karısı bizi yiyecek, çabuk buradan kaçalım, demiş. Evden kaçmışlar, yola düşmüşler. Gündüz gözüyle evlerine varmışlar. Cırttan, eve gelince çıkısını açmış. Çıkısındakileri çıkarmış. Annesi getirdiklerini görünce — Bunları nerden aldın? Gidip bir daha getir, demiş. Bunun üzerine Cırttan, dev karısının evine gelmiş. Kapıyı dövmüş, dev karısı çıkmış. Cırttan’a: — Vah, sen misin Cırttan? Nerdesiniz, ben de sizi aradım, demiş. Hemen Cırttan’ı tutmasıyla çuvala koyması bir olmuş. Dışarıya çıkmış ki, bir taş alıp Cırttan’i öldüre… Cırttan, bu sırada cebinden bıçağını çıkarıp çuvalı kesmiş, dışarı çıkmış. Oradaki keçiyi çuvala koymuş. Hem genç, hem çevik olduğu için sıçramış, tavana çıkmış. Bu sırada dev karısı elinde taşla içeri girmiş. Taşı kaldırıp çuvala vurdukça vurmuş. Çuvalın içindeki keçi “Meee!” diye bağırmış. Dev karısı Cırttan zannederek: -“Meee!” lesen de, bağırsan da elimden kurtulaman, demiş. Vura vura keçiyi öldürmüş. İşte o sırada Cırttan, damın üstünden aşağıya toprak dökmüş. Dev bir de yukarıya bakmış ki Cırttan orada: — Sen ölmedin mi, demiş. — Yok ölmedim demiş Cırttan. Dev karısı tavana bakmış ki, Cırttan orda. Keçiyi boşuna öldürmüş. Kızsa ne, belli etmemiş. — Peki oraya nasıl çıktın, demiş Cırttan’a. Cırttan da: — Küpü küpün üstüne koydum da çıktım, demiş. Dev karısı küpü küpün üstüne koymuş. Üzerine basınca, koca dev, küp dayanır mı? Hepsi kül-haş olmuş. Cırttan oradan kaçmış. Dev, keçinin öldüğüne mi yansın, küplerinin kırıldığına mı yansın!.. Bunun ardına düşmüş. Önüne bir ırmak gelmiş. bakmış ki, Cırttan karşıda. — Oraya nasıl geçtin, demiş Cırttan’a. O da: —Değirmen taşını boynuma taktım geçtim, demiş. Dev, bir değirmen taşı bulmuş boynuna geçirmiş. suya girince boğulup gitmiş. Cırttan da tekrar devin evine gelmiş, ne kadar eşyası varsa alıp annesine getirmiş. Yiyip içip muratlarına geçmişler.   * oralı olmak : İlgili olmak, ilgilenmek. * tütsü : Duman. * çıkı : Çıkın, bohça. * hıngel : İçine et konulup muska şeklinde katlanan hamurun pişirilip sarımsaklı yoğurt ve yağ katılmasıyla yapılan yemek.
Cırttan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
CULFA Bir zamanlar memleketin birinde bir karı-koca yaşarmış. Geçimlerini culfalık* yaparak sağlarlarmış. Onları memlekette tanımayan yokmuş. Culfa, karısını çok severmiş. Kadın, hem çok güzel hem de çok titizmiş. Culfanın karısı, tavukları çok sevdiği için bahçesinde iki de tavuk beslermiş. Onları o kadar çok severmiş ki ad bile koymuş. Biri Çillikız, biri de Sarıkız imiş. Kadın, bir gün hamama gidecekmiş. Kocasına: — Bak, ben hamama gidiyorum. Ben gelene kadar bu halıdan, kilimden birer karış dokuyacaksın. Bahçeye göz kulak olacaksın, tavuklara da bakacaksın, hem de tavukları bahçeye sokmayacaksın, demiş. Culfa: — Peki, demiş. Hanımı gider gitmez, acele acele halıyı dokumaya başlamış. Bir ara bakmış ki Sarıkız bahçeye girmiş, çiçekleri tırnaklarıyla bozuyormuş. Tavuğa ne kadar bağırdıysa da tavuk oralı olmamış.* Elindeki yün makarasını tuttuğu gibi tavuğa fırlatmış. Tavuk oraya düşmüş, çırpınmaya başlamış. Culfa, bakmış ki tavuk ölecek, hemen koşmuş tavuğu kesmiş. Arkasından da: — Eyvah! Ben şimdi ne yapayım? Hanım gelirse beni öldürür, demiş. Hem pişman olmuş hem de karısından çok korkuyormuş. Ellerini, kollarını temizlemiş, tavuğu yolmuş, içini de temizlemiş. Bu memleketin padişahı çok adaletliymiş. Culfa: — En iyisi ben bunu padişaha götüreyim, göstereyim. Belki bana acır da parasını verir. Ben de yeni bir tavuk alırım, hanım da bana kızmaz, diye düşünmüş. Adam, tavuğu fırında kızartmış. Almış, doğruca padişahın sarayına gitmiş. Padişahın nöbetçileri: — Nereye gidiyorsun, diye içeri koymamışlar. Culfa: — Ben padişahı görmek istiyorum, demiş. Nöbetçiler itiraz ettikçe culfa da elindeki tepsiyle içeriye girmeye çalışmış. — İlla da gidip padişahı göreceğim, demiş. Bağırıp çağrışmaları duyan padişah: — Gelsin bakalım, bırakın gelsin, demiş. Culfa, elindeki tepsiyle padişahın yanına girmiş. Padişah: — Nedir o, diye sormuş. Culfa, elindekini oraya koymuş: — Padişahım, çam sakızı çoban armağanı... Size bir öğle yemeği getirdim. Bu kızarmış tavuğu buyurun afiyetle yiyin, içimden koparak getirdim, demiş. Padişah gülmüş: — Allah Allah! Nerden çıktı bu, culfa, demiş. Culfa: — Efendim, işte içimden koptu getirdim, demiş. Padişahın yanında iki de veziri varmış. Padişah: — Yemek saati değil, bir şey değil. Bunu nasıl yiyeceğiz? Hem kim bölecek, diye sormuş. Vezirler: — Padişahım, bunu culfa getirdi. Culfa bölsün, biz yiyelim, demişler. Culfa: — Peki, demiş. Culfa, tavuğu tutup boynundan koparmış, kuru boynu padişaha uzatmış: —  Padişahım, siz âlemin başısınız, buyurun bunu siz yiyin, demiş. Padişah, kuru boynu almış. Tavuğun bir kanadını koparıp bir vezire vermiş: — Siz padişahın bir kanadısınız, bunu siz yiyin, demiş. Tavuğun öbür kanadını koparıp diğer vezire vermiş: — Siz de padişahın öbür kanadısınız, siz de bunu yiyin, demiş. Eeee! Geriye tavuğun beyaz etiyle butları kalmış. Culfa, kendi kendine seslice sormuş: — Bunu kim yesin? Kendi sorusuna kendi cevap vermiş: — Bunu da culfa yesin, siz onları yerken ben de bunları yiyeyim, demiş. Culfa, elini, kolunu sıvamışken kendi getirdiği tavuğu afiyetle yemiş, kemiklerini de sıyırmış, koymuş. Bunlar kahkahalarla gülmüşler. Culfanın yaptığı iş, çok hoşlarına gitmiş. Padişah, boş tepsiyi görünce: — Tepsiye ne koyacağız, demiş. Vezirleri: — Efendim, tepsiye ne koyalım, demişler. Padişah: — Ne koyacaksınız? Tepsiyi altınla doldurun, culfaya verin, demiş. Getirdiği tavuğun tepsisine altın doldurup: — Buyur culfa! Bu senin hediyen, demişler. Culfa, tepsiyle altını almış, sevinerek eve gelmiş. Bakmış ki hanımı daha gelmemiş. Hemen tepsiyi tereğe* koymuş, oturup halı dokumaya başlamış. O sırada hanımı gelmiş. Önce tavuklara bakmış. Tavukların birinin eksik olduğunu görünce kapıdan: — Culfa, diye bağırmış. O da: — Buyur hanım, demiş. — Tavuğun biri eksik, nerede, demiş. — Burada tepsinin altında, diye cevap vermiş. Hanımı şaşırmış: — Tepsinin altında olur mu? Ne oldu tavuğa, diye sormuş. Bir taraftan da halıya, kilime bakıyormuş. Halının dokunmadığını fark etmiş. Culfaya: — Sen halı da dokumamışsın. Bu kadar zaman ne yaptın, nere gittin, demiş. Culfa: — Tavuk temizledim, fırına gittim, padişahın yanına gittim. Bir sürü zaman geçti, demiş. Hanımı çok sinirlenmiş. Culfa, hanımına: — Sinirlenme, git tepsinin altına bak, demiş. Hanımı: — Olur mu hiç? Tepsinin altında tavuk durur mu, diye bağıra çağıra gelmiş, tepsiyi kaldırmış, bakmış. Bir tepsi altını görünce şaşırmış: — Aman Allah’ım! Bunu nereden aldın? Nasıl oldu, demiş. Culfa, olanları birer birer hanımına anlatmış. — Ben tavuğu götürdüm, padişah da bana bir tepsi altın doldurdu, verdi, demiş. Bundan sonra, culfa ve karısının hayatı tamamen değişmiş. Çok zengin olmuşlar. Culfa, bir gün çoktandır görmediği bir arkadaşına rastlamış. Hâl hatır sormuşlar. Bunun zengin olduğunu duyan arkadaşı; — Arkadaş, sen de ben de culfaydık. Aynı halıyı dokuduk. Sana ne oldu da birden zenginleştin? Birdenbire arttın? Bak, ben sefalet içindeyim, bunu bana anlat, demiş. Culfa da olup biteni aynen anlatmış. Arkadaşı heveslenmiş: — Öyleyse ben de bir tavuk kesip padişaha götüreyim, demiş. Adam iki tane kaz almış, getirip kesmiş. Sonra da temizlemiş, kızartmış, almış padişaha götürmüş. Nöbetçiler koymamışlar. Bu, zor güç padişahın huzuruna çıkmış. Tepsiyi padişahın önüne koymuş: — Buyur padişahım, demiş. Padişah şaşırmış: — Bu ne oğlum, demiş. Adam: — Padişahım, çam sakızı çoban armağanı... Size öğle yemeği getirdim, buyurun yiyin, demiş. Padişah, vezirlerinin yüzüne bakmış: — Bunu kim böler? O gün culfa çok güzel bölmüştü. Yine culfayı sesleyelim, demişler. Hemen bir asker çağırmışlar: — Git, culfayı bize sesle, demişler. Asker gitmiş, culfayı seslemiş, gelmiş. Culfa gelmiş, bakmış ki ortada bir tepsi. İçinde de iki tane kızarmış kaz duruyormuş. Padişah tepsinin başında, arkadaşı da kapının arkasında, ayakta bekliyormuş. Culfaya: — İlle bunu böl, biz yiyelim, demişler. Culfa: — Peki efendim, böleyim, demiş. Yine kollarını sıvamış, kazın kuru başını kesmiş, padişaha uzatmış: — Buyur padişahım, bu sizin. Siz âlemin başısınız, bunu siz yiyin, demiş. Kazın bir kanadını bir vezire, bir kanadını öbür vezire vermiş: — Siz padişahın kanatlarısınız, siz kanat yiyin, demiş. — Geri kalan döşüyle butları da bana kaldı, demiş. Oturup yemiş. Bir yandan da gülüp eğlenmişler. Yeme âlemi bittikten sonra padişah: — Peki, buna ne vereceksiniz, demiş. Culfa: — Ne vereceksiniz, iyi bir sopa atın, merdivenlerden aşağı bırakın, demiş. Oradaki nöbetçiler adama dayak atıp merdivenlerden aşağıya atmışlar. Ağlaya sızlaya gidedursun, onun getirdiği tepsiye altın doldurup culfaya vermişler. Culfa, altınları alıp eve getirmiş. Gece olmuş, padişah yatağına yatmış, bu olay gözünün önüne gelmiş. Yattığı yerde kendi kendine gülmeye başlamış. Sultan hanım merak etmiş: — Ağa, sen bir padişah olasın. Hem de adaletli bir padişah. Durduk yere kendi kendine gülesin. Niye gülüyorsun? Bana da söyle, ben de güleyim, demiş. — Hiç... Canım bu gün bir olay oldu da ona gülüyorum, demiş. Padişah, sultanın ısrarı üzerine neye güldüğünü anlatmış. Sultan sinirlenmiş: — Olur mu hiç? Senin gibi adaletli bir padişah böyle yapar mı? Adam varlıklı mı, yokluklu mu? İki tane kaz almış, getirmiş, size sunmuş. Bir de adama dayak atıp merdivenlerden aşağı atmışsınız. Allah buna razı olur mu? Bu adalet mi, demiş. Hemen yataktan kalkmış, nöbetçiyi çağırmış: — Şimdi culfayı al, bana getir, demiş. Nöbetçi gitmiş, culfanın kapısını çalmış: — Seni sultanımız istiyor, demiş. Culfa uykulu uykulu: — Allah! Allah! Bu saatte mi, demiş. Nöbetçi: — Evet, sultanımız seni istiyor, herhalde çok hoşuna gitti, bir tepsi altın daha verecek, demiş. Culfa, sevinmeye başlamış. Nöbetçinin yanına düşmüş, gelmiş. Nöbetçi, onu yatak odasının kapısına götürmüş. Culfa: — Buraya mı gireceğim, demiş. Nöbetçi kapıyı vurmuş. Sultan içerden: — Gel! İçeri gir, diye seslenmiş. Culfa, yatak odasına girmiş: — Buyurun, demiş. Sultan hanım, gayet sinirli: — Culfa, bu adalet mi? Onun getirdiği kazları yiyin, sonra da bir güzel dayak atıp merdivenden yuvarlayın? Üstelik altınları da sen al? Bu adalet mi? Söyle, demiş. Culfa: — Sultanım, “Altınları bana verin” diye ben istemedim. Beni kaz bölmeye seslediler, ben de tavuk böler gibi böldüm, demiş. Sultan: — Madem her şeyi güzel bölüyorsun, Şimdi benim sana vereceğim şeyi de böl! Eğer onu böldün böldün, bölemezsen başını vurduracağım, demiş. Culfa çok korkmuş: — Efendim, ben bilmem. Ben bir şey yapmadım. Benim hatam ne, demiş. Sultan hanım kalkmış, dışarı çıkmış. Az sonra elinde beş cevizle içeri girmiş. Culfaya: — Bak, biz üç kişiyiz. Şu beş yumurtayı üçümüze üçer tane bölüştüreceksin, demiş. Culfa, hiç tereddüt etmeden: — Peki sultanım, demiş. Culfa yumurtaları eline almış. Üç tanesini sultana uzatmış: — Sultanım, bu üç yumurta sizin, demiş. Elinde iki yumurta kalmış. Padişaha bir yumurta uzatmış: — Padişahım, iki yumurta sizin var, bir tane de ben veriyorum, oldu üç. İki yumurta bende var, bir tane de elimdeki, etti üç. Benim de üç yumurtam oldu, demiş. Sultan içinden: — Allah Allah! Bunun da altından çıktı, demiş. Bakıyor ki bunu da böldü, sinirlenmiş: — Bırakın gitsin, demiş. Sonra da padişaha dönüp: — Yarın culfayı sesleyeceksiniz. Bir tepsi altın verip gönlünü alacaksınız, günahtır. Yoksa adaletsizlik olur, demiş. Ertesi gün kalkmışlar. Olanlara padişah çok üzülmüş: — Bir kere oldu hanım. Ben de pişman oldum, gerçekten iyi yapmadık, demiş. Culfayı çağırtmış, bir tepsi altın vermiş, göndermişler. Padişah, bundan sonra her müşkül işinde culfaya danışmaya başlamış. Onun verdiği akıl çok hoşuna gidiyormuş. Bu sebepten onu sarayına danışman almış. Bir zaman sonra bu memlekette savaş çıkmış. Öbür devletle savaşmak için yer ve zaman kararlaştırmışlar. Padişah, düşünmüş, düşünmüş, işin içinden çıkamamış. Sonunda akıl danışmak için culfayı sesletmiş: — Sana biraz asker vereceğim. Sen hem bizden önce hem de düşmandan önce oraya git, çadırları kur. Biz vezirlerle askerleri toplayıp gelelim, demiş. Culfa: — Peki, demiş. Eve gelmiş, hanımına: — Padişah beni savaşa gönderiyor, demiş. Hanımı da: — Tabii, bu kadar altının arkasından bunların çıkacağı belliydi, ama git bakalım, Allah büyüktür, demiş. Culfa: — Yalnız... Biliyorsun ki ben seni çok seviyorum. Ben senden nasıl ayrı kalacağım, demiş. Hanımı üzgün üzgün: — Ne yapalım? Katlanmak zorundayız, demiş. Culfa, hanımına: — Sen bana bir tane yuvarlak pide ekmeği getir. Senin resmini ekmeğin üstüne çizeyim, ona bakarak seni hatırlarım, demiş. Hanım: — Allah Allah! Öyle şey olur mu, demiş. Culfa: — Olur olur, demiş. Hanımı gitmiş, ekmeği getirmiş. Culfa, eline bıçağı almış, güya resim yapıyormuş gibi hanımının yüzüne bakarak bir yerine kaş, bir yerine göz çizip kendi kendini avundurmuş, koynuna koymuş. Sonra da hanımıyla vedalaşmış. “Allaha ısmarladık!” demiş, padişahın yanına gelmiş. Padişah da orduyu hazırlamış, emir vermiş: — Culfa ne derse yapacaksınız. Onun emirlerini benim emirlerim kabul edeceksiniz, onun sözünden dışarı çıkmayacaksınız, demiş. Askerler: — Peki, demişler. Culfa, askerleri almış, yola çıkmış. Üç gün, beş gün, bir haftalık yoldan sonra yorgun bir hâlde savaş alanına varmışlar. Bakmış ki karşı tarafın askerleri de gelmiş, çadır kurmuşlar. Culfa, karşı tarafın komutanı ile anlaşmış. Onlar da uzak yoldan gelmiş, yorgunlarmış. O gece istirahat edip yatacaklar, askeri dinlendireceklermiş. Böyle kararlaştırdıktan sonra herkes çadırına çekilmiş. Yatma zamanı gelmiş. Culfa, yatmadan tuvalete gitmek istemiş. Bir eline kılıcını, bir eline de şamdan almış, dışarı çıkmış. Dışarıda bakmış ki hanımı için çizdiği ekmek koynunda. — Aman! Ekmek koynumda kalmış. Günah olur da, demiş. Koynundaki ekmeği çıkarıp orada bir taşın üzerine koymuş. Kendi de ihtiyacını gidermeye bakmış. O sırada düşman tarafından bir köpek gelmiş, taşın üstündeki ekmeği kaçırmış, düşman tarafına doğru kaçmış. Bunu gören çulfa, köpeğin peşinden koşmuş. Nöbetçiler, bir elinde kılıç, bir elinde şamdan, düşman tarafına doğru koşan culfayı görünce askerleri uyandırmışlar: — Kalkın, ne duruyorsunuz? Padişahın dediklerini unuttunuz mu? Culfa elinde kılıcıyla tek başına düşman üzerine koşuyor. Siz niye yatıyorsunuz? Culfa, öbür tarafta, çadırların arasında köpeği arıyormuş ki ekmeği alsın. Bir ses duymuş, arkasına bakmış ki bütün askerler don gömlek, ellerinde kılıçlar, arkasında hazır vaziyette bekliyorlarmış. O, yine köpeği aramaya başlamış. Askerler savaş başladı zannedip “Allah Allah!” diyerek hücum etmişler. Artık dönüşü olmayan bir yola girmişler. Düşman askerini uykudayken kılıçtan geçirmişler. Öldürdüklerini öldürmüşler, öldüremediklerini esir almışlar. Tek bir askerin burnu bile kanamamış. Bir kurşun harcamadan, bir zarar görmeden, hiç kayıp vermeden, bir gecede savaşı kazanmışlar. Düşmanın topu, tüfeği, atı, arabası her şeyleri bunlara kalmış. Ertesi gün biraz dinlenmişler. — Artık zafer bizim. Burada bir işimiz kalmadı. Padişaha haber gönderelim. Hem biz dönüyoruz hem de gelmesin, demişler. Kalkmış çadırlarını sökmüşler. Atlarını yıkayıp dönüşe hazırlamışlar. Ellerinde birçok ganimetle yola koyulmuşlar. Yol boyunca kamışlıklara rastlamışlar. Öyle güzel kamışlarmış ki culfa kamışları görünce çok sevinmiş. Çünkü dokuma işinde kamış kullanıyormuş. Hemen atını eğleyip aşağıya inmiş. Bıçağını çıkarıp bir deste kamış kesmiş. Onu atının bir tarafına asmış. Bir deste kamış daha kesmiş. Onu da atının diğer tarafına asmış. Padişahın dediklerini hatırlayan askerler de atlarından inip birer deste kamış kesmiş, atlarının yanlarına asmışlar. Culfa görmüş, ama “Bana lazımsa onlara da lazım olur. Madem aldılar, alsınlar.” diye hiç sesini çıkarmamış. Culfa, emir vermiş, atlara binmişler. Biraz geldikten sonra yolda bir kayalığa rastlamışlar. Culfa: — Aman! Dokuma tezgâhında ayağımı koyduğum taş eskidi, şuradan güzel bir taş alayım, demiş. Çok güzel mermer taşlar bulmuş, taşı bir güzelce yontmuş. Askerler de atlarından inmişler. O nasıl bir taş almışsa bunlar da aynı taştan bulup yontmuşlar. Atlarının eyerine asmışlar. Yeniden yola koyulmuşlar. Gele gele şehre gelmişler. Şehre girerken bir nehir varmış. O nehir öyle coşkun akıyormuş ki geçmenin imkânı yokmuş. Gelen asker orda kalmış. “Ne yapalım, nasıl geçelim?” diye düşünüp çare aramışlar. Culfanın aklına kamışlar gelmiş: — Herkes getirdiği kamışı, mermeri yere indirsin! diye emretmiş. Askerler kamışları indirmiş. Bütün kamışları köprü olacak şekilde birbirlerine bağlamışlar, üzerine de mermerleri dizmişler. Onları bir köprü hâline getirmiş, nehrin üstüne asmışlar. Kimsenin ayağı bile ıslanmadan karşıya geçmişler. Askerler: — Bu kadar akıl, bu kadar zekâ kimsede olamaz, diyerek hayret etmişler. Culfa da içinden: — Hâlbuki kamışları, mermerleri ne için almıştım, neye yaradılar. Neyse askerleri sudan kurtardık ya, diye düşünerek padişahın yanına gelmişler. Padişah bunları kapıda karşılamış. Askerlere neler olup bittiğini sormuş. Onlar da olup biteni teker teker anlatmışlar: — Padişahım, bir gecede savaş kazandık. Hiç kaybımız olmadı. Yolda bir sürü sıkıntı yaşadık. Ama culfanın sayesinde her şeyin üstesinden geldik, demişler. Anlatılanlar padişahın çok hoşuna gitmiş. Culfaya: — Artık sen benim vezirim ol! Bundan sonra bizimle beraber sarayda yaşayacaksın, demiş. Culfa, padişahın veziri olmuş. Onlar yiyip, içip muratlarına ermişler, sizler de muradınıza erin.   * culfa: Dokumacı * oralı olmamak: İlgilenmemek * terek: Raf
Culfa
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÇAPGÖZ Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Vakti zamanında fakir bir adam varmış. Adam öyle fakirmiş ki bir gün oğullarını yanına çağırmış: — Artık sizi doyuramam; gidin, başınızın çaresine bakın, demiş. Çocuklar, bu lafın üstüne evden çıkıp yola düşmüşler. Epeyce bir yol gittikten sonra iyi yetişmiş bir ekine rastlamışlar. Ekin öyle güzelmiş ki bakmaya doyamamışlar. Meğer bu ekin, bir devinmiş. Üç kardeş, bundan habersizce ekini biçmeye başlamışlar. O sırada dev çıkagelmiş: — Bu ekin daha yetişmedi*. Ne diye biçiyorsunuz, demiş. Üç kardeş de şaşırmış. En küçükleri olan Çapgöz, çok akıllıymış. Hemen cevap vermiş: — Zaten biçimine az kalmış, sana yardımımız olsun diye düşündük, demiş. Dev, bu sözü duyunca Çapgöz’den çekinmiş. Ona demiş ki: — Sana bir mektup vereceğim. Bizim eve götür, hanıma ver. Onun vereceğini de bana getir, demiş. Dev, kâğıda bir şeyler yazıp Çapgöz’e vermiş. Çapgöz, kardeşlerini de alıp yola düşmüş. Yolda bir adama rastlamışlar. Çapgöz, elindeki mektubu adama okutmuş. Dev diyormuş ki; “Mektubu getireni kes, pişir, buraya getir.” Çapgöz, bunu duyunca orada mektubu hemen yırtmış, yerine de başka mektup yazdırmış. Demiş ki; “Ahırdaki emlik kuzuyu* kes, bu mektubu getirenle gönder.” Neyse, lafı uzatmayalım... Çapgöz, kuzuyu pişirtip, alıp gelmiş. Devin bu işe canı sıkılmış, ama belli etmemiş. Kuzuyu hep birlikte yemişler. Dev, bu üç kardeşi akşam yemeğine davet etmiş. Onlar da kabul etmişler. Akşam olmuş, hep birlikte yiyip içmişler, yataklarına yatmışlar. Meğer dev, bunların uyumalarını bekliyormuş. Gece bir ara yanlarına gelerek: — Çapgöz! Uyudunuz mu, demiş. Çapgöz de: — Uzun oturuyorum*, demiş. Dev, az sonra yine gelmiş. Aynı cevabı almış. Bunun üzerine yanlarına bir daha uğramamış. Derken sabah olmuş. O sabah üç kardeş de sağ salim oradan ayrılmış, yola çıkmışlar. Bunlar gide gide bir memlekete varmışlar. Padişahın sarayına işçi olarak girmişler. Çapgöz, terzi; bir kardeşi, seyis; bir kardeşi de uşak olmuş. Çapgöz’ün rahatı çok yerindeymiş. Onun bu durumunu kardeşleri çekememiş, ortadan kaldırmak için çare aramışlar. Bir gün padişaha: — Padişahım, devin bir kemeri var ki tam size göre, demişler. Padişah da: — O kemeri bana kim getirebilir, diye sormuş. İki kardeş birden: — Çapgöz getirir padişahım, demişler. Padişah, hemen Çapgöz’ü çağırtmış: — Bak Çapgöz! Devin bir altın kemeri varmış. O kemeri bana getireceksin! Sana kırk gün müsaade. Ya kemeri getirirsin ya da kelleni yok bil, diye emretmiş. Çapgöz ne yapsın? Emir büyük yerden. Mecburen yola koyulmuş. Gide gide sonunda devin evine varmış. O sırada ocakta bir kazan çorba pişiyormuş. Evdeki tuzun hepsini çorbaya aktarmış, dolu suları da boşaltmış, saklanmış. Çorbayı yiyen devle karısı çok susamışlar. Doğruca su kaplarının başına koşmuşlar. Bir de ne görsünler? Testiler, kazanlar bomboş. Dev, karısını suya yollamış. Çapgöz de gizlice arkasından gitmiş. Devin karısı bir testiyi doldurup yanına koydukça, o da boşaltıyormuş. Dev karısı ne kadar uğraştıysa da bir türlü testileri dolduramamış. Canı sıkılmış, iyice daralmış. Belindeki kemeri çıkarıp çeşmenin taşına koymuş. Biraz dinlenmek için ağacın altına uzanmış. Çapgöz, kemeri kaptığı gibi saraya gelmesi bir olmuş. Doğruca padişahın huzuruna çıkmış, kemeri vermiş. Kardeşleri olup bitene hayret etmişler. Bu sefer başka bir plan düşünmüşler. Bir gün padişaha demişler ki: — Padişahım, devin bir halısı var ki dünyada eşi benzeri yoktur, tam size layık. Padişah, yine Çapgöz’ü çağırtmış: — Devin halısını istiyorum. Onu derhâl bana getireceksin! Yoksa sonunu sen düşün, demiş. Çapgöz, çaresiz, düşüne düşüne devin evine varmış. Bu sırada devin karısı halıyı silkeliyormuş. Ona yardım etmek istediğini söylemiş, kadın da kabul etmiş. Beraberce silkelemişler. Bir ara, devin karısı içeri girmiş. Çapgöz, halıyı sırtladığı gibi nehre doğru koşmuş, çabucak köprüden karşıya geçmiş. Dönüp arkasına bakmış ki dev ile karısı köprünün öbür başında duruyorlar. Meğer dev, sudan geçemezmiş. Çapgöz, bu baştan o başa, deve bağırmış: — Kuzunu yedim; kemerini, halını aldım. Daha edeceğim geride, demiş. Hemen saraya gelmiş, halıyı padişaha vermiş. Kardeşleri yine çok şaşırmışlar. Bu defa da padişaha demişler ki: — Devin bir yatağı var ki padişahım tam size göre. Padişah, Çapgöz’ü çağırtmış, devin yatağını getirmesini emretmiş. Çapgöz, bir ağızlık bulmuş. Ağızlığın içine bit, pire doldurup yola düşmüş. Devin evine varmış, geceyi beklemiş. Gece olup da dev, yatağa yatınca ağızlığı yatağa üflemiş. Az sonra devle karısı kaşınmaya başlamış, bir türlü uyuyamamışlar. Sonunda kaptıkları gibi yatağı dışarı atmışlar. Zaten Çapgöz de bunu bekliyormuş. Yatağı sırtlandığı gibi padişaha getirmiş. Padişah, buna da çok sevinmiş. Kardeşleri yine hayretler içinde kalmışlar. Bunu çekemeyen kardeşleri yine padişahın huzuruna çıkmışlar. — Padişahım, oldu ki oldu!  Bari Çapgöz, devi de getirsin, demişler. Padişah, Çapgöz’ü çağırtıp son olarak devi getirmesini istemiş. Çapgöz, düşünmüş taşınmış. Sonunda kılık kıyafet değişmiş, kırk çift de araba almış, devin ormanına gitmiş. Ormana girer girmez ağaçları kesmeye başlamış. Bunu gören dev, bir solukta ormana gelmiş. — Bu ağaçları niye kesiyorsun, diye sormuş. Çapgöz de: — Başımıza bela bir Çapgöz vardı. Öldü de ona tabut yapacağım, demiş. Dev, buna çok sevinmiş. Hemen yardım etmeye başlamış. Tabutu yapıp bitirmişler. Çapgöz: — Şunun içine bir gir de bakalım. Çapgöz, aynı senin boyundaydı. Acaba tamam oldu mu, demiş. Dev, tabutun içine girip uzanmış. Çapgöz, hemen tabutun kapağını kapatıp çivilemiş. Tabutu arabaya yüklemiş, getirmiş, padişaha teslim etmiş. Çapgöz, yüksek bir kuleye çıkmış. Tabutu, kalabalık bir meydanda açmışlar. Tabuttan çıkan kızgın dev, orada bulunanları bir hamlede yemiş. Çapgöz de bulunduğu yerden seslenmiş: — Heeey, dev efendi! Herkesi yedin, ağzını aç da ben de hoplayayım, demiş. Kızgın dev ağzını açar açmaz Çapgöz, yukarıdan kılıcını bırakmış. Kılıç, devin boğazını kesmiş, oracıkta can vermiş. Çapgöz, aşağıya inmiş, devin karnını kesmiş, içindekileri çıkarmış. Padişah da bütün bu yaptıklarından dolayı kızını Çapgöz’e vermiş. Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Yiyip, içip muratlarına geçmişler. Siz de yiyip, içip muradınıza geçin...   * yetişmek: Olgunlaşmak. * emlik kuzu: Yeni doğmuş kuzu. * uzun oturmak: Yatakta uyumadan uzanıp yatmak.
Çapgöz
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÇEMBER HAS GÜZEL Zaman zaman içinde Kalbur saman içinde Deve tellal iken Eşek berber iken Serçe pehlivan iken Kurbağa baş yülüyordu Kör balta imle Var varanın Sür sürenin Destursuz bağa girenin Hâli budur padişahım Zamanın birinde, bir adamın üç kızı vardı. En büyük kız, bir gün dedi ki: — Padişah, padişah olsa da beni alsa. Ona öyle bir halı dokurum, öyle o bir halı dokurum ki bütün askerlerini alsın, bir yanı da artsın, kalsın. Ortanca kız da dedi ki: — Padişah, padişah olsa da beni alsa. Ona öyle bir çadır yapar, öyle bir çadır yaparım ki askerlerinin hepsini alır, bir yanı da artakalır. En küçük kız da dedi ki: — Padişah, padişah olsa da beni alsa. Ona altın perçemli oğlanla sırma saçlı bir kız doğururum. Bu esnada padişah, tebdil-i kıyafet gezerdi. Kızların evinin önünden geçerken onların dediklerini işitti. İşittiklerini de yanındaki lalaya yazdırdı. Ertesi gün, kızlara dünür gönderdi. İki taraf da anlaştı. Padişah, her üç bacıyla da evlendi. Aradan hayli zaman geçti. Günlerden bir gün, padişah, büyük karısını yanına çağırttı, dedi ki: — Hanım, senin bir vaadin vardı. Hani, n’oldu? Karısı: — Amaaan, padişahım! O geçen gece gerekti. Onun zamanı geçti, dedi. Bunun üzerine padişah, ortanca karısını çağırttı, dedi ki: — Hanım! Hani sen bir çadır dokuyacaktın. Bütün askerimi alacaktı da bir yanı da artıp kalacaktı, deyince hanımı da: — Ooo… Padişahım! O eskidendi, zamanı geçti, cevabını verdi. Padişah, bu kez küçük karısını çağırttı. Ona da: — Hanım, sen bir oğlan, bir kız doğuracaktın. Altın perçemli, sırma saçlı olacaktı. Hani, n’oldu? Küçük karısı: — Padişahım, hele bekle. Bu benim değil, Cenab-ı Allah’ın bileceği iştir. Zamanı gelmeyince belli olmaz. O vakit ben vaadimi yerine getiririm, dedi. Dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat, dokuz dakika sonra padişahın küçük karısından altın perçemli bir oğlanla sırma saçlı, nur yüzlü, bir kızı oldu. Bunu haber alan kızın öteki bacıları, buluşup doğruca bir nene karının yanına gittiler. Dediler ki: — Ey nene karı! Biz üç bacıydık. Üçümüz de padişahla evlendik. İkimiz vaadimizde durmadık. Bizim küçüğümüz de altın perçemli bir oğlanla sırma saçlı bir kız doğurdu. Bunları yok etmenin çaresi neyse bize söyle. Nene karı: — Çok kolay. İki it eniği bulun. Oğlanla kızı alın, bana getirin. Enikleri de çocukların yerine koyun, dedi. Karılar da onun dediklerini yaptılar. Padişah, karısının doğum yaptığını duyunca vaat ettiği çocukları görmek için yanına gitti. Bir de gördü ki çocuk yerine iki it eniği! Hemen emir verdi. Karısını saraydan çıkarttı. O da bir cami avlusuna gitti. Herkes onu gördükçe yüzüne tükürdü, hakaret etti. Biz haber verelim nene karıdan... Nene karı, çocukları evine götürdü, yanında alıkoydu, büyütüp besledi. Padişah, bir gün yolda giderken bu çocuklara rastladı. Onlara hemen kanı kaynadı. Çocukları yanlarına çağırdı, öptü, okşadı, ellerine para verdi, yola vurdu. Kendi de olup biteni düşüne düşüne sarayına döndü. Döndükten sonra karılarına: — Aaah! Aaah! O adı batasıcanın bir vaadi vardı. Vaadini yerine getiremedi. Bugün altın perçemli bir oğlanla sırma saçlı bir kız gördüm de o aklıma düştü, dedi. Bunu duyan karıları, doğruca nene karının yanına gittiler. Durumu ona da anlattılar. Çocukları ortadan kaldırmasını, yoksa sonlarının ölüm olduğunu söylediler. Nene karı, bunun üzerine onlara söz verdi. Kendi de çocukları yanına alıp bir dağa çıktı. Çocuklara: — Siz azıcık burada durun, biraz odun toplayayım. Çok sürmez, gelirim, dedi. Çocuklar oyuna daldılar. Bir de baktılar ki akşam olmuş, anaları hâlâ gelmemiş. Hemen sağa koştular, sola koştular, ağlayıp fizah ettiler*. Bir türlü bulamadılar. Önlerine bir mağara çıktı. O geceyi orada geçirdiler. Ertesi gün yine aradılar, bulamadılar. Yeniden mağaraya döndüler. Böylece epey zaman orada kaldılar. Padişah, yine bir gün ava çıktı. Av ederken o mağaraya rast geldi. Mağaradan içeri girdi. Bir de gördü ki iki tane çocuk, kendi kendilerine oynuyorlar. Yanlarına gitti, gözlerinden öptü. Dedi ki: — Siz burada ne yiyip ne içiyorsunuz? Çocuklar da: — Allah, bizim rızkımızı veriyor, dediler. Padişah da onlara: — Daraldığınız zaman gelin, beni görün, dedi. Oradan saraya döndü. Karılarıyla otururken gördüklerini onlara anlattı. Karılar, hemen nene karının yanına gittiler. Durumdan onu da haberdar ettiler. Nene karı, hemen yola revan oldu. Derelerden geçerek, lâle, sümbül biçerek vara vara çocukların yanına vardı. — Ah çocuklarım! Siz nerelerdeydiniz? Ben sizi kaybettim, dedi. Çocuklar: — Ana, biz de seni arıyorduk. Allah, bize burayı ihsan etti. Burada yaşıyoruz, dediler. Nene karı, oğlanın yanına gitti. — Maşallah oğlum. Babayiğit delikanlı olmuşsun. Bir yerde yedi başlı dev var. Onun yanında da bir sazı var. Git, onu getir de yiğit olduğunu biliyim, dedi. Oğlan, bacısına baktı. O; “He” derse gidecekti; “Yok” derse gitmeyecekti. Bacısı: — Git, dedi. Oğlan, bacısının dediğini yaptı. Sazı getirmek için azığını düzdü*, yola çıktı. Giderken yolda ağ sakallı bir pîre rastladı. Pîr, delikanlıya nereye gittiğini sordu. O da söyledi. Pîr: — Ah oğlum! Bu fikri sana yanlış vermişler. O yedi başlı devin elinden sazı almak fermana mahsustur, dedi. Oğlan: — Eee, ne yapalım? Bu dâr-ı dünyada bir tek bacım var. Onun dileğini yerine getirmek için saz ağacını ele geçirmem lazım, dedi. Pîr: — Mademki gidiyorsun, benim dediklerimi aklından çıkarma. Buradan giderken önüne bir kanlı ırmak gelir. Onun üç koşam* suyunu içersin. “Oh! Ne güzel de suyu var.” dersin. Yola çıkarsın. Bir ırmak daha çıkar. Bu da irinli akar. Ondan da eğilir, üç koşam su içersin. İçtikten sonra önüne bir açık kapı çıkar, bir de kapalı kapı... Açığı kapat, kapalıyı da aç. Daha sonra iki hasır gelir. Dürülü olanı açar, açık olanı da dürersin. En sonunda da bir koyunla bir kurda rastlarsın. Koyunun önündeki eti kurda, kurdun önündeki otu da koyunun önüne koy. Gayrısına benim aklım ermez. Allah yardımcın olsun, dedi, gözden kayboldu. Delikanlı, pîrin dediklerini tek tek yaptı. Yaylalardan geçerek; lâle, sümbül biçerek devin yanına vardı, selam verdi. Dileğini bildirdi. Dev de: — Sen burada dur. Ben şimdi saz ağacını getiririm, dedi. Dev gider gitmez oğlan baktı ki yan tarafta kapalı bir dolap var. Hemen dolabı açtı. Bir de gördü ki saz orada. Sazı almasıyla kaçırması bir oldu. Dev, oğlanın elinde sazla kaçtığını görünce: — Ah insanoğlu! Beni kandırdın. Nereye kaçıyorsun, dedi. Koyuna seslenip: — Aman koyunum, şunu tut, dedi. Koyun dile geldi: — Bana senelerden beri kan kusturdun. Ben ete değil, ota muhtaçtım. Sen önüme et sürdün. Dev, bu defa kurda seslenip: — Aman kurdum, şunu tut, dedi. Kurt: — Benim senelerden beri önüme et yerine ot koydun. Âdemoğlu bana et verdi. Ben tutamam, dedi. Dev, o zaman kapalı kapıya yalvardı. Kapalı kapı da: — Beni senelerden beri örtük bıraktın. Güneşin yamacında cayır cayır kavurdun da bir sokum* açmadın. İnsanoğlu bana iyilik etti. Ben onu tutamam, dedi. Dev, bu kez açık kapıya yalvardı. Açık kapı da: — Beni senelerden beri açık bıraktın. Açık durmaktan temelli küflendim. Sen benden iyilik mi bekliyorsun, dedi. Dev, o zaman dürülü hasırla açık hasırdan yardım istedi. Onlar da kapılar gibi cevap verdiler. Hasırlardan da yüz bulamayan dev, irinli ırmaktan aman diledi. İrinli ırmak da: — Eee! Sen gelip gelip yüzüme tükürüyordun. O adamsa üç koşam suyumu içti. “Ne güzel de suyu var imiş.” dedi. Ben de tutamam, diye cevap verdi. Dev, bu sefer kanlı ırmağa yalvardı. O da öteki ırmak gibi reddetti. Velhasıl, oğlan, devin elinden kaçıp kurtuldu. Sazı nene karıya getirdi. Mağaraya, bacısının yanına döndü. Padişah, bir gün yine bunlara rastladı. Yaraları tekrar tazelendi. Onların hâllerini sordu, yanlarına para bırakıp çıktı, sarayına geldi. Akşamleyin otururken gördüklerini avratlarına anlattı. Ertesi gün, karılar, nene karının yanına geldiler. Nene karıdan çocukları bu kez iyice gözden ıraklaştırmasını isteyip, çekip gittiler. Nene karı, mağaraya geldi ki çocuklar saz çalıp eğleniyorlar. Onları yalandan sevdi, öptü, sarıldı. Arkasından kıza: — Amaaan! Sizin işiniz iş değil. Saz çalıyor, siz oynuyorsunuz. Kardeşin dediğimi yapsın da yiğit olduğunu bileyim. Bir yerde “Çember Has Güzel” var; gitsin, onu getirsin de göreyim, dedi. Bunun üzerine kız da kardeşine gidip Çember Has Güzel’i getirmesini, yiğitliğini ispat etmesini istedi. Oğlan, ertesi gün azığını düzdü, yola çıktı. Giderken yolda ak sakallı bir ihtiyara rastladı. Selam verip yanına oturdu. İhtiyar, nereye gittiğini sordu, o da söyledi. O zaman ihtiyar: — Vay ahmak oğlum, vay! Binlerce adam, Çember Has Güzel’i almaya gitti, taş kesildi. Sen de mi gidip taş olacaksın? Seni ölüm yoluna göndermişler. Bu sevdadan vazgeç, dedi. Oğlan: — Benim ne anam ne de babam var. Bu fani dünyada varım yoğum bir kız kardeşim var. Onun dileğini yerine getireceğim, dedi. İhtiyar: — Peki öyleyse. Gitmeye gidiyorsun, dediklerime kulak ver bari! Oraya varınca bir pınar vardır. O pınardan abdest al, iki rekât namaz kıl. Allah’ına şükret. Ondan sonra kızı almaya git! Kız, oradaki sarı kayanın içindedir. Adına seslen! Çıkarsa çıkar, yoksa kaderine boyun eğer, taş kesilip kalırsın, dedi, gözden kayboldu. Delikanlı, ihtiyarın dediği yere vardı. Pınardan abdest aldı, namazını kıldı, Allah’a kendisine yardımda bulunması için niyazda bulundu. Kayanın dibine vardı. “Söyleyeyim mi, söylemeyeyim mi?” diye tereddüt ettikten sonra cesarete geldi, seslendi: — Çember Has Güzeeeel, dedi. Dizlerine kadar taş kesildi. — Çember Has Güzeeeel, dedi. Göbeğine kadar taş kesildi. Üçüncü defa: — Çember Has Güzeeeel, deyince: — Lebbeyk beyim; sen oradan, ben buradan, diye ses geldi, kaya ortadan yarıldı. Bir güzel kız çıktı. Kız çıkar çıkmaz oğlanın da taşları açıldı. Oğlan: — Hadi gidelim, deyince kız: — Duuur! Hep bu kadar ahali geldi, taş kesildi. Demek ki Cenab-ı Hak beni sana nasip etmiş. Bir abdest alıp namaz kılalım. Allah’a niyazda bulunalım. Bu vatandaşlar cana gelsin, memleketlerine dönsünler, dedi. Oğlan: — Peki, o zaman onlar da seni elimden alacak olurlarsa! O zaman n’olacak, dedi. Kız da: — Alamazlar. Ben senin nasibinim, dedi. Kız gitti, kayanın içinden bir avuç pirinç, bir deste gül, bir de ölü horoz aldı. Beraberce abdest alıp namaz kıldılar, dua ettiler. Orada taş kesilmiş olan ahali hep kalktılar. Oğlana: — Delikanlı! Kız, anamızın sütü gibi sana helâl olsun. Sen bizi kurtardın, dediler. Bunlar, sağa sola dağılıp memleketlerine döndüler. Oğlan da kızı getirip nene karıya gösterdi. Beraberce mağaraya, bacısının yanına döndüler. Biz haberi padişahtan verelim... Altın perçemli oğlanla sırma saçlı kızı son defa gördükten sonra içine bir köz düştü. Aylarca hep onları görmek için mağaraya gitti. Oraya varınca gördü ki iki iken üç olmuşlar. Oğlan ile kız eline vardılar.* Çember Has Güzel de padişah içeri girince altına minder koydu. Karşısına geçip el pençe divan durdu. Padişah şaşırdı. Olan biteni oğlandan haber aldı. Hâl ve hareketlerini sual eyledi. Gönül hoşnutluğuyla evine döndü. Her zamanki gibi o günkü gördüklerini de karılarına anlattı. Arkasından da: — Yarın kuzular, koyunlar kurban edilecek. Ertesi gün, çocuklar davetlimdir, haberiniz ola, dedi. Sabah olunca padişahın emri yerine getirildi. Kazanlar kuruldu, yemekler pişti. Bu arada karıların biri nene karının yanına gitti. Olan biteni anlattı. Nene karı da: — Artık benim yapacağım bir şey kalmadı. Sonra, yanlarına peri kızı da geldi ki onlara hiçbir oyun oynayamam, dedi. Padişahın karısı da ters yüz olup geri döndü. Padişah, bir araba göndererek altın perçemli oğlan, sırma saçlı kızla peri kızını getirtti. Bunlar, şehirde caminin önünden geçerken arabayı durdurdu. Padişah da onların sırlarına agâh olmak için geriden takip ediyordu. Oğlan, karının yanına gidip başına bir tokmak vurdu, yüzüne tükürdü, savuştu. Kız da aynısını yaptı. Peri kızı olan Çember Has Güzel, karının yanına gitti, eline vardı, başına bir deste gül koydu, savuştu. Padişah, bu oğlanla kızı, kendi oğlu ve kendi kızı zannediyordu. Onların bu hareketini görünce anladı ki iş düşündüğü gibi değil. Akşam yemekten sonra, padişah, peri kızından horozu getirmesini istedi. Çember Has Güzel, gidip ölü horozu getirdi. Padişahın huzurunda ölü horoza pirinci yedirmeye çalıştı. Padişah dedi ki: — Kızım, ne ediyorsun? Ölü horoz hiç pirinç yer mi? . Çember Has Güzel de: — Eee, padişahım! Ölü horozun pirinci yemeyeceğini biliyorsun da bir kadının enik doğurmayacağını bilmiyor musun? Sen nasıl padişahsın, deyince padişahın başı taşa değdi. Çember Has Güzel: — Padişahım! Bu gördüğün yavrular, senin kızın ve oğlundur. Ben de senin gelininim. Çabuk emret de o kadını oradan aldır, dedi. Padişah, kabahatini anladı. Karısını cami avlusundan alıp saraya getirtti. İki karısıyla nene karıyı da kırk katırın kuyruğuna bağlatıp dere tepe yuvarlattı. Oğluyla kızına da kırk gün, kırk gece toy düğün yaptırdı...   * fizah etmek: Feryat etmek. * azık düzmek: Yol hazırlığı yapmak. * koşam: Avuç. * sokum: Parça. * eline varmak: El öpmek.
Çember Has Güzel
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ÇÖPÜKLÜ TAY Bir varmış, bir yokmuş. Allah’tan başka kimse yokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken... Hamamcının tası, köpeğin tasması yok... Zamanın birinde çok kuvvetli bir padişah ile bir de askeri az olan bir padişah varmış. Askeri kuvvetli olan harp ilan etmiş. Bunun üstüne askeri az olan padişah, vezirini, vekilini toplamış; her evden bir asker alınmasına karar vermişler. Vezir, köylere, kentlere düşmüş; “Her evden bir kişi askere alınacak!” diye ilan ettirmiş. Köyün birinde bir eve misafir olmuş. O evin de üç tane kızı varmış. Vezir evden gittikten sonra büyük kız, babasının yanına sevinerek gelmiş, ne olup bittiğini sormuş. Babası da kızına vaziyeti anlatmış. — Her evden bir asker istiyorlar, demiş. Kız da: — Ben de zannettim ki vezir beni oğluna istiyor da babam; “Acaba kızımı vereyim mi, vermeyeyim mi?” diye düşünüyor, demiş. Kız, babasının yanından ayrılmış. Ondan sonra ortanca kızı gelmiş, babasının yanına girip: — Baba, hayır olsun, ne düşünüyorsun, demiş. Babası: — Bizde benden başka asker olacak kimse yoktur. Onu düşünüyorum, demiş. Kız, babasına: — Ben de dedim; “Herhâlde vezir, beni lalanın oğluna istiyor da babam onun için düşünüyor.” diye cevap vermiş. Sonra da: — Bana ne! Ne yaparsan yap, demiş. Bu kız da çekmiş, gitmiş. Bu sefer küçük kız, babasının yanına girmiş. Babasına: — Ne düşünüyorsun, diye sormuş. İki kızına da kızan babası, küçük kızına iyi bir dayak atmış. Fakat kız yine de: — Eğer derdini söylemezsen öldürsen de gitmem, demiş. O zaman babası, kızına: — Beni seviyor musun, diye sormuş. Kızı da: — Evet, seviyorum, demiş. Babasının içi rahat etmemiş: — Ne gibi seviyorsun, diye sormuş. Kızı: — Seni bütün dünyanın, bütün yemeklerin lezzeti olan tuz kadar severim, demiş. O zaman babası: — Kızım, şimdi beni iyi dinle! Padişah, her evden bir asker istiyor. Bizde asker olacak kimse yok. Ben gitsem perişan olursunuz. Gitmesem devlete ihanet etmiş olurum. İşte kızım, benim derdim, düşüncem bundan ibaret, demiş. Kızı demiş ki: — Baba, sen kendini hiç üzme! Beni bir erkek gibi tıraş ettir. Sonra da iyi bir at, bir elbise, bir de kılıç ver! Ben senin yerine asker olurum, demiş. Babası sevinçten kızın boynuna sarılmış, ağlamış. Hemen kızının dediklerini yapmış, donatmış. Kız, babasıyla helâlleşmiş, yola düşmüş. Yol o kadar uzunmuş ki gide gide yorulmuş. Yolun üstünde bir mezarlık varmış. Bu mezarlığa gelince atını bir mezar taşına bağlamış. Sonra da karnını doyurmuş, arada uykuya dalmış. Uykunun tatlı bir yerinde at huysuzluk etmiş. Kız, atının gürültüsüne, sesine uyanmış. Uykulu uykulu, bir canavar görmüş. Öyle bir canavar ki gözlerinden ışıklar saçılıyormuş. Kız, canavarın heybetinden öyle bir feryat etmiş ki canavar elindekini oraya bırakmış, kaçmış. Kız şaşırmış; şaşkın şaşkın beklerken bir çocuk feryadı duymuş. Sesin geldiği yere gitmiş. Gitmiş gitmesine de, orada sekiz dokuz yaşlarında bir kız çocuğu görmüş. Kıza: — Kimsin? Kimin nesisin, diye sormuş. O zaman küçük kız, bir bir anlatmış: — Ben Yemen padişahının kızıyım. Gece temiz hava almak için hizmetçiler beni dışarı çıkarmıştı. Dışarıda gezerken birdenbire büyük bir canavar peyda oldu. Hizmetçiler korkudan beni orada bırakıp kaçtılar. Ben de oracıkta bayılmışım. Ondan sonrasını bilmiyorum. İşte hepsi bu kadar, demiş. Sabah olmuş. Ata binmiş, Yemen’in yolunu tutmuşlar. Küçük kız yolda: — Abi, şimdi sen beni babama götürüyorsun. O sana der ki; “İste benden ne istersen, vereyim!” O zaman sen iki defa; “Padişahım senin sağlığını...” dersin. Üçüncü sefer; “Senden bir at isterim.” dersin. O, buna razı olur. Seni tavraya* götürürler. Orada çok kıymetli atlar var, fakat sen hiçbirini beğenme! En arkada biçimsiz bir tay var, onu istersin! O at, babamın serveti ile yarı yarıyadır. Adı da Çöpüklü Tay’dır. Belki vermek istemez. O zaman sen de; “Hadi Allah’a ısmarladık!” der, çıkarsın. Ben de hemen senin peşinden çıkarım. Babam bana; “Sen nereye gidiyorsun?” dedi mi ben de; “Hayatım mademki bir Çöpüklü Tay’a değmiyor, ben de hayatımı kurtaran bu adamla giderim.” derim. O zaman mecbur verir. Çünkü babamın benden başka çocuğu yoktur, demiş. Yollarına devam etmişler. Birkaç gün sonra Yemen’e gelmişler. Padişaha: — Padişahım, müjde! Kızınız bir delikanlı tarafından kurtarılmış, geldiler, diye müjdeler gitmiş. Doğruca saraya gitmişler. Padişah, büyük bir sevinç içinde koşmuş, kızıyla delikanlıyı içeri almış. Epeyce hoşbeş etmişler. Padişah, delikanlıya: — Dile dilediğini, vereyim muradını, demiş. O da küçük kızın dediği gibi iki kere: — Sağlığını padişahım, demiş. Padişah: — Benim sağlığımdan sana ne? Dileğini söyle, demiş. Delikanlı o zaman bir at istemiş. Tavlaya göndermişler. Küçük kızın tarifi üzerine gitmiş, Çöpüklü Tay’ın yanına durup: — Bunu istiyorum, demiş. Adamlar pek razı olmamışlar: — Kardeşim, şu kadar Arap küheylan atın içinden bu uyuz tayı mı istersin, demişler. Delikanlı: — Olursa bu olur, olmazsa istemiyorum, demiş. Hemen padişaha haber iletmişler. Padişah: — Gidersen git! Al, sana bin altın, demiş. Delikanlı, parayı almamış. Saraydan giderken kız peşine düşmüş. Padişah: — Kızım, nereye gidiyorsun, demiş. O zaman kız, padişaha: — Ben hayatımı ona borçluyum. Beni ölümden kurtaran bu delikanlıya bir Çöpüklü Tay’ı kıymazsan ben de ona bir ömür kölelik yaparım, demiş. Padişah, buna hem çok üzülmüş hem de çok utanmış. Hemen emir vermiş. Çöpüklü Tay’ın eyeri vurulmuş, delikanlıya teslim edilmiş. Delikanlı, kendi atını orada bırakmış, o biçimsiz ata binmiş, gitmiş. Yolda bunları gören çocuklar taşa tutmuşlar. Delikanlı, binbir müşkülatla şehrin dışına çıkmış. — Be hey hayvan! Ne baş belası oldun bana, demiş, hayvana bir kırbaç vurmuş. O zaman at: — Ey insanoğlu! Kendi hâline bakmaz da beni ne diye kırbaçlarsın! Şimdi söyle, seni hangi diyara götüreyim, diye dile gelmiş. Delikanlı kılığındaki kız da: — Beni İran’a götür, demiş. At: — Öyleyse gözünü kapa! Hem de çok kuvvetli tutun ki rüzgâr seni düşürmesin, demiş. Delikanlı, atın yelesine sıkıca tutunmuş. On dakika sonra at: — Aç gözünü, demiş. Delikanlı gözünü açmış ki tay, İran denen memleketin Tahran şehrinde bir kıyıda durmuş. At, delikanlıya: — Şimdi beni iyi dinle! Burada Mehmet Bey’in hanına ineceğiz. Orada benim yerim ayrıdır. Hancı, benim Yemen padişahının atı olduğumu biliyor. Sen şimdi çok dikkatli olacaksın. Çünkü sen bir şehzadesin, şehzade muamelesi göreceksin. Benim yemim üç kilo balık, üç kilo kuru üzüm, bir de bol su... Yemimi verip terimi kurula! Ondan sonra sen de istirahat et! Yalnız, bundan sonra sen erkek oluncaya kadar ismin “Ahmet” olsun. Benim adım da Yusuf’tur. Bir daha yapacak işlerini bana sormadan yapma, diye tembih etmiş. Hana doğru gitmişler. Hana yaklaşır yaklaşmaz hanın sahibi ve işçileri şehzadeyi karşılamışlar. Atı tutmaya çalışmışlar. Delikanlı, tayın dediklerini hatırlamış. — Zahmet çekmeyin, ben atımı babamdan başka kimseye teslim edemem, demiş. Atı yerine yerleştirmiş, dışarı çıkmış. Bir de ne görsün? Tellallar bağırmıyor mu? — Yarın at meydanında kazılan çukuru atıyla atlayana İran şahı kızını verecek! Ahmet, hemen atın yanına dönmüş, olanları Yusuf’a anlatmış. Yusuf, Ahmet’e: — Biz de gidelim, ama kızı alırsan ne yaparız, demiş. O zaman bizim delikanlı biraz bozulmuş. At bunu fark etmiş. — Biz de yarın yarışa katılırız, kızı alırız. Gerisi kolaydır... Hayırlı sabahlar olsun cümle âleme, demiş. Delikanlı sabaha kadar uyumamış; “Acaba kızı alsak nasıl olur? O kız, ben kız...” diye düşünmüş. Sabah erkenden kalkmış, atı hazırlamış. At meydanı denen yere gitmek için yola düşmüş. Yemen’de olduğu gibi şehir ahalisi bunları yuhlamışlar. Binbir türlü hakaretten sonra zor güç at meydanına gelmişler. Meydanda yerini göstermişler. Yerine geçmiş, sırasını beklemiş. Bekler, ama gördüğü faciaya aklı ermemiş, pişman olmuş. İş işten geçtiği için de çaresiz yarışacakmış. Çünkü çukurun içi at ve insan cesetleri ile dolmuş. Dolmuş, ama o çukuru hâlâ bir geçen olmamış. Vakit akşam olmak üzereyken sıra Ahmet’e gelmiş. At, Ahmet’e demiş ki: — Beni şimdi geri çevir! Yoldaki zabıtalara da söyle, yolu açsınlar! Beni şehre kadar sür! Dönende eğer burnumun deliklerinden duman çıkıyorsa hemen “Tamam!” de, gözünü yum, demiş. Ahmet, hemen zabıtalara talimat vermiş. Atını geriye çevirmiş. Çevirmiş, ama gel gör ki sabah gelirken yuh çeken, hakaretler eden o ahali görsün! Görsün, ama ne görsün! Atın ayakları bir afet gibi yerden kesilmiş, kanat takmış gibi uçuyormuş. Ahmet, hemen atı geriye döndürmüş. Çukura yaklaşmışlar, o zaman atın burun deliklerinden duman çıktığını görmüş. Ahmet, ata: — Yusuf, tamamdır, demiş. At, o zaman demiş ki: — Çukuru geçer geçmez beni hemen geri çevir ki bir daha atlayayım. Hemen bir daha derken üç sefer atlayayım ki kimsenin itirazı olmasın. Ahmet: — Ya Allah, demiş, atını mahmuzlamış, çukuru atlamış. Milletin alkışı ile atını geri döndürmüş. Bir daha... Bir daha... Derken tam üç defa atlamış. Millet, padişahın emri ile dağılmış. At, hemen Ahmet’i padişahın yanına götürmüş. Ahmet, padişahın elini öpüp: — Sağ olasın padişahım, emirlerini yerine getirdim, demiş. Padişah da vezirine: — Delikanlıya kızımı verdiğimi ilan et! Düğün de hemen başlasın, demiş. Ahmet sevinçle hana dönmüş; atını yemlemiş, terini kurulamış, saraya dönmüş. Sarayda aynı şehzade gibi karşılanmış. Padişahın ailesi, Ahmet’i çok beğenmişler. Sarayda kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Son gece gelince at, Ahmet’e öğüt vermiş: — Kendini hiç belli etme! Şimdilik kıza hiç yaklaşma! Allah ne gösterir? Elbette bunda da bir hayır vardır. Ya devlet başa ya kuzgun leşe! Orada helâlleşip ayrılmışlar. O geceden sonra Ahmet, her gün atın yanına gelmiş. Gecelerin sayısı günden güne artmış. Aradan tam kırk gün geçmiş. Kız artık çok sıkılmaya başlamış. Bakmış olmayacak, anasına söylemiş: — Kocam benden ayrı yatıyor, demiş. Anası da: — Kızım hele bir dur. Elbet bir çare bulunur, demiş. Kızın anası da durumu vezire söylemiş. Zaten bu işe canı sıkılan vezir; “Ona öyle bir oyun oynayayım ki kıyamete kadar aklı başına gelmez. Çünkü bu kızı ben oğluma alacaktım, o mani oldu.” diye düşünmüş. Doğruca padişahın yanına gitmiş. Sohbet arasında padişaha: — Kıymetli padişahım! Yemen padişahının öyle bir kuşu var ki her zaman hafız gibi Kur’an okur. Adına da Cennet Kuşu derler, demiş. O zamana kadar padişah: — Varsa var! Hayrını görsün, bize ne, demiş. Vezir: — Aman padişahım, sen ne söylüyorsun? Bizim niye olmasın? Binlerce kişinin geçemediği çukurdan geçen şahıs; herhâlde sizin damadınızdır. Söyleyin, getirsin, demiş. Padişah emir vermiş, damadını huzura çağırtmış. Damat, padişahın elini öpmüş: — Buyurun, demiş. Padişah: — Oğlum! Yemen padişahının bir kuşu varmış. Hafız gibi Kur’an okurmuş. Bize de bir tane bul, getir! Bunu senden istiyorum, demiş. Ahmet: — Bana bir gün mühlet ver, demiş. Dışarı çıkmış, soluğu atın yanında almış. Yusuf, hiç şaşmadan: — Söyle bakalım, sana ne vazife verdiler, demiş. Ahmet, meseleyi anlatmış. Yusuf da: — Şimdi git, içine yüz tane kuş sığacak bir kafes yaptır, ama  sağlam ve altından olsun. Al, hemen gel! Allah’ın izni ile olur, demiş. Ahmet, hemen padişaha çıkmış, kafesi söylemiş. Kafesi yaptırmış, Ahmet’e teslim etmişler. Ahmet, kafesi alır almaz Yusuf’un yanına gelmiş. Yusuf, ona ne yapacağını tek tek anlatmış: — Cennet Kayası’na varınca bir kapı açılacak. O kapıdan çok hızlı gireceğiz. On dakika sonra geri çeviremezsen ikimiz de kayaya çarpar, paramparça oluruz. Geriye döner dönmez de; “Ey Cennet Kuşları! Allah’ını seven biri de benim kafese girsin!” demeyi unutma, demiş. Yıldırım hızıyla oradan çıkmışlar, Cennet Kayası’na gelmişler. İki tane kapı açılmış. Kapıdan içeri girmişler. Geriye dönerken de; “Ey Cennet Kuşları! Allah’ı severseniz benim kafesime girin!” diye bağıra bağıra dışarı çıkmışlar. Kafesin içi kuş dolmuş. Sevinerek padişahın yanına gelmişler; kafesi bırakmış, çıkmışlar. O zaman padişah çok sevinmiş, ama vezir bozulmuş. Hem bozulmuş hem de korkmaya başlamış. Hemen odadan dışarı fırlamış, kızın anasını bulmuş. Kadına: — Bu senin damadın çok zalim bir adamdır. Ben bundan çok korkuyorum, demiş. Ahmet, yine kızın yanına çıkmış, oturmuş. Fakat çok sert olduğu yüzünden belliymiş. Kız, bir fırsatını bulur bulmaz soluğu anasının yanında almış. Anasına: — Damadın geldi, demiş. Anası da: — Biliyorum, geldi, ama işler çok fena! Tam yüz tane Cennet Kuşu getirmiş, demiş. Anasıyla konuşmuş, dertleşmiş. Yine odasına dönmüş. Aradan birkaç gün geçmiş, kız yine anasının yanına gelerek: — Ana, bu adam serseridir, yatağıma gelmez. Bir battaniye ile divanın üzerinde uyur, demiş. Kızın anası, soluğu vezirin yanında almış. Vezir, ona bir oyun oynayacağını söylemiş, Padişahın yanına gitmiş. Sohbet ederken padişaha: — Padişahım, Yemen padişahının bir atı var ki dünyada emsali bulunmaz. Bindin mi gözünü yum, açtın mı dünyanın öbür ucuna götürsün, demiş. Padişah da: — Varsa Allah sahibine bağışlasın, demiş. Vezir: — Aman padişahım! Unutuyorsun. Onun bir Cennet Kuşu varsa senin yüz tane… Bizim aslan gibi bir damadımız var, demiş. Padişah, damadını huzuruna çağırtmış: — Ahmet oğlum! Yemen padişahının bir atı var. Ben onu istiyorum, demiş. Ahmet, bir gün izin istemiş, soluğu atın yanında almış. Olan biteni ata anlatmış. O zaman at: — Ahmet, bu iş çok zor! Çünkü onlar benim sülalemdir. Anam, babam, kardeşlerimdir. Kendileri de Aygır Gölü’ndedir. Artık yapacak bir şey yok. Sana bir defa söz verdim; ölene kadar arkadaşız. Şimdi beni iyi dinle. Git, padişaha söyle; altından öyle bir semer yaptırsın ki dünyada eşi benzeri olmasın, demiş. Ahmet doğru padişahın yanına gitmiş. Atın dediği gibi söylemiş. Padişah kabul etmiş, semeri hemen yaptırtmış. Ertesi gün, yola çıkmışlar. Aradan bir saat geçmiş, Aygır Gölü’ne gelmişler. At, Ahmet’e demiş ki: — Şimdi beni iyi dinle: Şu eyeri bu kayanın üstüne koy. Kendin de şu çınarın başına çık. Bir saat sonra otuz sekiz kardeşimle annem çıkacaklar. Kardeşlerim sağa sola koşar, oynarlar. Yorulduktan sonra yatarlar. Biraz sonra annem de şuraya gelir. Bu kayayı çok sever; çünkü ben burada doğmuşum. Hem de aynı anda beni kaybetti. Şöyle ki ben doğar doğmaz kardeşime bir deniz canavarı saldırmış. Annem onu korumak için koşmuş. Meğerse buralarda da bir avcılar bizi beklermiş. Hemen beni almış götürmüşler. Şimdi annem beni öldü ya da felakete uğradı biliyor. Onun için her zaman buraya gelir, ağlar. Ondan sonra her zaman kardeşlerimle beraber gelir, onları daha sahipsiz bırakmadığı gibi burada kendisi nöbet bekler. Buraya gelip bu altın eyeri görürse hemen; “Ah, şimdi bu gençliğimin sonunda, ihtiyarlığımın önünde bir insanoğlu olsa; bu altın eyeri belime vursa da yoruluncaya kadar koştursa!” der. Sen de o zaman selviden; “Ben buradayım, dediğini yaparım!” dersin. O da; “Gel, ey insanoğlu!” der. Sen de dersin ki; “Yemin et!”. O da; “Edeyim.” der. O zaman sen; “Yusuf’un ruhu için yemin et!” dersin. Eğer yemin ederse iner, o zaman yeri vurursun, bir güzel koşturursun. “Yoruldun mu?” dersin. O yine; “Ey insanoğlu, yoruldum; al eyerini, bırak beni!” der. Sen de hemen benim yanıma getirirsin. O zaman annemden, kardeşlerimden birini isterim. İnşallah o da verir; çıkıp gideriz, demiş. Ahmet, eyeri almış, kayanın üstüne koymuş, kendi de selvinin tepesine çıkmış. Bir buçuk saat beklemiş, canı sıkılmış, uykusu gelmiş. En sonunda bakmış ki Aygır Gölü dalgalanmış, geliyor. Biraz sonra otuz dokuz tane su beygiri çıkmışlar. Yusuf’un dediği gibi sağa sola koşup yorulmuşlar. Sonra da kıyıdaki kumların üstüne uzanıp yatmışlar. Ana at, dolanıp yorulduktan sonra kayanın önüne gelmiş. Altın eyeri görünce şaşırmış. Aynen atın dediği gibi demiş. O zaman Ahmet: — Ben buradayım, demiş. Anası: — Ey insanoğlu, tamam, gel, demiş. Ahmet de: — Yemin et, ineyim, demiş. At da yemin etmiş. Ahmet inmiş, eyeri vurmuş; yoruluncaya kadar da koşturmuş. At: — İn insanoğlu, in, demiş. Ahmet, atı Yusuf’un yanına getirmiş. Anası Yusuf’u tanımış; bir zaman ağlaşmışlar. O sırada kardeşleri de yanlarına gelmişler. Hiçbiri Yusuf’u tanımamış. Çünkü Yusuf, onlara benzemiyormuş, Çöpüklü bir beygir olmuş. Anneleri onlara: — Size her zaman ağlayarak söylediğim kardeşiniz Yusuf budur, demiş. Onlar da sevinmişler. Yusuf, annesinden kardeşinin birini istemiş. O zaman annesi: — Bundan sonra bizleri ancak ölüm ayırır. Hepimiz seninle beraber geleceğiz, demiş. Yusuf’la Ahmet çok sevinmişler. Hep beraber yola çıkmışlar. Yusuf, annesine: — Şehire girerken çok heybetli, azgın bir vaziyette gireceğiz. İnsanları öldürmeyip korkutacağız, demiş. Şehre gelmişler. Şehirde gürültü çıkararak milleti korkutmuşlar. Padişahın tavlasına gelmişler. Ahmet, atları tavlaya bırakmış. Bakıcıya da tembih etmiş: — Bu atlara çok iyi bakacaksın! Atların her birine beş kilo taze balık ile beş kilo kuru üzüm vereceksin. Eğer iyi bakmazsan derini yüzer, yarana da tuz ekerim, demiş. Bu arada padişaha da “Damadın Ahmet, otuz dokuz tane atı tavlaya teslim etti.” haberi gelmiş. Ahmet çok sinirli olarak karısının yanına gelmiş. Böylece aradan birkaç gün geçmiş. Vezir durmadan bir fesatlık yapmayı düşünüyormuş. En sonunda aklına bir şeytanlık gelmiş. Padişahın yanına gitmiş: — Padişahım, Yemen padişahının sihirli bir elması varmış. Canı hangi meyveyi istese o meyve olurmuş. Meyveyi yedikten sonra yine aynı elma oluyormuş, demiş. O zaman padişah: — Ne yapalım? Varsa hayrını görsün, demiş. Vezir: — Padişahım! Onun bir kuşu varken bizim yüz tane oldu. Onun bir atı varken bizim otuz dokuz tane oldu. Bizim şu aslan gibi damat, bu elmayı da getirse, demiş. Padişah, hemen damadı çağırtmış, isteğini söylemiş. O da biraz müsaade istemiş. Atının yanına gitmiş. At şaşırmış, Ahmet’e sormuş: — Hayırdır inşallah, demiş. Ahmet de olanları anlatmış. O zaman Yusuf sevinmiş: — Git, söyle. Hemen hareket ediyoruz, demiş. Ahmet, padişaha söylemiş, hemen hareket etmişler. Bu sefer yolculuk tam bir hafta sürmüş. Birçok müşkülatla karşılaşmışlar. Sonunda Kaf Dağı’nın dibine gelmişler. Yusuf, Ahmet’e demiş ki: — Şimdi beni iyi dinle: Artık senin erkek olma zamanın geldi. Eğer beni geriye çeviremezsen yolumuz doğrudan doğruya “Veyil Deresi”ne iner; geri dönmemiz de mahşere kalır. Şimdi sen her zaman olduğun gibi soğukkanlı davran! Ben hızla gitti mi, dönüşümde şu karşıda görülen ağaçtaki elmadan alabildiğin şekilde al, demiş. Yıldırım hızı ile harekete geçmişler. Geçer geçmez de Ahmet yine atını geriye çevirmiş. Dönerken de dala asılmış, birkaç elma ile beraber koparmış; ama dağ taş seslenmeye başlamış. Türlü türlü sesler çıkıyormuş. Fakat Yusuf’un hızı ile her şeyi halletmişler. Arkalarından bir ses; “Eğer erkek isen kadın; kadın isen erkek olasın!..” diye beddua etmişler. Yusuf, Ahmet’e sormuş: — Oğlan oldun mu? O da: — Evet, demiş. Sonunda padişahın yanına gelmişler, elmayı teslim etmişler. Dışarı çıkarken Yusuf, yine her zamanki gibi Ahmet’e nasihat etmiş: — Şimdi ailen* uyuyor. İçeriye öyle bir hışımla gir ki neye uğradığını şaşırsın. Elindeki şu kırbaçla da bize verdiği eziyetlerin karşılığını çıkarıncaya kadar kırbaçla! De ki; “Benim kim olduğumu bilmeden seni bana verdiler. Sen de beni olmadık tehlikelere yolladın!” der, bırakırsın. O zaman anasının yanına gider, olup bitenleri anlatır. Onlar da pişman olurlar, onunla niye ayrı yattığına hak verirler. Böylece bizim de işimiz sona ermiş olur, demiş. Ahmet, atın dediklerinin hepsini yapmış. Padişah da Ahmet’ten özür dilemiş, yeniden kırk gece, kırk gündüz düğün yapmış. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler...   * tavra: At ahırı. * aile: Eş, hanım.
Çöpüklü Tay
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Zamanın birinde bir danacı, onun da bir oğlu varmış. Oğlan, bir gün gezerken padişahın kızını görmüş, ona âşık olmuş. Babasına padişahın kızını istemesini söylemiş. Babası: — Oğlum, biz bir danacıyız. Padişah, kızını bize verir mi, demiş, fakat oğlan çok ısrar etmiş. Sonunda danacı, oğlunun hatırını kıramamış, padişahın sarayına varmış. Sarayın içinde iki tane taş varmış; biri murat taşı, öbürü de dilek taşıymış. Danacı doğruca gitmiş, murat taşına oturmuş. Orada duran nöbetçi, danacının kılık kıyafetine bakmış, bir şeye benzetememiş. Danacıya: — Babacığım, herhâlde yanlış taşa oturdun, demiş. Danacı: — Hayır, ben doğru taşa oturdum, demiş. Bu sırada padişah, bunları görmüş. Nöbetçiye adamı içeri almasını söylemiş. Danacı, padişahın yanına varmış. Padişah: — Ne istiyorsun, demiş. Danacı: — Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle kızınızı oğluma istemeye geldim, demiş. Padişah: — Allah’ın emrine bir şey diyemem. Yalnız bir şartım var. Oğlun, Alaca’yla Karaca’yı bir araya getirirse, köşkümün karşısına bir köşk yaparsa kızımı ona veririm, demiş. Danacı eve dönmüş, olan biteni oğluna anlatmış. Sonra da: — Oğlum, başına büyük bir iş açtın. Biz bunların altından nasıl kalkarız? O bir padişah, bizse bir danacıyız, demiş. Oğlan, babasının söylediklerini dinlemiş, sonra da padişahın isteklerini kabul etmiş. Babasına: — Babacığım, beni okutmaya ver, demiş. Babası oğlanı almış, başka bir memlekete okutmaya götürmüş. Yolda giderken yorulmuşlar. Bir çeşme başında mola vermişler. Danacı, öyle yorulmuş ki derinden bir “Offf!” çekmiş. Hemen çeşmeden bir kapı açılmış. Karşısına bir keşiş dikilmiş. Danacıya: — Ne istiyorsun benden, demiş. Danacı: — Benim sana bir şey dediğim yoktur. Ben yoruldum, “Offf!” dedim. Keşiş: — Benim adım “Offf!”. Sen beni çağırdın, ben de geldim. Sen bu çocuğu nereye götürüyorsun, diye sormuş. Danacı: — Okutmaya götürüyorum, demiş. Keşiş: — Oğlunu ben okuturum. Yalnız, bir şartım var. İki sene oğlunu sana vermeyeceğim, demiş. Danacı, bunu kabul etmiş, çocuğu keşişe vermiş. Keşiş, oğlanı içeri alır almaz çeşme tılsım ile eski hâline dönmüş. Keşiş, çocukla içeri girince ona otuz dokuz odayı gezdirmiş. Kırkıncı oda ise kilitliymiş. Çocuğa hangi odada kalıp okuyacağını göstermiş. Keşiş, günden güne çocuğu okutmaya başlamış. Keşişin bir de kızı varmış. Kız, oğlanı görür görmez âşık olmuş. Daha sonra birbirlerini sevmeye başlamışlar. Keşiş, arada sırada ava gidiyor, bunlara yiyecek getiriyormuş. Çocuğa dışarı çıkmak yasakmış. Çocuk, kızın da yardımıyla zamanla keşişin bütün sırlarını, maharetlerini öğrenmiş. Bir gün keşiş ava gitmiş. Kız, oğlana bütün odaları gezdirirken kırkıncı odayı da göstermiş. Oğlana: — Gördün mü? Burada otuz dokuz tane kelle var. Kırkıncı da sen olacaksın. Eğer babam sana; “Öğrettiklerimi öğrendin mi?” diye sorarsa sakın ha “Öğrendim.” deme! Bu sayede kurtulursun, demiş. Az sonra Keşiş avdan dönmüş: — Öğrettiklerimi öğrendin mi, diye sormuş. Oğlan da: — Hayır, daha bir şey öğrenemedim, demiş. Keşiş, oğlana çok kızmış: — Sen ne tembel, ne kötü bir çocuksun, demiş. Derken aradan zaman geçmiş. Keşiş yine bir gün ava gitmiş. Oğlan bunu fırsat bilmiş; çeşmenin kapısından çıkmış. Oradan da bir kervan geçiyormuş. Hemen bir mektup yazmış, kervana vermiş. Kervancıya: — Filan yerde bir danacı var, bu mektubu ona ver, demiş. Kervancı, danacıyı bulmuş. Oğlanın verdiği mektubu vermiş. Danacı doğruca çeşmenin başına gelmiş; “Offf!” çekmiş. Keşiş çeşmenin kapısından dışarıya çıkmış. Danacıya: — Ne istiyorsun danacı, diye sormuş. Danacı: — Çocuğun annesi çok hasta. Ya öldü ya ölecek! Son bir defa oğlunu görmek istiyor, demiş. Keşiş: — Senin çocuğun çok tembel, çok kötü bir çocuk. Daha bir şey öğrenmedi. Ben onu veremem, demiş ama danacı ısrar etmiş. Keşiş de mecbur kalmış, çocuğa bir hafta izin vermiş. Çocuk, babasıyla yola düşmüş. Öğrendiği maharetleri babasına belli etmeden göstermeye başlamış. Babasına: — Baba, sen yürü, ben geliyorum, demiş. Sonra kurt olmuş, babasına saldırmış. Babası bundan bir şey anlamamış. Oğluna: — Oğlum yetiş, beni kurtar, diye bağırmış. Oğlan hemen eski hâline dönmüş, babasına bütün olanları anlatmış. Gele gele memleketlerine varmışlar. Oğlan, babasına: — Babacığım, yarın at olacağım. Beni sat, fakat yularımı satma, demiş. Sabah olmuş, danacı atı pazara götürmüş. Zenginin birine yüksek fiyatla satmış. Zengin adam atı almış, gitmiş. Atı evindeki çeşmenin başında sularken atın birdenbire çeşmenin deliğine girdiğini görmüş. Bağırıp çağırmaya başlamış. Etrafında toplananlara: — Atım çeşmenin deliğine girdi, demiş ama kimse inanmamış. Çünkü oğlan, eski hâlini almış, babasının yanına gelmiş. Ertesi gün olmuş. Oğlan, yine babasına: — Babacığım, yarın ben bir hamam olacağım. Beni sat, fakat taslarımı satma, demiş. Danacı, hamamı satmış, taslarını satmamış. İki gün sonra hamam kaybolmuş. Oğlan yine babasının yanına gelmiş. Bunları duyan keşiş de yola düşmüş. Oğlan, yine babasına: — Babacığım, ben bir koç olacağım. Beni sat ama ipimi satma, demiş. Adam, koçu pazara götürmüş. Keşiş de pazara gelmiş. Koça fazla para vererek almış. Danacı, oğlunun dediğini unutup ipiyle beraber satmış. İp keşişin eline geçince oğlan kurtulamayacağını anlamış. Çeşmenin başına gelmişler. Keşiş, oğlanı kesmek için kızından bıçak istemiş. Kız, bıçağı olduğu yerden almış, başka yere saklamış. Sonra da gelip babasına: — Bıçaklar yerinde yok, bir türlü bulamıyorum, demiş. Babası, kızı çağırmış: — Öyleyse gel, şu koçu tut! Ben gidip bıçağı bulurum, demiş. Kız, koçu tutmuş. Babası içeri girer girmez koça kaçmasını söylemiş. Koç kaçmış. Keşiş gelince kız, koçun kaçtığını söylemiş. Koç, tavşan olmuş, dağa kaçmış. Bunu gören keşiş, tazı olmuş; peşine düşmüş. Oğlan, yakalanacağını anlamış; bir güvercin olmuş, uçmuş. Keşiş de bir kartal olmuş, peşine düşmüş. Havada uçarken padişahın penceresinden içeriye girmişler. Oğlan, padişahın elinde bir demet gül olmuş. Keşiş de bir âşık olmuş, saz çalıp söylemeye başlamış. Keşiş, padişaha: — Padişahım, elindeki bir demet gülün bir parçasını bana verir misin, demiş. Padişah, gülün bir parçasını koparacağı sırada gül, bir mısır olmuş, yere saçılmış. Keşiş de bir tavuk olmuş, yavrularıyla beraber onu toplamaya başlayacağı sırada mısır bir tilki olmuş. Tavuğun boğazına çökmüş, orada keşişi gebertmiş. Bütün bunları gören padişah şaşkına dönmüş. Oğlan da silkinerek genç bir delikanlı olmuş. Padişaha: — Ben, şu zamanda kızına dünür gelen danacının oğluyum. İşte Alaca ile Karaca’yı bir araya getirdim. Aha da sarayının karşısındaki köşk! Padişah da: — Ben de sana kızım verdim, demiş. Oğlan, padişahın kızına başından geçenleri anlatmış. Keşişin kızını bırakamayacağını söylemiş. Padişahın kızı bunu kabul etmiş. Oğlan, keşişin kızını da almış. İkisine bir arada kırk gün kırk gece düğün dernek yapmış. Yemiş, içmiş, muratlarına geçmişler…
Danacının Oğlu
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
DEVİN KIZI Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde… Pireler berber iken, develer tellal iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; bir padişahın bir kızı varmış. Kız, bir gün rüyasında görüyor ki, altından bir oda… Altından duvarlar, altın eşik, altın leğen altın ibrik… Altın leğen babasının elinde, altın ibrik ile kızın eline su döküyormuş. Sabah olunca kız babasına diyor ki: ‒ Babacığım, bu gün bir rüya gördüm. Rüyamda bir odadaydım. Her tarafı altındandı. Sen de benim elime su döküyormuşsun. Kız bu rüyayı anlatınca babası kızıyor. ‒ Nasıl olur da bir baba evladının eline su döker? Ben rüya-müya anlamam! Bu kız bu evden kalkmalı, diyor. Hemen cellada emir veriyor: ‒ Bu kızı hemen öldür, kanlı gömleğini de bana getir! Cellat bu kızı alıyor, ıssız bir dağa götürüyor. Öldürmeye kıyamıyor. Kıza diyor ki: ‒ Gel kızım, dizime yat uyu! Cellat, kız uyurken, usulca bir karga vuruyor. Kızın gömleğini karganın kanına batırıyor, kızı da orda bırakıp geliyor. Padişaha diyor ki: ‒ İşte padişahım, bu, senin kızın kanlı gömleği! Fakat babası kızı öldürttüğüne dayanamıyor. O günden itibaren kızını aramaya çıkıyor. Biz haber verelim kızdan… Kız, uyanmış ki, dağ başında tek başına… O tarafa dönmüş kimse yok. Bu tarafa dönmüş kimse yok. Sonra orda bir taş görüyor. Taşı zorla yerinden kaldırıyor ki, aşağı doğru bir merdiven iniyor. Merdivenleri inip bakıyor ki koca bir konak… İçini silip süpürüyor; fakat ortalıkta da kimseler yok... Kız eşyalardan buranın bir deve ait olduğunu anlıyor; “Allah’ım! Dev gelse, beni yese ben ne yaparım?” diye düşünmeye başlıyor. Derken kapıdan büyük bir gürültü ile dev geliyor. Kız korkusundan deve: ‒ Ah babam! Canım babam, diyor. Dev de kızı avucuna alıp: ‒ Apalak kızım! Topalak kızım, diye seviyor. ‒ Buraya ins gelmez, cins gelmez. Sen nereden geldin, diyor. Kız da başından geçenleri deve anlatıyor. Dev, gömleğini kızın başına geçiriyor, onu evlat ediniyor. ‒ Bundan sonra benim kızım ol! Ye! İç! Yat!.. Benden sana zarar gelmez, diyor. Kız, her gün konağı silip süpürüyor. Bir gün konakta bir taç buluyor. Tacı alıp başına koyuyor, camdan dışarı bakıyor. Kız, camdan bakarken orada atını otlatan padişahın oğlunu görüyor. Padişahın oğlu da camdaki kızı görüp âşık oluyor. Oğlan, akşam eve gidince gördüklerini annesine babasına anlatıyor. ‒ Devin dağdaki konağında bir kız gördüm, ona âşık oldum. Gidip o kızı bana alın, diyor. Annesi, babası da: ‒ Ah oğlum, bu kız bu devin evine nasıl geçti. Biz onu nasıl alırız, diyor. Oğlan, günden güne sararıp solmaya başlıyor. Evlerinde de bir hizmetçi varmış. O hizmetçi oğlanın bu durumunu gördükçe çok üzülüyormuş. Padişaha diyor ki: ‒ Böyle bir genç eriyip akacağına, ben gider dünür olur, isterim. Hizmetçi kız, korka korka gelmiş, devin kapısını çalıyor. Karşısına kız çıkıyor. Kız, hizmetçiyi içeri alıyor. Hizmetçi diyor ki: ‒ Kızım, padişahın oğlu sana âşık olmuş. Senin için sararıp soluyor. Ben de sana dünür geldim. Acaba dev beni yer mi? Oturup konuşsak! Kız, devin gelme vaktini bildiği için onu dolaba saklıyor. Bir de ne baksın, büyük bir gürültüyle dev gelmiyor mu? Gelir gelmez: ‒ Burda bir insanoğlu kokusu var, diyor. Kız da diyor ki: ‒ Ah babacığım! Bugün bir kız geldi. Çok iyi vakit geçirdik. Yemezsen çıkarayım.  Kızı dolaptan çıkarıyor. Hizmetçi kız devle konuşuyor. ‒ Dev baba, Allah’ın emriyle kızını almaya geldim, demiş. Dev de kızına soruyor: ‒ Kızım varır mısın? Kız da: ‒ Ah baba, sen kellemi nereye kesersen, kanım oraya aksın. Sen verirsen, ben varırım, diyor. Dev de: ‒ Kızımı verdim, diye söz veriyor. Hizmetçi kız sevinerek koşa koşa saraya gidiyor. Oğlanın annesine: ‒ Sultan hanım! Sultan hanım!.. Müjdemi ver, kızı aldım! Kırk gün sonra, kırk deve götürüp kızı alıp getireceğiz, diyor. Kırk birinci günü, kırk beş tane boş deveyle gelinci geliyorlar. Gelinciler devden; “Acaba bizi yer mi?” diye de korkuyorlar. Neyse,boş develeri yüklüyorlar. Yola çıkacakları zaman dev, kızına diyor ki: ‒ Şu kılıcı al, sakla! Kız da: ‒ Baba, ben korkarım, diyor. Dev, kılıcı kızın sandığına koyuyor. Gelinciler kızı alıp sevinçle götürüyorlar. Padişahın oğluyla karı koca oluyorlar, kızın adını da “Sultan” koyuyorlar. Aradan bir zaman geçiyor. Kız, devi özlüyor. Kocası bunu seziyor: ‒ O ne Sultan! Bir şeye mi canın sıkıldı, diye soruyor. Kız da: ‒ Ben babamı özledim. Dev babam gelsin göreceğim, diyor. Devi çağırıyorlar, dev geliyor. padişahın oğluyla kaynana korkudan karyolanın altına girip saklanıyorlar. Bir de dev içeri giriyor, kızıyla sarılıyor. Kıza: ‒ Kızım, ben sana bir kılıç vermiştim. O kılıcı getir, diyor. O zaman damatla kaynana; “Bizi öldürecek!” diye çok korkuyorlar. Kaynananın dudakları çatlıyor. Kız, kılıcı getiriyor. Dev: ‒ Kızım, kılıcı önce şu omzuma sonra bu omzuma vur, diyor. Kız da: ‒ Baba, ben korkarım, vuramam, diyor. Dev ısrar ediyor: ‒ Kızım, bu kılıç sana uğur getirecek, diyor. Kız da babasının dediğini yapıyor. Bir de bakıyor ki, rüyasında gördüğü gibi her taraf altın olmuş. Dev de bundan sonra çekip gidiyor. Damat ile kaynana saklandıkları yerden çıkıyorlar. Bir de bakıyorlar ki, her yer altın olmuş. Sultan, daha da kıymetleniyor. Bir gün kızını arayan bir padişah, bu saraya geliyor. Kapıyı çalıyor, karşısına kendi öz kızı çıkıyor. Kıza: ‒ Kızım, senin gözlerin benim kızımın gözlerine benziyor. Sen nerden geldin buralara, diye soruyor. Kız da başından geçenleri teker teker anlatıyor. O zamana kadar kızını tanıyor, kızına sarılıp öpüyor. ‒ Ben senin babanım. Kızım, ben Allah’a büyük söylemişim. Rüyan gerçek oldu, diyor. Orda duran altın leğeni altın ibriği eline alıp kızının eline su dökmek istiyor. Kız da babasının eteğine düşüp yalvarıp yakarıyor; suyu döktürmüyor. Baba kız, yeniden bir araya geliyorlar. Bundan sonra da muratlarınca yaşıyorlar.
Devin Kızı
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
Vakti zamanında bir padişah ile bir de lalası yaşarmış. Bunların hiç çocukları olmazmış. Padişah, bir gün lalasına demiş ki: — Lala, seninle gidip derdimize derman bulalım. Atlarına binmişler, yola çıkmışlar. Bir müddet gittikten sonra bir su kenarına gelmişler. Lala: — Burada bir kahvaltı yapalım, demiş. Su kenarına oturmuşlar. O anda sakallı bir derviş gelmiş: — Selamünaleyküm padişahım, demiş. O da: — Aleykümselam derviş baba! Padişah olduğumu bildin, derdimi de bil, demiş. Derviş: — Sizin derdiniz belli. Zürriyetiniz yoktur. Ben size bir elma vereyim. Yarısını sen hanımınla yersin, öbür yarısını da lala, hanımıyla yesin. Elmanın kabuklarını da kısrak atlarınıza verin, demiş. Elmayı aldıktan sonra saraya geri dönmüşler. Dervişin dediği gibi elmayı yemişler. Bir zaman sonra bir oğlan çocuğu padişahın, bir oğlan çocuğu da lalanın olmuş. Kısraklar da kulunlamış.* Aradan epey bir zaman geçmiş. Gerek padişahın gerekse lalanın çocukları büyümüş. Bir gün padişahın oğlu ok atmak için saraydan dışarı çıkmış. Oku atar atmaz cadı karısının testisine değmiş, testi kırılmış. Cadı karısı: — İlahi padişahın oğlu! Biriciksin, sana ne beddua edeyim? Dünya Güzeli’ne âşık olasın, demiş. Padişahın oğlu bundan sonra Dünya Güzeli’ne âşık olarak günden güne sararıp solmuş. Bir gün padişah, cuma namazına giderken şehzadeyi görmüş. Lalasını çağırıp: — Lala! Oğluna söyle de şehzadenin derdini anlasın, demiş. Lala, oğluna durumu anlatmış. Lalanın oğlu şehzadenin yanına gitmiş: — Sen niçin sararıp soluyorsun? Senin derdin nedir, diye sormuş. Şehzade, lalanın oğluna: — Şu sazımı ver de derdimi iki satırla anlatayım, demiş. Sazını eline almış. Bir iki demeden sonra: — Ya Rabbi! Beni Dünya Güzeli’ne kavuştur da sonra ruhumu al, demiş. Lalanın oğlu, padişahın huzuruna gelmiş: — Padişahım, şehzade Dünya Güzeli’ne âşık olmuş, demiş. Padişah da: — Oğlum, onu almak fermana mahsus. Dünya Güzeli kelleden kale yaptı. Her kimi dersen alayım ama onu alamam, demiş. Lalanın oğlu, padişahın söylediklerini şehzadeye söylemiş. Şehzade, bu söz üzerine: — Alamazsam yolunda ölürüm, demiş. Şehzade, lalanın oğluna: — Babama söyle, bana bir at versin, bir heybe de altın versin. Ben gideceğim, demiş. Lalanın oğlu, padişahın huzuruna çıkmış, olanları anlatmış. Padişah da: — Hazineye gitsin, dilediği kadar altın alsın, demiş. Bunun üstüne şehzade bir heybe altın ile kısraktan olan atına binmiş; “Allahaısmarladık!” demiş, atını sürmüş. O sırada lalanın oğlu düşünmüş ki; “İkimiz de bir elmadan olduk. Ben şehzadeyi nasıl tek gönderebilirim” diye padişahın huzuruna çıkmış. — Padişahım! Biz ikimiz bir elmadan olmayız. Şehzadeyi tek bırakamam. Bana da müsaade et, ben de gideyim, demiş. Lalanın oğlu da atına binmiş, hazineden bir heybe de altın almış. Şehzadeye: — Ben de seninle geliyorum, diye arkasından seslenmiş. Lalanın oğlu gayet akıllı fakat padişahın oğlu biraz safça imiş. Beraberce yola revan olmuşlar. Az gitmişler, uz gitmişler… Yolun sonunda denizin kenarında bir kubbeye rastlamışlar. Padişahın oğlu bir taraftan, lalanın oğlu bir taraftan yol aramışlar. Lalanın oğlu, kubbenin sağına soluna bakarken kubbenin üzerinde iki buçuk satır bir yazı görmüş. Orada; “Buyur, Ya Ehl-i Misafir!” yazıyormuş. Kubbenin kapısı açılmış. Lalanın oğlu o anda hemen şehzadeyi çağırmış. Kubbeden içeri girmişler. Şehzade yorgun olduğu için hemen uykuya dalmış. Şehzade uyurken lalanın oğlu; “Biz bu denizi nasıl geçeceğiz?” diye düşünüyormuş. Kubbenin de deniz tarafına bakan bir ufacık penceresi varmış. Lalanın oğlu o pencereden bakarken denizin içinden bir alev çıkmış. Sandalyeler dizilmiş. Periler padişahı ile küçük oğlu gelmiş oraya oturmuş. Periler padişahı: — Buyur Ya Ehl-i Kubbe! İki satır muhabbet edelim, demiş. Kubbeden de: — Padişahım sağ olsun, varamam, misafirim var, diye bir seda gelmiş. O anda periler padişahının oğlu babasına: — Babacığım, kubbenin misafiri kim, diye sormuş. Babası da oğluna: — Oğlum, padişahın oğluyla lalanın oğlu Dünya Güzeli’ni aramaya gidiyorlar, demiş. Çocuk, babasına tekrar sormuş: — Baba, bunlar denizi nasıl geçecekler, demiş. — Ne yapacaksın oğlum, demiş. Oğlan yalvarmış, durmuş. O zaman periler padişahı oğluna: — Şehzade uyuyor da lalanın oğlu uyanıktır. Bu sözlerimi iyice dinlese bari! Sabah erkenden kalkar, iki rekat namaz kılar, kubbenin sağ taraf eşiğinin altında bir kamçı var, o kamçıyı alır, şehzadeye göstermeden besmeleyi çeker, denize vurursa tozlu yol olur. Öbür tarafa geçtikten sonra yine şehzadeye göstermeden inşallah kamçıyı iyi bir yere saklar, demiş. Lalanın oğlu sabah erkenden uyanmış. İki rekat namaz kılmış. Kubbenin sağ taraf eşiğinin altını eşip kamçıyı çıkarmış. Sonra da gidip şehzadeyi kaldırmış. Şehzadeye: — Şehzadem, sen şu tarafa git, yol ara! Ben de bu tarafa gidip yol arayayım, demiş. O sırada besmeleyi de çekmiş, denize bir kamçı vurmuş. Deniz o anda tozlu yol olmuş. Hemen şehzadeye seslenmiş: — Şehzadem, gel! Ben bir yol buldum, demiş. Tozlu yolu geçmişler. Lalanın oğlu: — Şehzadem, sen biraz ilerle, ben geliyorum, demiş. Şehzade biraz ilerledikten sonra kamçıyı saklamış. Yollarına devam etmişler. Gide gide Dünya Güzeli’nin memleketine vasıl olmuşlar. Orada bir hana gitmişler. Lalanın oğlu hancıyı yanına seslemiş: — Hancı baba! Burada iyi bir kuyumcu var mı, diye sormuş. O da: — Olmaz mı? Hem de âlâsı var, demiş. Hancı, kuyumcuya haber salmış, getirtmiş. Lalanın oğlu kuyumcuya: — Kuyumcubaşı! Bana altından öyle bir koç yap ki içi vidalı olsun. İçine girince koç, dışına çıkınca insan olsun, demiş. Bunun üzerine kuyumcu altından âlâ bir koç yapmış. Lalanın oğlu hancıya seslenmiş: — Hancı başı, sana bir kırmızı lira. Bana bir zilli tef yaptır! Hancı çok geçmeden tefi yaptırıp getirmiş. Şehzadeyi de altın koçun içine koymuşlar. Lalanın oğlu çalıyormuş, koç oynuyormuş. Ertesi gün lalanın oğlu, hancıya bir kırmızı lira daha vermiş. “Handa altından bir koç oynuyor!” diye tellal bağırttırmış. Halk hana akın etmeye başlamış. Altın koçun oynadığını Dünya Güzeli de duymuş. Babasına yalvarmış, yakarmış; “İlla altın koçu saraya getirt de ben de göreyim” demiş. Babası cariyeler göndermiş, altın koçu ve sahibini saraya getirtmişler. Dünya Güzeli, altın koçu görünce gözlerine vurulmuş. Akşama kadar orada oynatmışlar. Akşam olunca lalanın oğlu müsaade istemiş. Dünya Güzeli bir türlü bırakmak istememiş. — Hayır, gitmeyin. Günlük kazancınızın iki katını vereyim, tek bir gece daha burada kalsın, demiş. Lalanın oğlu: — Aman sultanım! Bu benim çocuklarımın ekmek parası. Bir yerine bir şey olur da demiş. Dünya Güzeli: — Hiç korkma! Yalnız, sizin bu koç ne yer, ne içer, deyince Lala’nın oğlu: — Fındık, fıstık, kurabiye… Bir miktar da su içer, uyur. Ha!.. Bir de benim koçum yerde yatmaz. Ancak kuş tüyü minder üstünde yatar, demiş. Lalanın oğlu, koçu sarayda bırakmış, kendi hana gitmiş. Gecenin bir yarısında şehzade, koçun içinden çıkmış. Dünya Güzeli’nin şerbetini içmiş, geri girmiş. Sabah olunca erkenden lalanın oğlu gelmiş: — Aman sultanım! Şu koçumu beş dakika ver de sonra geri getireyim, demiş. Dünya Güzeli de: — Tamam, olur, al da götür, demiş. Bunlar saraydan dışarı çıktıktan sonra şehzade koçun içinden çıkmış. Lalanın oğlu: — Ey şehzadem! Ali Paşa görevini buldu. Ben han köşelerinde kaldım, demiş. Şehzade, tekrar koçun içine girmiş, lalanın oğlu da onu yeniden saraya götürmüş. Gece olunca şehzade yine koçun içinden çıkmış. Dünya Güzeli’nin gözlerinden öpmüş. Dünya Güzeli hemen uyanmış. Şehzadeyi karşısında görünce şaşırmış. — Sen burada ne geziyorsun, demiş. Şehzade: — Ben padişahın oğluyum. Size âşık oldum, sizin için geldim, demiş. Dünya Güzeli de: — Ben de sana âşık oldum. Lalanın oğluna söyle de bize at hazırlasın. Gece yarısı pencerenin altına gelsin, kaçalım, demiş. Sabah olmuş, lalanın oğlu erkenden gelmiş, altın koçu alıp gitmiş. Şehzade, lalanın oğluna: — Gece olunca iki at bulup pencerenin altına getireceksin. Ata atlayıp kaçacağız, demiş. Lalanın oğlu iki at bulmuş. Gece atları getirmiş, pencerenin altına yanaştırmış. Pencereye de taş atarak işaret vermiş. Bunlar pencereden iple inmiş, atlara binmiş, kaçmışlar. Lalanın oğlu, başlarına gelecekleri bildiği için onlardan önce gelmiş. Sakladığı kamçıyı yerinden çıkarmış, besmele çekmiş, denize vurmuş. Deniz tozlu yol olmuş. Oradan geçip kubbeye misafir olmuşlar. Şehzade, Dünya Güzeli’ni almanın sevinciyle uyumuş. Lalanın oğlu Dünya Güzeli’ne: — Sen benimle otur da buraya gelenleri dinle, demiş. Birdenbire o anda denizden bir alev çıkmış. Yine sandalyeler dizilmiş. Periler padişahı oğluyla gelip oturmuş, kubbeye seslenmiş: — Ya Ehl-i Kubbe! İki satır muhabbet edelim, demiş. Kubbeden de şöyle bir seda gelmiş: — Padişahım sağ olsun, gelemem misafirim var. Çocuk, babasına: — Kubbenin misafiri kim, diye sormuş. Periler padişahı: — Oğlum, Dünya Güzeli’ni alıp gelen padişahın oğluyla lalanın oğlu, demiş. Çocuk: — Baba, bunlar sağ salim memleketlerine varabilecekler mi, deyince babası: — Ne yapacaksın oğlum, demiş. Oğlan, babasına yalvarmış. Babası oğlana: — Oğlum, lalanın oğluyla Dünya Güzeli beni dinliyorlarsa Dünya Güzeli’nin babası sihirden bir değirmen taşı yapmış, kuşun ayağına bağlamış. Kubbeden ayrıldıktan iki buçuk saat sonra oğlanın başına düşürüp helak edecek. Sonra da kızı alıp gidecek, demiş. Lalanın oğlu açıkgözlülük etmiş, şehzadeye göstermeden saatine bakmış. Kubbeden çıktıktan iki buçuk saat sonra gökten gıcılıyarak* kuşun geldiğini görmüş. Ayağında da değirmen taşı varmış. Şehzadenin başına doğru inerken lalanın oğlu bir sure okumuş. Çok şiddetli bir ses çıkmış. O anda şehzade dönmüş, lalanın oğlunun yakasına yapışmış. Dünya Güzeli bunları ayırmış. Belli müddet içinde üç yerde bu böyle olmuş. Sonunda memleketlerine vasıl olmuşlar. Padişah bunları karşılamış. Lalanın oğluna da vezirin kızını almışlar. Düğün dernek yapılmış. Gerdeğe girecekleri gün, camiye giderken lalanın oğlu, şehzadenin odasına girmiş, saklanmış. Aramış, aramış, bulamamışlar. Şehzadeyi gerdeğe vermişler. Şehzade namaza durur durmaz duvar yarılmış. Duvardan koca bir ejderha çıkmış. Şehzadeyi öldürüp Dünya Güzeli’ni alacağı sırada lalanın oğlu yine aynı sureyi okumuş, kılıcını çarpmış. O kadar çok ses çıkmış ki saray inlemiş. Şehzade hemen namazı bozmuş, lalanın oğlunun yakasından tutmuş. Babasını çağırtmış, başından geçenleri anlatmış. Lalanın oğluna: — Üç yerde kılıcını kınına sokarken yakaladım. Şimdi de odamda ne geziyorsun, demiş. Padişah, celladı sesletmiş. Lalanın oğlu: — Benim celladım benim elimde, demiş. Anasını, babasını, nişanlısını çağırtmış, onlarla helalleşmiş. Sonra da başından geçenleri padişaha bir bir anlatmış. — Kubbeden ayrıldıktan iki buçuk saat sonra kılıcı vurdum, sihiri bozdum, demiş. Böyle der demez de topuklarına kadar taş kesilmiş. İkinci olayı anlatmış, diz kapaklarına kadar taş olmuş. Üçüncü yeri anlatınca da göğsüne kadar taş kesilmiş. Son olarak da padişaha: — Şimdi de böyle yaptım ki ölünceye kadar oğluna hiçbir şey olmasın, deyince tamamen taş kesilivermiş. Şehzade olup bitenin üstüne atına binmiş, kubbeye gelmiş. Orada hem oturmuş hem de ağlamış. Birdenbire deniz yarılmış, alevler çıkmış. Yine masalar, sandalyeler dizilmiş. Periler padişahı oğluyla beraber gelmiş, oturmuş. Periler padişahı kubbeye: — Ya Ehl-i Kubbe! İki satır laf edelim, demiş. Kubbeden: — Padişahım varamam, misafirim var, diye bir seda yükselmiş. Çocuk, babasına: — Kubbenin misafiri kim, diye sormuş. Periler padişahı oğluna: — Padişahın oğlu olan şehzade, Dünya Güzeli’ni götürdü ya, deyince oğlan: — Baba, bu burada ne geziyor, diye sormuş. Babası da: — Oğlum! Padişah, lalanın oğlunu söyletti de oğlanı taş kesti. Bu da buraya dermana geldi, demiş. Oğlan bunu duyunca babasına yalvarmış: Babası: — Oğlum, padişahın oğlu uyumuyorsa inşallah dinler. Sabahtan kalkar, Allah rızası için iki rekat namaz kılar, kubbenin sol taraf eşiğinin altındaki bir şişe yağı alıp da acele olarak gider de yağı tavuğun teleği ile tepesinden tırnağına kadar yağlarsa taş ikiye bölünür. Lalanın oğlu da taşın içinden çıkar, demiş. Şehzade sabah erkenden kalkmış, namazı kılmış, yağı da alıp saraya varmış. Herkes ağlıyormuş. Şehzade: — Çekilin, çekilin! Geri çekilin, diye taşın yanına varmış. Getirdiği yağı tepeden tırnağa her tarafına sürmüş. Onun üstüne taş birdenbire yarılmış, lalanın oğlu içinden çıkmış. Padişah, oğlana hekimler tutmuş, onu iyileştirmiş. Sonunda da kırk gün kırk gece düğün yaptırmış. Muratlarına ermişler…   * kulunlama: Atın doğurması. * gıcılamak: Acele etmek.
Dünya Güzeli
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
ESVAPLI ŞEYTAN Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, Kalbur saman içinde, Develer tellâl iken, Pireler berber iken, Ben anamın beşiğini Tıngır mıngır sallar iken, Hamamcıya vardım bohçası yok, Külhancıya cardım baltası yok, Katır muhtar olmuş haberi yok… Sivas köylerinin birinde Hasan adında biri varmış. Bunun da iki tarlası varmış; geçimini buradan sağlarmış. Köylü Hasan’ı çok severmiş, ama Hasan karısı Ayşe’den yana dertliymiş. Karısı cin-fikirin biriymiş. Aradan yıllar geçmiş, Hasan yaşlanmış, çalışamaz olmuş, ama çalışmaya mecbur olduğu için ıhlıya-tıslaya işini görürmüş. Dedesi ona küçükken bir şiir öğretmiş; bu şiir arada sırada aklına gelirmiş. Çalışırken neşeli olursa bu şiiri söylermiş. Bazen de karnı zil çalınca bu şiir aklına gelir; oturur, söylermiş. Camimizin minaresi Sipsivridir sipsivri Arpa unundan baklava Kupkurudur kupkuru Sarımsaksız sübüra* Dupdurudur dupduru Öldü diye gömerler Dipdiridir dipdiri Bir gün Hasan tarlada çok çalışmış, yorulmuş. İşini bitirdikten sonra yorgun-argın caminin avlusuna girmiş. Eli yüzü toz toprak içindeymiş: “Şurada elimi yüzümü yıkayım da eve öyle gideyim.” demiş. Caminin çeşmesinin başına oturmuş. Bakmış ki, bir adam hem abdest alıyor, hem de kendi kendine söyleniyormuş: “Ya Rabb’im! Beni esvaplı şeytanın şerrinden koru!” diye dua ediyormuş. O zamanlarda “Esvaplı Şeytan” diye kadınlara derlermiş. Hasan, adama kızmış:  ‒ Esvaplı şeytandan korkulur mu be adam, demiş. Elini yüzünü temizlemiş, eve gelmiş. Başından geçenleri bir bir karısına anlatmış. Karısı içinden kıs kıs gülmüş:  ‒  Demek sen Esvaplı şeytanın şerrinden korkmuyorsun. Sana öyle bir oyun oynarım ki, söylediğine pişman olursun demiş. Aradan birkaç hafta geçmiş. Karısının söylediği bu sözlere hiç aldırış etmemiş. Bir kulağından girmiş, öbür kulağından çıkmış. Bu sözün üstüne karısı da her gün Hasan’la beraber tarlaya gidip çalışıyormuş. Hasan bu işe hem seviniyormuş, hem de acayibine gidiyormuş:: ‒  Allah! Allah!.. Bu kadın şimdiye kadar benimle hiç tarlaya gelmezdi. Şimdi niye geliyor anlamadım? İnşallah sonu hayırlı olur diye kendi kendine söylenip duruyormuş. Artık büyük tarlanın evi bitmiş, sıra küçük tarlaya gelmiş. Kadın o sabah erkenden kalkmış, ırmağa gitmiş. On-on beş tane balık tutmuş. Kocasından evvel tarlaya gitmiş. Tuttuğu balıkları tarlanın değişik yerlerine yerleştirmiş, üstünü toprakla örtmüş. Hasan ise hâlâ evdeymiş. Sabah kalkınca, canı tarlaya gitmek istememiş. Kendine yiyecek bir şeyler aramış. Evde iki günden üç günden kalma paçayla mumbar varmış. Hemen onları yemiş, üstüne de bir bardak çay içmiş. Ama karnı doymamış. Başlamış söylenmeye: Erden kalktım kaça kaça Kemikleri saça saça Altmış kazan kelle paça Yedim karnım doymadı   Ustamızın adı Kamber Başına vurulmuş çember Ulu cami minaresi kadar mumbar Yedim karnım doymadı Sonra tarlaya doğru yola koyulmuş. Epey gittikten sonra tarlaya varmış. Yarım saat uğraşmış, çifti hazırlamış. Çift sürdüğü yerden balık çıkıyormuş. Balıklar çıktıkça Hasan seviniyormuş. Karısına: ‒ Kız Ayşe!.. Akşam yemeğimiz çıktı. Niye öyle duruyorsun! Şunları toplasana!, diye bağırmış. Biraz sonra karısı da: ‒  Ben gideyim, akşam yemeğini hazırlayım, diye eve gitmiş. Kadın eve gelmiş. Yemeği kızlarına yaptırmış, sonra da balıkları kızlarıyla beraber yemişler. Hasan işini bitirmiş, yorgun argın eve gelmiş. Karısı sofrayı hazırlamış, önüne de balık yerine herle çorbası* getirmiş, koymuş. Herleyi görünce Hasan’ın tepesi atmış: ‒  Bu nasıl iş böyle? Hani tarladan çıkan balıklar, diye kızmış. Karısı:  ‒  Ne balığı Hasan? Hiç tarladan balık çıkar mı, demiş. Bunun üstüne Hasan karısının üstüne yürümüş, dövmeye başlamış. Kadın bağırarak dışarı çıkmış: ‒  Yetişin komşular! Hasan deliriyor, diye bağırmış. Komşular yığılmış; sormuş, soruşturmuşlar. Sonunda “Deli…” diye Hasan’ı tımarhaneye götürmüşler. O zamanlar deliler akıllansın diye en büyük çare dayakmış. Kadın, Hasan’ın yanına gitmiş. Doktorların yanında:  ‒  Hasan tarladan balık çıktı mı, diye sormuş. O da: ‒  Çıktı ya! Sen de gördün. Hani beraber topladık ya, deyince Karısı: ‒  Gördünüz mü hâlâ aynı şeyi söylüyor. Altı ay dövün de uslansın, demiş. Hasan karısının oyununa geldiğini anlamış ama; bir türlü anlatamıyormuş. Hatta, “Tarladan balık çıkmaz.” bile diyemiyormuş. Aradan altı ay geçmiş. Kadın tekrar tımarhaneye gitmiş. Hasan hâlâ; “Odunumun parası!” diyormuş. Hasan’ı bir daha dövmüşler, altı ay daha bekletmişler. Sonunda karısı acımış: ‒  Hasan bir daha sorarlarsa; “Hiç tarladan balık çıkar mı? Balık sudan çıkar.” de demiş. Hasan’a bir daha sormuşlar. O zaman, karısının öğrettiği gibi söylemiş. “Artık bu akıllandı.” diye Hasan’ı taburcu etmişler. Hasan eve gelince karısı; “Esvaplı şeytanın şerrinden korkulacağını” ispat ettiğini söylemiş. Bu sefer Hasan sesini çıkaramamış. Aradan birkaç hafta geçmiş. Hasan eşine dostuna ziyafet çekmek istemiş. Sabah hazırlıklar tamamlanmış. Karısı bir pilav pişirmiş tepsiye koyarken altına da bir balık yerleştirmiş. Akşam olmuş konu komşu, eş dost toplanmış. Konuşup sohbet ettikten sonra, sıra yemeğe gelmiş. Kadın tepsiyle pilavı getirmiş, sofranın ortasına koymuş. O zaman bir âdet varmış; ev sahibi pilavın yağı üste çıksın diye pilavı karıştırırmış. Hasan, ev sahibi olduğu için kalkmış, pilavı karıştırmış, Karıştırırken kaşığına balık takılmış. Hasan balığı görür görmez: ‒  Elhamdülillâh! Ya Rabbi çok şükür!.. demiş, sofradan kalkmış. Misafirler merak etmiş sormuşlar Hasan da şaşkın şaşkın: ‒  Pilavın altından balık çıktı desem, bir altı ay daha deli diye dayak yiyeceğim. İnanmazsanız bakın, demiş. Misafirler balığı görünce bunun karısının bir oyunu olduğunu anlamışlar. Hasan’ın boş yere bir sene tımarhanede kaldığını anlayınca üzülmüşler. Yemişler, içmişler, muratlarına ermişler… Dağdan üç elma indi; Biri bize, biri size, biri de geri kalanlara… O yalan bu yalan Fili yuttu bir yılan Eşeğe binip deveyi kucağına alan Palanı kaldırdım Bu sözün hepsi yalan.   * sübüra : Sivas’ta sarımsaklı yoğurt ve kesilmiş hamurla yapılan bir yemek çeşidi. * herle çorbası : kavrulmuş unla yapılan çorba
Esvaplı Şeytan
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
EŞEK BAŞLI KIZ Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Az söylemesi sevapmış, çok söylemesi günahmış. Zamanın birinde bir padişah varmış. Bu padişahın da üç tane oğlu varmış. Bir gün veziriyle oturmuş sohbet ediyormuş. Vezir: — Padişahım, bu üç oğlanı niye bekletiyorsun? Bunları kocalttın, evlendirsene, demiş. Padişah da: — Vallahi siz varken bana düşmez, demiş. Vezir: — Padişahım, ben de senden bu cevabı bekliyordum, demiş. Vezirler, oturup düşünmüşler. Düşüncelerini oğlanlara da söylemişler. Oğlanlar: — Birer ok atalım. Oklar kimin kapısına düşerse oranın kızını alalım, demişler. Önce padişahn büyük oğlu ok atmış. Onun oku büyük vezirin kapısına düşmüş. Ortanca oğlanın oku, öbür vezirin kapısına düşmüş. Küçük oğlanın attığı ok ise gitmiş, çöplüğe düşmüş. Vezirler: — Olmadı şehzadem, bu olmadı. Yeniden at, demişler. Oğlan yayı çekmiş, ok yine aynı yere düşmüş. Yine saymamışlar. Küçük oğlan bir kere daha yayını germiş, oku fırlatmış. Yay yine aynı yere düşmüş. — Allah’ın takdiri böyleymiş. Artık düğünlere başlıyoruz, demişler. Önce büyük vezirin kızını büyük oğlana almışlar, düğün yapmışlar. Ondan sonra ortanca vezirin kızını getirmişler, ortanca oğlanı evlendirmişler. Küçük oğlan da düşünüp duruyormuş. Düşünürken: — Benim okum çöplüğe düşmüştü, gideyim de çöplüğe bir bakıyım, demiş. Gitmiş, çöplüğü deşmeye başlamış. Deşerken deşerken oradan bir el çıkmış. Oğlan da tutmuş çıkarmış ki eşek başlı bir kız... “Vay! Ben bunu babama nasıl götüreyim? Aman neyse, götüreyim de bir bakayım. Babam ne der, ne demez?” diye düşüne düşüne almış, babasına getirmiş. — Baba, benim talihime bu çıktı, demiş. Babası sinirlenmiş: — Vay! Sen nice bir padişahın oğlusun? Eşek başlı kızı buraya nasıl getirirsin!? Benim senin gibi oğlum yok, demiş. Bu oğlanı evden kovmuş. Oğlan gitmiş, bir denizin kıyısına oturmuş. Orada düşünüp düşünüp ağlamış. Akşam olmuş, sabah olmuş; oğlan hâlâ orada ağlıyormuş. Oğlanın bu hâlini babasına söylemişler. — Padişahım, bu böyle olmaz Herkes seni kınar. Gel sen bir dilek söyle de biz oğluna iletelim. Ondan bunu yapmasını isteyelim. Hiç değilse senden suç gitsin. “Babası şunu dedi de o da yapmadı. Onun için babası da onu reddetti.” deriz de kimse sizi kınamaz, demişler. Padişah: — Bir çadır istiyorum. Benim askerimi içine alacak, bana da bir yatak sermeye yer kalacak! Gidin, oğlana söyleyin, demiş. — Tamam, demişler, gidip oğlana söylemişler. Oğlan: — Ben bunu nereden bulayım? Param pulum da yok ki alayım. Bu nasıl iş, demiş. Öyle oturmuş, ağlarken karısı gelmiş: — Beyim, niye ağlıyorsun, demiş. Oğlan: — Aman, git! Senin yüzünden başıma gelmedik kalmadı. Bir de gelip soru soruyorsun, demiş. — Niye ağlıyorsun? Belki derdine ortak olurum, demiş o da. Oğlan, babasının dediklerini anlatmış. Karısı umursamamış: — Amaaaan! Ona akıttığın gözyaşına değer mi? Beni getirdiğin çöplüğü biliyor musun? Oraya git; “Lalizer Hanım! Gülizar Hanım’ın selamı var. Küçük odadaki küçük çadırı ver!” dersen o verir, demiş. Oğlan, çöplüğe gitmiş: — Lalizer Hanım! Gülizar Hanım’ın selamı var. Küçük odadaki küçük çadırı vereceksin, demiş. Çadırı uzatmışlar. Oğlan almış, gelmiş. Sarayın kapısının önüne kurmuş. Babasının istediğinden daha da büyükmüş. Vezir görmüş, hemen padişaha haber vermiş: — Padişahım, isteğin yerine geldi. Daha başka bir isteğin var mı, demiş. Padişah işi zora koşmuş: — Çadır kuruldu, ama onun içine bir şey lazım, demiş. Bir halı olacak. Hem de bir buçuk katlısı olacak, demiş. Oğlan yine ağlamaya başlamış. Karısı gelmiş: — Niye ağlıyorsun beyim, demiş. O da: — Niye ağlamayayım? Babam bu sefer de halı istemiş, demiş. Karısı: — Beni getirdiğin çöplüğü biliyor musun? Git, oraya de ki; “Lalizer Hanım! Gülizar Hanım’ın selamı var. Küçük odadaki küçük halıyı vereceksin.” de, demiş. Oğlan gitmiş, kızın dediklerini yapmış, halıyı da almış, gelmiş. Götürmüş, babasına teslim etmiş. Vezirler: — Tamam padişahım. Daha istek mistek isteme! Oğlan, sözünü yerine getirdi, demişler. Padişah: — Yok yok! Hepsini yaptı, ama daha bitmedi. Onun kapısının önünde altın masanın üstünde, altın tabağın içinde bir salkım üzüm olacak! Gelen askerim yiyecek, giden askerim yiyecek. Yediği yer belli olmayacak, demiş. Vezirler: — Bu da Allah’ın yapısı... Bunu nasıl yapsın? Bu meyve, yenince biter. Bu istek mi ki, demişler. Padişah: — Yok! Getirirse kabulüm, getirmezse değilim. Bir kere söyleyin bakayım, demiş. Oğlana gidip söylemişler. Kendi kendine; “Bu yapılmayacak bir şey. Tamam, babam beni reddediyor.” diye ağlarken karısı gelmiş: — Beyim, niye ağlıyorsun, demiş. Oğlan: — Niye ağlamayayım? Babam bu sefer de bunları istedi, demiş. Karısı: — Aaaa! Ona ağlanır mı? Ona ağlama! Git, yine selamımı söyle. “Altın masayı, altın tabağı üzümüyle öylece vereceksiniz.” de, demiş. Oğlan gitmiş, kızın dediklerini söylemiş, “Masayı, altın tabağıyla beraber üzümü yukarı vereceksiniz!” demiş. Oğlan, hepsini getirmiş, koymuş. Gelen yemiş, giden yemiş... Gelen yemiş, giden yemiş... Yenildiği de hiç belli değilmiş. Padişaha gidip söylemişler: — Tamam, kabulüm. Oğlum eve gelsin, demiş. Vezirler, oğlanın yanına gelmiş: — Müjde, müjde! Baban kabul etti. Artık eve geleceksin, demişler. O sırada karısı gelmiş. Karısına: — Karı, babamın istekleri yerine gelmiş. Babam bizi kabul etmiş. Eve gideceğiz, demiş. Karısı şaşırmış: — Öyle mi? Öyle mi, demiş. Oğlan da: — Evet, öyle, demiş. Karısı: — Sen beni getirdiğin çöplüğe git, de ki; “Lalizer Hanım, Gülizar Hanım’ın altın başlığıyla fındık içi elbisesini vereceksiniz!” de, demiş. Oğlan, çöplüğe gitmiş. O çöplüğe gider gitmez kız da görünmeden oraya gitmiş. Eline bir büyük ağaç almış. Çöplükten topladığı çaputları cereğin* o tarafına, bu tarafına bağlamış. O sırada iki elçi gelmiş. Biri vezir, öteki de kızlarmış. Birbirlerine; “Bak bak!” diye dürtmüşler. — Eşek başlı kız! Bunu ne yapacaksın, demişler. Kız: — Ne mi yapacağım? At yapacağım. Kaynatamın evine kişneye kişneye gideceğim. El öpeceğim, demiş. Aman Allah! Bunu duyan kızlar eve kaçmışlar. Sandıkta tek bir elbise bile koymadan giyinmiş, kuşanmışlar. Bir güzelce süslenip püslenmişler. O, çöplükte süslenmiş, onlar da evde süslenmişler. Kocasının getirdiği altın başlığı, elbiseyi de giymiş. Bir hanım olmuş, bir hanım olmuş ki... Kaynanasının, kaynatasının elini öpmüş, oraya dinelmiş.* O sırada dışarıdan bir at sesi geliyor, bir at sesi geliyor, ama mahalleyi indirip kaldırıyormuş. Padişah merak etmiş: — Çıkın, bakın. Bu ne kadar at? Bunlar nereden geliyor? Neyin nesi bu sesler, demiş. Gelin gidip bakmış ki eltileri geliyor. Süslü püslü cer atlara* binmişler. Kaynatasına: — Ey baba! N’olacak? Senin has gelinlerin geliyor. Atlarla içeri hooluyorlar.* Kaynatası da: — Allah belanızı versin! Atlarınızı kapıda koyun da gelin bari, demiş. Arkasından da: — Gelinlerim bir oynasın da boylarına bakıyım, demiş. Büyük gelin, kalkıp oynamaya başlamış. Bir kolunu kaldırmış, türlü türlü yemekler dökülmüş. Öbür kolunu kaldırmış, ondan da yemekler dökülmüş. Kaynatası: — Allah belanı vere! Doymadın da koynuna, koltuğuna mı doldurdun, demiş. Öteki gelin kalkmış, o da aynısı. Bu kez de küçük gelin kalkmış. Bir kolunu kaldırmış, gümüş para dökülmüş. Bir kolunu kaldırmış, altınlar dökülmüş. Altın, gümüş bitene kadar oynamış. Sonra gitmiş, kaynatasının elini öpmüş. Kaynatası onu kabul etmiş, öbür gelinlerini evden kovmuş. Yiyip, içip muradına geçmiş...   * cerek: Ağaç sırık. * dinelmek: Ayakta hareketsiz olmak. * cer at: Yola iyi giden soylu gösterişli at. * hoolamak: Hücum etmek.
Eşek Başlı Kız
Sivas
İç Anadolu Bölgesi
GENÇLİKTE GELEN ZULÜM Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Develer tellâl, pireler bakkal, keçiler berberken, ben annemle babamın beşiklerini tıngır mıngır sallarken… Annem kaptı maşayı, babam kaptı dolmayı… Kaç kaçmaz mısın, kaç kaçmaz mısın? Sen de olsa kaçmaz mısın? Gittim gittim… Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim… Konarak göçerek, arpa, buğday, lale, sümbül biçerek altı ay bir güz gittim… Bir de baktım ki, bir iğne boyu yol gitmişim. Derken-merken, sabah erken, yola giderken masala başlayalım… Zamanın birinde gayet zengin bir adam varmış. Bu adamın güzel mi güzel bir karısı, iki de oğlu varmış. Adamın at yılkısı, camız sürüsü, davar sürüsü dağda yayılırmış. Hepsinin de ayrı ayrı, çifter çifter çobanı varmış. Bir gün ailesine demiş ki: ‒ Ben bugün gidip selvi devireceğim, bir bina yapacağım, demiş. Azığını, baltasını almış, selvi devirmeye gitmiş. Selviye bir balta vurmuş, bir balta daha vurmuş. Üçüncüye bir nida gelmiş. ‒ Ey ademoğlu, sana bir gada* gelecek. Gençlikte mi gelsin, kocalıkta mı gelsin!.. Adam bir cevap verememiş, geçmiş eve gelmiş. Ailesi demiş ki: ‒ Adamcağız niye böyle düşünüyorsun? O da demiş ki: ‒ Hiç karı, hiç bir düşüncem yoktur. Devrisi gün yine selvi devirmeye gitmiş. Gene aynı nida gelmiş. Derken birkaç gün böyle devam etmiş. Karısı gene sorunca söylemiş. Karısı demiş ki: ‒ Yarın gene nida gelirse de ki; “Ne gelirse gençliğimde gelsin.” de, demiş. Adam sabah olunca baltasını azığını alıp gitmiş. Selviye iki kere vurmuş. Üçüncüye bir nida gelmiş. Adam da: ‒ Ne gelirse gençliğimde gelsin. İhtiyarlığımda gelirse ben ne yaparım? Halım nerde kalır, demiş. Selviyi devirmeden acele acele eve gelmiş. Aradan bir iki gün geçmiş. At yılkısının çobanları bir telaşla gelmiş, demiş ki: ‒ Harami geldi, yılkıyı önümüzden aldı, götürdü, demiş. Adam hiç seslenmemiş. Devrisi gün davar çobanları gelmiş: ‒ Ağa, ağrı** var. Hayvanları ağrı yakaladı. Davarlar kırılıp ölüyor, camızlar da hastalanıp ölüyor, demişler. Adam Hak’tan gelene şükür edip oturmuş.. Sonunda tarlalarını da satmış, kuru çulun üstünde kalmış. Geçinecek bir çöpe muhtaç olmuş. Adam bir gün: ‒ Gel karı köylere devşirmeye gidelim, demiş. Karısını oğullarını almış, yola çıkmış. Biraz gidenden sonra bir ormana girmişler. Adam karısına demiş ki: ‒ Karı ötede bir köy var. Ben oraya gideyim, devşirip getireyim de yiyelim. Adam gidenden sonra karısı ormanın içinde bir ateş kaymış.** Ormanın başka bir yerine de bir bezirgân konmuş. Bezirgânbaşı bakmış ki, ormandan ince bir tütün çıkıyor. Adamlarına demiş ki: ‒ Gidin bakın o tütün neyin nesi? Ben elli yaşındayım, bu ormana bizden başka kimsenin konduğunu görmedim, demiş. Adamlar, tütünün tüttüğü yere gitmişler. Gitmişler ki iki çocukla bir karı, oraya konmuşlar, ateş kaymışlar. Adamlar karının güzelliğine mail olmuşlar*. Ne karıya yanaşabilmişler ne de bezirgânbaşının yanına gelebilmişler. Bunlar geç kalınca bezirgânbaşı iki adam daha göndermiş. Onlar da önce gidenler gibi karıya vurulmuşlar, geri dönmemişler. Bezirgânbaşı kendi kendine kızmış. Yanına iki adam daha alıp karının yanına gitmiş. Karıya demiş ki: ‒ İns misin, cins misin? Karı da: ‒ Ne insim, ne cinsim. Seni beni yaratan Allah’ın kuluyum, demiş. Bezirgânbaşı, karıyı alıp çadırının yanına getirmiş. Büyük bir sandığı varmış. Karıyı bu sandığa koymuş; hava alması için de bir delik açmış, sandığı kilitlemiş. Bezirgânbaşı, hayvanlarını yükleyip gitmekte olsun, adam devşirmeden gelmiş ki, karısı yok!.. Çocuklarına demiş ki: ‒ Ananız n’oldu çocuklar? Çocuklar da demiş ki: ‒ Birkaç tane adam geldi, anamızı götürdü. Adam buna da şükretmiş. Yatağını sırtına vurmuş, çocuklarının da elinden tutmuş, yola revan olmuş. Bir su kırağına*** gelmiş. Büyük oğlanı kırağa koymuş, demiş ki: ‒ Oğlum, sen bunda dur! Önce kardaşını geçireyim, sonra da seni geçireyim, demiş. Adam küçük oğlanı sırtına almış, suyun içine girmiş. Tam suyun ortasına varınca bir kurt gelmiş, büyük oğlanı kapıp götürmüş. Adam; “Hay! Huy!” suyun içine yıkılmış. Sırtındaki oğlanı da su götürmüş. Yine “Hak’tan geldi!” deyip şükretmiş. Adam epey gidenden sonra bir şehre varmış. Yıkık bir dama mitilini atmış. Günde devşirmiş, akşam yemiş. O şehrin de padişahı ölmüş. Vezirler toplanmış: “Artık bir padişah seçelim.” diye karar vermişler. Demişler ki: ‒ Devlet kuşunu salalım. Kimin başına konarsa padişah o olsun, demişler. Devlet kuşunu salmışlar. Kuş gelip bu adamın başına konmuş. Bakmışlar ki, adam çok fakir. “Bu olmaz! Kuş yanıldı. Bu pis ne ki, padişah ola!” demişler. Kuşu gene salmışlar, kuş gene adamın başına konmuş. Gene kabul etmemişler. Kuşu üçüncü defa salmışlar, kuş gene bu adamın başına konmuş. Demişler ki: ‒ Tamam artık bu adamı padişah yapalım. Bunda bir hikmet vardır. Adamı hamama götürmüşler, elbise giydirmişler. Adam tahta çıkmakta olsun, gelelim çocuklarına… Kurdun kaçırdığı çocuğu çoban almış. Suyun götürdüğünü de değirmenci su ambarından çıkarmış. Çocuklar büyümüşler, onları baba bilmişler. Değirmenci bir gün demiş ki: ‒ Git, suyu azıcık dereye akıt! Çocuk da sözünü dinlememiş. Değirmenci kendi kendine; “N’ola, elden evlât, külden tepe olmaz.” demiş. Çocuk bunu duymuş. Anlamış ki, değirmenci öz babası değil… Çoban da öteki oğlana bir iş buyurmuş. O oğlan da yapmamış. Çoban oğlana kızmış. Oğlan anlamış ki çoban öz babası değil… Çocukların ikisi de babalarından ayrılmış. Bunlar birbirini tanımıyorlarmış. İkisi de İstanbul’a gidiyormuş. Yolda karşılaşmışlar, birbirlerine canları kaynamış;*** “Gel arkadaş olalım, kârlarımız ortak olsun!” demişler. Bunlar bir sarayın önünden geçerken saraydan birisi bunları yanına çağırmış.Oysa o da padişahmış. Padişahın çocuklara canı kaynamış, onları kendisine hizmetçi tutmuş; bir de aylık bağlamış. Amma hiç biri birini tanımıyormuş. Bir zaman sonra bezirgânbaşı da o şehre gelip konmuş. Adamlarını padişahın yanına yollamış: ‒ Gidin padişaha söyleyin hayvanlarıma bir yer versin, demiş. Padişah, bezirgânbaşına istediği yeri vermiş: ‒ Gidin bezirgânbaşını yanıma getirin, demiş. Çocuklar gidip bezirgânbaşına söylemişler. Bezirgânbaşı, padişahın yanına gelmiş. Çocukları da sandığın başına nöbetçi koymuş. Çocuklar sandığın başını beklerken uykuları gelmiş. Uykuları açılsın diye birbirine başlarından geçenleri anlatmışlar. Konuşurken babalarının adını söylemişler. Sandıktaki karı, bunu duyunca sandıktan; “Vah yavrularım!..”diye bağırmış. Çocuklar sandığı kırmışlar, analarını çıkarmışlar. Birbirlerine sarım-gülüm olmuşlar. Padişahın yanına gelmişler. Padişah, karısını tanımış, orda da sarım-gülüm olmuşlar. Adam, karısı, çocukları muratlarına nail olmuşlar. Bezirgânbaşı da cezasını çekmiş. Gökten üç elma düştü… Biri anlatana, biri yazana, biri de okuyana…   * gada: belâ ** ağrı: hastalık ** ateş kaymak : çalı-çırpı yığıp yakmak * mail olmak: hayran kalmak *** kırağı : kenarı *** canı kaynamak : yüreğinde sıcaklık hissetmek, sevmek
Gençlikte Gelen Zulüm
Sivas
İç Anadolu Bölgesi