url
stringlengths 33
85
⌀ | title
stringlengths 5
66
| author
stringclasses 99
values | categories
stringlengths 4
323
⌀ | date
stringlengths 12
16
⌀ | story
stringlengths 5
35k
|
---|---|---|---|---|---|
https://www.masaloku.net/bulbul-ile-hukumdar/
|
Bülbül ile Hükümdar Masalı
| null | null | null |
Bülbül ile Hükümdar Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Vaktin birinde , dünyanın en güzel ülkesine sahip bir hükümdar varmış. Fakat, sahip olduğu güzelliğin farkına varmayan talihsiz biriymiş bu hükümdar. Harika bir sarayı, aynı güzellikte de bir de bahçesi varmış ki, ucu bucağı görünmezmiş. En güzel çiçekler orada yetişirmiş. Halkın arasında konuşulanlara bakılırsa bahçeden daha güzel olan şey, o bahçenin içinde yaşayan bir bülbül imiş. Öyle güzel bir ötüşü varmış ki bülbülün, şöhretini duyanlar uzak ülkelerden bile onu görmek için oraya gelmek istermiş. Bu bülbülün ünü hükümdarın kulağına kadar gelmiş. İşin garip yanı ise, hükümdarın bu bülbülden haberinin olmamasıymış. Bu yüzden, çok sinirlenmiş hükümdar. Vezirini çağırıp;
“Bu ne demek oluyor şimdi?” demiş, “Benim sarayımın bahçesindeki bülbülden benim niye haberim yok?” Vezir cevap verememiş. Çünkü bülbülden onun da haberi yokmuş. Hemen bahçıvanı çağırtıp;
“Söyle bakalım” demiş, “saraydan bütün dünyanın duyduğu bir bülbül varmış. Neden benim haberim yok?
Bahçıvan; “Bağışlayın efendim!”
Vezir:
“Çabuk onu bulun bana!” diye bağırmış.
Bahçıvan, her yeri aramış taramış, herkese sormuş ama bülbül bulamamış. Vezir çare olarak, hükümdara “Bu birilerinin uydurduğu bir şey olsa gerek” demiş.
Hükümdar daha da hiddetlenmiş ve “Hayır, bu olamaz! Bunu bana güvendiğim birisi söyledi. Hemen bülbülü bulun, yoksa hepinizi cezalandırırım” demiş. Sarayın mutfağında çalışan bir kız bahçıvana gelip;
“Aradığınızı burada bulamazsın!” demiş “ama isterseniz ben sizi onun yanına götürürüm.” Buna çok sevinen saray görevlileri hemen bülbülün yaşadığı ormanını yolunu tutmuşlar. Bülbülün yaşadığı yere gelince; “Küçük bülbül!” diye bağırmış kız. Bülbül bir ağacın dalında görününce, “Hükümdar, seni görmek ve sesini duymak istiyor. Bizimle gelmezsen hepimizi cezalandıracak” demiş.
Bülbül bunu kabul edince, yolda onun sesinden şarkılar dinleyerek birlikte saraya dönmüşler. Hükümdarın huzuruna çıkarılan bülbül, güzel sesiyle şaklamaya başlamış. Öyle yanık ötmüş ki, hükümdar hem duygulanıp gözlerinden yaşlar akıtmış, hem de çok mutlu olmuş. Bülbüle “dile benden ne dilersen!” demiş. Bülbül “en güzel hediye, sizi mutlu görmek” diye cevaplamış onu. Bütün herkesin sevgisini kazanan bülbül, saraydakilerin baş tacı olmuş. Bundan sonra sarayın bahçesinde yaşamaya, zaman zaman da güzel sesiyle hükümdara şarkılar söylemeye başlamış. Bütün ülke halkı, bülbülün şarkılarını dinlemek için sarayın çevresine toplanırlarmış orada bir.
Günlerden bir gün hükümdara bir hediye sandığı gelmiş. Açtıklarında içinden mücevherler ile değerli taşlarla süslenmiş oyuncak bir bülbül çıkmış ortaya. Bir kurma kolu varmış bu camdan yapılmış oyuncak bülbülün üstünde. Bunu ayarladığınızda gerçek bir bülbül gibi ötmeye başlıyormuş. Bir zaman sonra, gerçek bülbül hükümdarın bu oyuncak bülbül geleli kendisiyle ilgilenmediğini görünce üzülmüş ve bir fırsatını bulup saraydan kaçmış.
Her gün güzel sesiyle ötmeye devam eden oyuncak bülbül ise, günün birinde bozul vermiş. Hükümdar bülbülün sesini öylesine alışmış ki, o zaman gerçek bülbülün eksikliğini farketmiş ve ona haksızlık ettiğini anlamış. Üzüntüsünden hasta olup yataklara düşmüş. Hükümdar günden güne daha da kötüleşmiş ve halk onun durumuna çok üzülmüş. Onu yatağında çaresiz şekilde görünce, artık iyileşmeyeceğini düşünüp yeni bir hükümdar seçmek istemişler hemen.
Hükümdarın hastalığı ve yeni hükümdar seçileceği haberleri saraydan kaçan bülbüle kadar ulaşmış. Hükümdarın sevgisini ve pişmanlığını öğrenen bülbül, ona yardımcı olmaya karar vermiş. Hemen gelip hükümdarın yattığı odanın penceresine konmuş ve güzel sesiyle tekrar tekrar şarkılar söylemeye başlamış.
Hasta yatağında bülbülün sesini duyan hükümdar, kendine gelmeye başlamış. Nihayet sabaha yakın, hükümdar iyileşip ayağa kalkmış. Kendisini iyileştirenin bülbülün sesini duymak olduğunu biliyormuş. Hükümdar bundan sonra onu hep seveceğine; bülbül de ona, arada bir gelip şarkı söyleyeceğine söz vermiş. Sabah saraydaki herkes hükümdarı ayakta görünce hem çok şaşırmış, hem de sevinmiş.
Hükümdar sonraki hayatını sarayın bahçesindeki güzellikleri doya doya yaşayarak ve bülbülün tatlı nağmelerini dinleyerek geçirmiş.
|
https://www.masaloku.net/hayat-suyu/
|
Hayat Suyu Masalı
| null | null | null |
Hayat Suyu Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Büyük saraylardan birinde bir kral ve üç oğlu yaşarmış. Kralın iki oğlu kendini beğenmiş ve kötüymüş. En küçük oğlu ise çok iyi yürekli bir gençmiş.
Bir gün kral hastalanmış. Sarayın doktorları, kralın hastalığına çare bulamamışlar. Sarayın büyücüsü kralı ancak hayat suyunun iyileştirebileceğini söylemiş. Ancak bu suyu bulmak çok zor ve tehlikeliymiş. Bunu öğrenen üç oğlu hayat suyunu bulmaya karar vermişler. En büyük oğlu kralın yanına gelip:
– İzin ver, bu suyu sana ben getireyim, demiş.
Kral, bunun çok tehlikeli olduğunu söyleyip, izin vermeye yanaşmamış. Büyük oğlu ise çok dil dökmüş.
En sonunda babasını razı etmiş. Büyük oğlunun niyeti hayat suyunu getirip, babasını iyileştirmek, karşılığında ise babasından sonra kral olmakmış.
Sabah yola çıkmış. Dağlar, tepeler aştıktan sonra karşısına bir cüce çıkmış.
– Böyle acele acele nereye gidiyorsun? Diye sormuş cüce.
Prens kibirli kibirli:
– Pis cüce, sana ne demiş ve atını sürmüş. Cüce buna çok kızmış ve arkasından kötü bir büyü yapmış. Kralın oğlu dar bir geçide geldiğinde geçit iki taraftan kapanıp prensi hapsetmiş.
Kral, uzun zaman oğlunu beklemiş, ama bir haber
alamamış. Bunun üzerine ortanca oğlu, babasının yanına gidip demiş ki:
– Baba, bırak gideyim de o suyu ben getireyim, diye yalvarmış.
Kral sonunda ona da izin vermiş. Ortanca oğlu yola çıkmış. Abisi gibi bir süre yol aldıktan sonra cüceyle karşılaşmış. Cüce ona da sormuş:
– Böyle acele acele nereye gidiyorsun?
Prens:
– Seni ilgilendirmez, beni meşgul etme, demiş.
Ve atını sürmüş. O da az sonra abisi gibi geçide varmış. Cücenin yaptığı büyüyle geçit ona da iki yandan kapanmış. Ve hapis kalmış. Ortanca oğlunun da geri dönmemesi kralı oldukça endişelendirmiş.
Kralın en küçük oğlu bunun üzerine babasının yanına varıp, hayat suyunu bulmak için izin istemiş. Babası çaresiz izin vermiş. Küçük Prens hayat suyunu aramak için yola çıkmış. Aynı yerde cüceyle karşılaşmış. Cüce ona nereye gittiğini sormuş. Küçük Prens ona tatlı dille cevap vermiş:
– Babam çok hasta, ona hayat suyunu bulmaya gidiyorum, demiş.
Cüce:
– Sen çok iyi bir çocuksun. Sana yardımcı olacağım. Hayat suyu sihirli bir sarayın bahçesindeki gümüş pınardan çıkar. Şu demir sopa ve iki ekmeği al, sarayın kapısına var. Kapıya üç defa vurunca kapı açılır. Kapının ardında iki aslan yatar. Ekmekleri onlara verirsen sana bir zarar vermezler. Sen de hayat suyunu alır gelirsin. Ama, gece yarısından önce oradan çıkman lazım, yoksa sarayın kapıları kapanır ve hapis kalırsın, demiş.
Küçük Prens yola çıkmış, cücenin dediklerini bir bir yaptıktan sonra saraya girmiş. Kendisini çok güzel bir salonda bulmuş. Yerde bir kılıç duruyormuş. Kılıcı yanına almış daha sonra odaları bir bir gezmeye başlamış. Odalardan birinde çok güzel bir genç kız varmış. Kız onu görünce sevinmiş ve kapıyı açıp kendisini büyüden kurtardığını, bir yıl sonra yine gelirse kendisiyle evleneceğini ve tüm ülkeye sahip olacağını söylemiş. Sonra pınarın yerini göstermiş, fakat acele edip gece yarısından önce saraydan çıkmasını tembih etmiş.
Küçük Prens odaları gezmeye devam etmiş. Bir odada da yere serilmiş güzel bir yatak duruyormuş. Küçük Prens çok yorgun olduğundan biraz uyumaya karar vermiş. Uyandığında, gece yarısının yaklaşmakta olduğunu farketmiş. Hızla pınara koşmuş, suyu alıp kapı kapanmak üzereyken dışarı çıkmış. Küçük Prens, hayat suyunu alıp cücenin yanına varmış. Cüce, kılıcı görünce:
– Bu kılıçla bütün orduları yenebilirsin, demiş.
Küçük Prens:
– İki kardeşim de hayat suyunu bulmak için yola çıktı fakat geri dönmediler. Onları bulmama yardım et lütfen, demiş. Cüce bu teklifi kabul etmiş, fakat Küçük Prens’in kardeşlerinden sakınması gerektiğini tembih etmiş. Cüce yaptığı büyüyü bozup, kardeşlerini serbest bırakmış.
Kardeşleri kurtulunca Küçük Prens bütün olanları anlatmış. Bir yıl sonra hayat suyunu aldığı saraydaki kızla evlenip, ülkenin başına geçeceğini söylemiş. Hep birlikte saraya doğru atlarını sürmüşler.
İki büyük kardeş, hayat suyunu bulduğu için babalarının krallığı küçük kardeşlerine vereceğini düşünmüşler ve onu ortadan kaldırmaya karar vermişler. Bir fırsatını bulduklarında, hayat suyunu alıp yerine deniz suyu doldurmuşlar.
Saraya vardıklarında, Küçük Prens, babasına suyu vermiş. Kral sudan içince daha çok hastalanmış. Kardeşleri krala varıp, küçük kardeşlerinin kendisini zehirlemeye çalıştığını, asıl hayat suyunun kendilerinde olduğunu söyleyip, küçük kardeşlerinden aldıkları gerçek hayat suyunu babalarına vermişler. Kral, hayat suyunu içince iyileşmiş. İki kardeş, küçük kardeşlerinin yanına gidip onunla alay etmişler:
– Hayat suyunu sen buldun, zahmeti sen çektin ama kazanç bizim oldu. Bir yıl sonra ikimizden biri hayat suyunu bulduğun saraydaki kızla evlenecek. Bize karşı çıkarsan canından olursun, demişler.
Bu arada kral küçük oğlunun kendisini öldürmeye çalıştığına inandığı için çok öfkeliymiş. Küçük oğlunun ülkenin başına geçmek istediğini zannediyormuş. Saray halkı toplanıp, küçük prensin öldürülmesine karar vermiş.
Günün birinde Küçük Prens hiçbir şeyden habersiz ava çıkmış. Kralın avcısı da onunla berabermiş. Küçük Prens ormanda avcıyı üzüntülü görünce sormuş:
– Neyin var sevgili avcı?
Avcı:
– Sizi vurup öldürmem gerekiyor. Kral böyle emretti, demiş.
Prens şaşırmış:
– Sevgili avcı canımı bağışla, sana süslü elbiselerimi
vereyim sen de üzerindeki eskileri bana ver. Küçük Prens’in ne kadar iyi kalpli olduğunu bilen avcı bu öneriyi kabul etmiş. Zaten Küçük Prens’i öldürmeye eli varmıyormuş. Küçük Prens, ormana dalıp kaybolmuş.
Aradan uzun zaman geçmiş.
Birgün, Küçük Prens’e yardım eden cüce, ihtiyar kralı ziyarete gelmiş. Ve küçük oğlunu sormuş. Kral olanları bir bir anlatmış. Cüce bunları duyunca çok üzülmüş, gerçekleri krala açıklamış. Kral gerçekleri öğrenince üzüntüsünden ağlamaya başlamış. Kralın avcısı konuşulanları duyup krala, Küçük Prens’i öldürmediğini söylemiş. Kral bunu duyunca çok sevinmiş. Oğlunu bulmak için her yana haberciler göndermiş.
Bu sırada kralın iki büyük oğlu bir yıl dolmadan saraydaki kızla evlenmek için, birbirlerinden habersiz yola çıkmışlar. Saraya önce kralın büyük oğlu varmış. İçeri girmiş ancak saray muhafızları onu yakalayıp iyice hırpalamışlar. Büyük prens canını zor kurtarmış. Aynı şeyler ortanca prensin de başına gelmiş. Küçük Prens ise ormandan çıkıp sarayın kapısına geldiğinde tam bir yıl dolmuş sarayın kapıları açılıp, genç prensese kavuşmuş. Hemen düğünleri yapılmış. Küçük Prens ülkenin başına geçmiş. Babaları ise haber gönderip kendisinden özür dilemiş. İki büyük oğlunu cezalandırmak istiyormuş. Bunu öğrenen oğulları ülkeden kaçmış, bir daha geri dönmemişler. Ve ömür boyu yaptıkları kötülüklerin cezasını, yoksulluk içerisinde yaşayarak ödemişler. Küçük Prens, prensesle uzun ve mutlu bir hayat sürmüş.
|
https://www.masaloku.net/keloglan-ile-kirmizi-tas/
|
Keloğlan ile Kırmızı Taş Masalı
| null | null | null |
Keloğlan ile Kırmızı Taş Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak bir ülkede Keloğlan ve annesi yaşarmış. Annesi onu çok sever ` kel oğlum keleş oğlum, canımın içi oğlum, büyüde anana bak, anan yaşlanıyor a oğlum` dermiş. Anası bunu söyledikçe keloğlan hoplar zıplar, şımarır; “A benim canım anam, gözümün nuru anam, hele sen bir yaşlan, keloğlan bakar anam” diye cevap verirmiş.
Bir gün annesi komşuya gitmek için evden çıkmış, çıkarken de, Keloğlan’ı tembihlemiş.
– Sakın ha evden dışarı çıkma, kırmızı taşla maşla oynama, sonra yel alır seni, orada anam diye ağlama.
– Tamam anam, canım anam, hiçbir yere gitmem anam` demiş bizim Keloğlan ve anasının arkasından el sallamış..
Masal bu ya o sırada bir kuş keloğlanın odasının camına gelmiş ve ona seslenmiş.
– Keloğlan keleş oğlan
Neden bu telaş oğlan,
Annen sana kal dedi
Ama sen gel geç oğlan
Keloğlan şaşırmış önce. Kuşun nasıl konuştuğuna akıl sır erdirememiş. Sonra
– sSen nasıl konuşuyorsun böyle diyerek kuşa doğru koşmuş, kuşu kanadından yakalamaya çalışmış. Kuş öyle bir uçmuş ki, sanırsınız bir daha kimseler yakalayamaz onu. Keloğlan;
– Vay benim kel başım, keleş başım.. Vay benim can kuşum, can kuşum diye ağlamaya başlamış. Sonra kendisi de niye ağladığını anlamamış, söylediklerine akıl sır erdirememiş. O sırada kuş cama doğru yaklaşıp;
– Kırmızı taşa bak, hemen olduğun yerden kalk, prensesi bul, çabuk oradan uzaklaş. Diyerek uçmuş gitmiş. Keloğlan ne olduğunu anlamaya çalışmış ama bir türlü çözememiş. Ama içinden bir ses ona adeta baskı yapıyormuş, sanki meraktan çatlayacakmış. Keloğlan evden çıkmış, saatlerce yürümüş, yürümüş bir süre sonra kaybolduğunu anlamış. Kaybolmuş ama sanki başka bir ülkeye gelmiş gibiymiş. Her yerde kırmızı taşlar varmış. Taşlara doğru eğilip dokunmaya çalışınca, taşlar kaçmaya başlıyormuş. Keloğlan onları kovalamış, taşlar kaçmış, Keloğlan kovalamış taşlar kaçmış ve annesinin söylediği o rüzgar keloğlanı almış uçurmuş. Keloğlan uçarken bir yandan da annesinin sözlerini hatırlıyormuş. en sonunda kendini karanlık bir çukurun içinde bulmuş. Etraf zifiri karanlıkmış. Keloğlan bu zifir gibi karanlık içinde ne yapacağını bilemez halde duruyorken, bir kuş uçmuş havaya doğru, bu kuş Keloğlan’ın yanına gelen küçük kuşun ta kendisiymiş. Keloğlan’a kanadının birini uzatmış, Keloğlan tam kanadını tutuyormuş ki, kuş onun eline kırmızı bir taş bırakıp uçuvermiş. Keloğlan günlerce elindeki bu kırmızı taşla dolaşmış durmuş,hatta bir ejderha onu az kalsın yiyormuş, bizimki canını zor kurtarmış.
Birkaç gün sonra bir cüce keloğlanın yolunu kesmiş,`Sen bu kırmızı taşlardan ne istersin, bırak git` demiş. Keloğlan cüceyi epeyce kovalamış ve sonunda cüce gözden kaybolmuş. Sonunda bir de kafasını çevirip bakmış ki, kocaman bir sarayın yanı başında duruyor: Sarayın kapısında yine o kuş, Keloğlan elindeki kırmızı taşı kuşa doğru fırlatmış;
– Benim başıma ne haller açtın. Senin yüzünden nerelere geldim ben, anamı nasıl bulacağım söyle bana. Köyüme nasıl döneceğim diye bağırmaya başlamış. Taş kuşun kafasına çarpmış, çarpar çarpmaz etrafa kırmızı taşlar yağmaya başlamış ve o kız güzeller güzeli bir prenses olmuş, Keloğlan bu prensesle kırk gün kırk gece düğün yapmış ve köyüne dönmüş.
|
https://www.masaloku.net/minik-deve/
|
Minik Deve Masalı
| null | null | null |
Minik Deve Masalı
Var var iken, yok yok iken, uzak bir diyarda, bir deve çiftliğinde şirin bir deve ile ailesi yaşarmış. Bu ailenin minik bir yavrusu varmış. Anne deve, nereye giderse minik yavruyu da yanında götürür, onu eğiterek hayatta kalması için ona tecrübelerini aktarırmış. Nerelerde yiyecek bulacağını, nasıl tehlikelerden korunacağını ona öğretmek için çabalarmış.
Günlerden bir gün, kervan hazırlanmış uzun bir seyahate çıkacaklarmış. Bütün yükleri Anne devenin sırtına yüklemişler, sıcak havanın da etkisiyle oldukça zorlu bir yürüyüş yapıyorlarmış. Minik deve, tüm bunlara aldırış etmeden, hoplaya zıplaya doyasıya eğleniyormuş. Anne deve minik yavruyu sık sık ikaz ediyor, yavaş olması gerektiğini söylüyormuş. Minik deve ise, uyarılara hiç aldırış etmeden hoplamaya, zıplamaya devam ediyormuş.
Bir vakit sonra sıcaklar iyice bastırmış, yükler gittikçe Anne devenin sırtında daha ağır olmaya başlamıştı deren bir kum fırtınası kopmuş. Minik deve ilk defa böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmış. Bir ara annesinin yanına sığınır gibi olmuş. Fırtına az sonra dinmiş ve Anne devenin gözleri minik deveyi arıyormuş. Bir ara minik deveyi göremeyince çok korkmuş ama biraz baktıktan sonra kum fırtınasının sürüklediği yavrusunun ona doğru koştuğunu görünce mutlu olmuş. Ah yavrum, neden söz dinlemezsin? Az kaldı kaybolup gidiyordun demiş.
Tekrar yolculuğa başlamışlar ama Minik devenin yürüyecek hali kalmamış.
– “Anneciğim, biraz yavaş yürüyebilir misin? Çok yoruldum, sana bir türlü yetişemiyorum”. demiş.
Bunun üzerine anne deve,
– “Ah canım yavrum” demiş, ne yapabilirim ki? “Yular benim elimde değil ki, yular başkasının elinde, o benim yavaş yürümemi isterse, yavaş yürürüm. Hızlı yürümemi isterse de hızlı yürüyorum. Dur dediği zaman durmak, koş dediği zaman koşmak mecburiyetindeyim. Yular başkasının elinde olunca kuralları o koyar unutma. Unutma da hızlı yürü biraz. Yoksa azar işiteceğiz.”
|
https://www.masaloku.net/orman-kuslari/
|
Orman Kuşları Masalı
| null | null | null |
Orman Kuşları Güzellik Yarışması Masalı
Orman sakinleri, kuşlar için bir güzellik yarışması düzenlemiş. İçinizdeki en güzel kuş sizin kralınız olsun demiş. Bütün kuşlar derhal dere kenarına gitmişler yıkanmışlar, temizlenmişler, tüylerini tarayıp iyice süslenip püslenmişler. Doğrusu papağan başta olmak üzere hepsi pırıl pırıl parlıyorlarmış. Diğer kuşların çok güzel olduğunu bilen karga, kendisinin ne yapsa da onlar kadar güzelleşmeyeceğini biliyormuş. Dere kenarına gidip diğer kuşların taranırken düşürdüğü tüyleri alıp kendisine takmış, takıştırmış. O kadar güzelleşmiş ki, bütün kuşlar hayretler içinde ona bakıyorlarmış. Nihayet yarışma vakti gelmiş, bütün kuşlar orman sakinlerinden oluşan jürinin önünde toplanmışlar.
Jüri, tüm kuşları tek tek dikkatlice incelemiş, içlerinden türünün bilemediği bir kuşu çok beğenmişler. Bu kuş bizim kurnaz karga imiş. Çok beğenmişler, bundan böyle kralınız bu olsun demişler. Kuşlar, kargayı tebrik etmek için ona sarılmaya başlamışlar. Her sarılışta karganın tüyleri dökülmüş, sonunda bizim kara karga, o eski kara kuru görüntüsüne dönmüş. Bunun gören jüriler kargadan krallığı almışlar. Karga da hilenin aldatıcı ve geçici olduğunun farkına varmış, pişman olmuş, herkesten özür dilemiş. Bu masal da burada bitmiş..
|
https://www.masaloku.net/nasrettin-hoca-ve-cocuklari-fikrasi/
|
Nasrettin Hoca ve Çocukları Fıkrası Masalı
| null | null | null |
Nasrettin Hoca ve Çocukları Fıkrası
Günlerden bir gün, Nasrettin Hoca’nın iki çocuğu varmış. Büyük oğlu, civar köylerin birinde çömlekçilik yapıyormuş. Bir gün Nasrettin Hoca büyük oğlunun yanına gidince:
– “ Baba, bütün sermayemi şu çömleklere yatırdım” demiş. “ Hava güneşli olur da, tez zamanda hepsi kurursa zengin olacağım. Ama olur da yağmur yağarsa anam ağlayacak!”
Nasrettin Hoca onun yanından ayrılıp, diğer köydeki küçük çocuğun yanına gitmiş.
Küçük oğlu : – “ Baba, varım yoğum şu tarlada, vaktinde yağmur yağarsa, ekinlerim bol gelecek, zengin olacağım. Olur da kuraklık gelirse anam ağlayacak” demiş.
Hoca Nasrettin eve dönmüş, canı çok sıkkınmış.
Hanımı : – “Hayrola hoca, canın bir şeye mi sıkkın? Neden yüzün asık” demiş.
– “Benimki bir şey değil hanım” demiş Hoca,
“asıl en kendi halini düşün. Yağmur yağsa da, yağmasa da bizim oğlanlardan birinin anası ağlayacak”.
Fıkradaki Öğüt: Tedbirin önemi anlatılmak istenmiştir. Tedbir olmadan işlerimizi tesadüflere bırakmamalıyız. Başarının sırrı her ne kadar çalışmakta da olsa, bir diğer sırrı ise işimizi yaparken tedbirli olmalıyız.
|
https://www.masaloku.net/aslan-ve-minik-tavsan/
|
Aslan ve Minik Tavşan Masalı
| null | null | null |
Aslan ve Minik Tavşan Masalı
Ormanlar kralı aslan, her sabah gün doğduğu gibi dehşetle kükrüyor, bu durum orman sakinlerini oldukça tedirgin ediyordu. Günlerden bir gün, maymunlar, sincaplar, geyikler, ceylanlar, kangurular, tavşanlar ve diğer hayvanlar aralarında toplantı yaptılar; “Her sabah acaba bugün hangimiz aslana av olacağız diye mi yaşayacağız?” diye sorunu tartıştılar. Sonunda aslanın huzuruna çıkmaya karar verdiler;
– “Sevgili kralımız, biz kendi aramızda anlaştık. Her gün ölüm korkusunu yaşamaktansa, her gün içimizden birini size kurban vereceğiz. Böylece hem siz hiç yorulmayacaksınız, hem de biz her gün korkuyla yaşamayacağız.”
Aslan bunu duyunca çok mutlu oldu. Her sabah ayağına kadar gelen avlarını afiyetle yiyordu. Yine bir gün, kurban olma sırası bizim minik tavşana geldi. Minik tavşan yaşamayı çok istiyor, kendi ayağıyla aslana yem olmayı da hiç istemiyordu. Her geçen saat aslanın sabrını zorluyor, tavşan ise gitmemekte ayak diretiyordu. Nihayet tavşan gitmeye karar verdi, aslanın huzuruna çıktı. Aslanın karnı çok acıktığından, tavşanın geç kalmasına hayli sinirlenmişti.
– Zaten el kadar canın var, bir de geç mi kalıyorsun? Neredeydin bu saate kadar diye minik tavşana bağırdı.
Minik tavşan boynunu büküp:
– “Sevgili kralım dedi, sabah sizin yanınıza gelirken yolda bir aslanla karşılaştım, kralımızın yanına gidiyorum dedi. Kendisinin Kral olduğunu söyleyip size ağza alınmayacak sözler söyledi, canımı zor kurtardım..” dedi.
Aslan kral bu duruma oldukça öfkelenmişti.
– “Vay küstah vay! diye kükredi. Galiba eceline susamış, gidip güçlü pençelerimle ona bir ders vereyim.” demiş.
Tavşan ile aslan beraber diğer aslanı bulmak için yola düşmüşler. Bir zamanlar sonra bir kuyunun başına varmışlar.
Minik Tavşan:
– “Sevgili kralım! Sizin için küstah sözler söyleyen, kendini bilmez aslan bu kuyunun içinde!” dedi.
Aslan kuyuya eğilince, suyun yüzeyinde kendi yansımasını görüp başka bir aslan sanmış, kükremeye başlamış. Aslan kükredikçe kuyudaki ses yankılanıp daha şiddetli yukarı geliyormuş. Aslan iyice sinirlenip kuyuya atlamış. Aslan, tavşanın oyununa geldiğini anlamış ama iş işten çok geçmişti..
|
https://www.masaloku.net/kayikci-keloglan/
|
Kayıkçı Keloğlan Masalı
| null | null | null |
Kayıkçı Keloğlan Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, bir padişahın şirin mi şirin, tatlı mı tatlı bir kızı ve oğlu varmış. Padişah, her iki çocuğunu da her şeyden çok sever, onlar ne isterse derhal yerine getirirmiş.
Bir gün padişah şöyle düşünmüş, “Ben oğlum üzülmesin, sıkılmasın diye onun hiçbir şeyine karışmadım. Halbuki bir gün öldüğüm zaman, memleketin idaresi ona kalacak. Onun bu ülkeyi idare edebilmesi için tecrübeli ve bilgili olması lazım. Şu halde hemen hocalar tutarak zamanın bilgilerini oğluma öğretmeliyim.”
bunu düşünür düşünmez hemen vezirini yanına çağırmış ve olanı biteni anlatmış. Bu fikir veziri memnun etmiş. Ertesi gün derhal memleketin her tarafına haberler yollanmış. Memleketin en bilgili adamları saraya çağrılmış. Yalnız padişahın oğlu bundan hiç memnun olmamış, hatta üzülmüş. Çünkü o şöyle düşünüyormuş:
– Niçin insan canını eziyete sokmalı? İşte babam da okuma yazma bilmiyor. Memleketi idare edemiyor mu? Millette onu pekala seviyor. Meydanda at oynatmak dururken ne diye kafamı yorayım?
Hakikaten şehzadenin dünyada en çok sevdiği şey sarayın meydanlığında at koşturup, oynamakmış.
Günler geçmiş ve şehzadeye hocalar tutulmuş. O, düşündüklerini kimseye söyleyemediğinden, hırslı hırslı sarayın bahçesinde dolaşıyormuş. Birdenbire bizim keloğlan keleş oğlan bir ağacın dibinde uyuyormuş, üstü başı gayet perişan bir halde görmüş.Keloğlanın yüzünden, iyi bir insan olduğu anlaşılıyormuş. Şehzade onu omuzlarından sarsarak uyandırmış ve ona :
– Burada kuru toprak üzerinde uyuduğuna göre, hiç derdin yok galiba, kimsin sen? demiş.
O da :
– Ben Keloğlan kulunuz, sarayın kayıkçılarındanım, dünyada dertsiz kul olur mu efendim, ama her derdin dermanı bulunur elbet. Fakat derdini söylemeyenler bu dermanı bulamazlar, demiş.
Bunu duyan şehzade derdini Keloğlan`a anlatmış. Zavallı Keloğlan bunun dert olduğuna bir türlü inanamıyormuş.
Bunun üzerine şehzadeye :
– Aman efendim herkesin derdi bunun gibi olsa, dünyada okuyup öğrenmekten büyük nimet olur mu? demiş.
Bunu duyan şehzade birdenbire Keloğlan`ı omuzlarından yakalamış ve :
– Dur, aklıma bir şey geldi. Madem ki öyle, benim yerime sen geç. Hocalar nereden bilecekler senin ben olmadığını? Benim esvaplarımı giyersin, ders günleri ben de benim odalarıma hiçbir hizmetçinin girmemesini emrederim. Seni gören olmaz siz ders yaparken, ben de istediğimi yaparım, demiş.
Şehzade derdine çare bulduğu için çok seviniyormuş ama bu çok tehlikeli bir iş olduğu için Keloğlan itiraz ederek :
– Nasıl olur efendim, babanız duyarsa benim başımı uçurtur, demiş.
Fakat şehzade onu hiç dinlememiş ve :
– Hey, Keloğlan, sana emrediyorum eğer dediklerimi yapmazsan babamdan önce ben senin başını uçururum anladın mı? demiş.
Keloğlan zavallı bir emir kuluymuş. Daha fazla itiraz edememiş, ayrıca okumak yazmak, öğrenmek dünyada en çok istediği şeylermiş. Bir de Keloğlan padişahın kızını bir gün bahçede dolaşırken görmüş ve ona aşık olmuşmuş. Onu bir daha göremediği için de üzülüyormuş. Kendi kendine :
– Böylece belki onu bir daha görebilirim, diyerek için için sevinmiş.
Günler ve aylar geçmiş. Keloğlan ders günleri şehzadenin odasında giyinip, hazırlanıp hocaları bekliyormuş. Ders bitince de yine aşağı kayanın başına iniyormuş. Fakat şehzadeye her seferinde, yaptığı işin fenalığını anlatıyor, yol yakınken dönmesini söylüyormuş ama şehzade söz dinlemiyormuş.
Bir gün Keloğlan dersini bitirip dışarı çıktığında padişahın kızı ile karşılamış. Onu görünce az daha orada pat diye düşüp ölecekmiş. Kızın güzelliği sanki onu büyülemiş. Yerlere kadar uzanan sarı saçlarından dolayı Keloğlan ona “ Sarı Kız “ diyormuş. Sarı Kız da Keloğlan`ı o güzel elbiseler içinde çok beğenmiş. Şimdiye kadar sarayda böyle güzel bir adam görmemişmiş. Bu herhalde ağabeyimin arkadaşlarından birisi diye düşünmüş ve :
– Kardeşimi görmeye gelmiştim, demiş.
Keloğlan da kendini toplayarak :
– Ağabeyiniz ders biter bitmez bahçeye indiler, diye cevap vermiş.
Keloğlan her sabah güneş doğarken evinden çıkar; kayığına biner ve sarayına gelirmiş. Sonra bütün gün yolcu taşır, geç vakitte de evine dönermiş. Keloğlanın kayıklarının geçtiği bu su bir dere değil bir gölmüş. Şehir gölün bir kıyısında kuruluymuş. Öbür kıyısı ise saraya aitmiş.
Bizim dertli Keloğlan`ımız şimdi içinde ikileşen derdi kimseye söyleyemiyor, bu dert onu yiyip bitiriyormuş. Fakat Keloğlan`ın dert ortakları da yok değilmiş. Bunlar gölün kıyısındaki sazlar, kuğular ve kayığın kürekleriymiş.
Keloğlan her sabah ve akşam kayığına binince gözlerini gölün titreşen sularına diker ve derdini sulara şöyle dökermiş :
Çek çek çekirdek Çekirdeğin içi yok Keloğlan`ın suçu yok Padişahın nesi var Türlü türlü i var At oynatan oğlu var İnci dizen kızı var Padişahı bir görsem Sarı Kızı istesem Ver o kızı, al o kızı Ver o kızı, al o kızı
Keloğlan bunu o kadar söylemiş ki bütün sazlar, sular ve kuğular bu şarkıyı öğrenmişler. Bu sırada hocalar da her gün padişaha haberler yollatıp, talebeleri olan . şehzadenin çok akıllı bir genç olduğundan bahsediyorlarmış. Padişah da bundan çok memnun oluyormuş.
Günlerden bir gün hocalar artık, şehzadeye öğretilecek hiçbir şey kalmadığını, bütün bilgileri ona verdiklerini söyleyerek, padişahtan izin istemişler. Giderlerken de eğer isterse yabancı ellerin bilginlerini davet edip, oğlunu imtihan ettirmesini, oğlunun her imtihandan muvaffak olabileceğini de . belirtmişler.
Bu haber şehzade ile Keloğlan`ı çok korkutmuş. Her şey meydana çıkınca, haklı olarak kızan padişah Keloğlan`ın kafasını uçurtacakmış. Şehzade en doğrusunun gidip gerçekleri anlatmak olacağını düşünerek babasına gitmiş. Ondan önce de Keloğlan`a artık saraya gelmemesini, onun kendisini aratacağını, eğer padişah Keloğlan`ı ararsa sakın meydana çıkmamasını söylemiş. Zavallı Keloğlan korkuyla evine kaçap saklanmış.
Padişah oğlunu dinledikten sonra o kadar kızmış ki az daha oğlunu öldürecekmiş. Fakat buna Sarı Kız mani olmuş. Yabancı ellerin bilginleri yavaş yavaş memlekete geliyorlarmış. Şimdi onlar kimi imtihan edeceklermiş. Zavallı adam o gece hiç uyumamış.
Ertesi sabah kayıkları hazırlatmış. Padişah . şehir tarafına geçecekmiş. Göl, o sabah saatlerce Keloğlan`ı beklemiş. Fakat gelen giden yokmuş. Onun yanık sesiyle söylediği şarkıya o kadar alışmışlar ki, bakmışlar Keloğlan gelmiyor, sazlar sallana sallana, kuğular süzüle süzüle, sular titreye titreye bu şarkıyı söylemeye başlamışlar :
Çek çek çekirdek Çekirdeğin içi yok Keloğlan`ın suçu yok Padişahın nesi var Türlü türlü fesi var At oynatan oğlu var İnci dizen kızı var Padişahı bir görsem Sarı Kızı istesem Ver o kızı, al o kızı Ver o kızı, al o kızı
Padişah bu şarkıyı duyunca o kadar şaşırmış ki, her derdini unutuvermiş. Sonra da birdenbire : – Bu şarkının bittiği yere kadar gidelim. Beni aldatan Keloğlan`ı da böylelikle bulabiliriz, demiş.
Şarkının bittiği yerde kayıklardan inmişler. İlk gördükleri adam da onlara Keloğlan`ın evini göstermiş.
Padişahın adamları zavallı Keloğlan`ı kapanıp ağladığı odasından alarak, padişahın huzuruna getirmişler. Dizlerine kapanan Keloğlan`a padişah :
– Cezan ölümdür. Senin kafanı uçuracağım. Bir padişahı aldatmanın ne demek olduğunu öğreneceksin, demiş.
Fakat akıllı , bu işin imtihan bittikten sonra yapılmasını çünkü memlekette yabancı bilginlerin huzuruna çıkabilecek başka bir gencin belki bulunamayacağını söylemiş. Bunun üzerine Keloğlan`ın öldürülmesi birkaç gün ertelenmiş.
İmtihan günü geldiğinde, padişah bu imtihanı seyretmeye oğlunu tanıyanları çağırmamış. Yalnız Sarı Kız bir kapı arkasından içeriyi seyrediyormuş. Birdenbire Keloğlan`ı görünce çok şaşırmış. Çünkü onu bir gün ağabeyinin odasında görmüş ve o günden sonra da ona aşık olmuş. Keloğlan o gün fevkalade bir imtihan vermiş. Padişah kendisini mahcup etmediği için memnun oluyor ve böyle akıllı bir çocuğu öldürmediğine de seviniyormuş.
Salon boşalıp ortada padişah, vezir ve Keloğlan kalınca, içeri Sarı Kız girmiş ve babasına Keloğlanın canını bağışlaması için yalvarmış. Vezir de aynı şeyi düşünüyormuş.
Bunun üzerine padişah :
– Ey Keloğlan, görüyorum ki sen memleket için lazım bir adamsın. Seni affediyorum. Benden ne dilersin? demiş.
Keloğlan duyduklarına inanamıyormuş. Dizlerine kapanarak :
– Sağ ol padişahım, demiş ama arkasını söyleyememiş. Fakat padişah anlamış, bir kızına bir de Keloğlan`a bakmış ve gülümsemiş.
Onlar ermiş muradına, biz de erelim muradımıza…
|
https://www.masaloku.net/aslan-okuz-ve-cakal/
|
Aslan, Öküz ve Çakal Masalı
| null | null | null |
Aslan, Öküz ve Çakal Masalı
Bir varmış, bir yokmuş.Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok çok uzak bir ülkende ihtiyar bir adam yaşarmış. Bu ihtiyarın aşırı derecede müsrif üç oğlu varmış. Bu oğullar babalarının mallarını har vurup harman savurur, sorumsuzca harcarlarmış. Oğullarının bu durumuna çok üzülen babaları, bir gün artık bu duruma bir son vermek için evlatlarını karşısına almış. Önce onları bir güzel azarladıktan sonra nasihat etmiş. Çalışmanın, helal kazancın, ailesinin rızkını temin için gayret etmenin öneminden bahseden etkili bir konuşma yapmış.
Çocuklar bu defa babalarının öğütlerine kulak vermişler, ders almışlar ve yaşantılarına bir çeki düzen vermek için adım atmışlar. İçlerinden en büyük olanı Meyyun bölgesine doğru yola çıkmış. Yolda Şetrebe ve Bendebe adlı iki öküzün çektiği arabasını balçık bir yerden geçirmek isterken öküzlerden Şetrebe çamura saplanmış. Ne kadar uğraştılarsa da öküzü çamurdan kurtaramamışlar.Öküzün ağırlığından dolayı çamurdan çıkarmakta çok ama çok zorlanmışlar. Bunun üzerine, belki çamur kuruyunca kurtulup bize yetişir düşüncesiyle yanında bir adamla birlikte Şetrebe’yi orada bırakıp yollarına devam etmişler. Adam da bir süre sonra başın gelecek tehlikelerden korktuğundan dolayı öküzün yanından ayrılıp kervana yetişmiş ve öküz öldü deyip yalan söylemiş. Bataklıktan bir şekilde kurtulan Şetrebe, etrafta dolanırken sulak, yeşillik bir alana gelmiş. Orada karnını doyurmuş, günlerce otlamış ve eski gücüne kavuşmuş. Gücü kuvveti yerine gelince de keskin keskin böğürmeye başlamış. Meğer o bölgede yaşayan bir aslan varmış. Bu aslan o ormanın kralıymış, o çevrede bulunan bütün hayvanlar emri altındaymış.
Öküzün böğürmelerini duyan aslanın korkudan yüreği hoplamış. Çünkü hazır yiyici olan ve hiç ava çıkmayan bu aslan, hayatında hiç öküz görmemiş, sesini de duymamış. Aslan Şetrebe’den korkmuş. Bu aslanın emri altında bulunan hayvanlardan birbirleriyle kardeş olan Kelile ve Dimne adında iki çakal varmış. Bu çakallardan Dimne, bir gün kardeşi Kelile’ye, kendini krala tanıtmak istediğini söylemiş. Kelile niçin bunu istediğini sorunca Dimne cevap vermiş:
– “Kralımız hazır yiyici biri, hiçbir iş yapmıyor. Sanıldığı kadar da akıllı değil! Eğer kendimi ona tanıtıp zeki fikirlerimi beğendirebilirsem, kıt akıllı olduğu için onun gözünü boyayabilir, belki de yakın dostu olup katında derecemi yükseltebilirim.” demiş.
Kelile kardeşini uyarmış, ona nasihatte bulunmuş. Boş yere hayallere kapılmamasını, aslanın etrafında bir sürü yardakçı varken onun başarılı olamayacağını, hem kendini aslana tanıtsa bile onun gözüne girecek bir hünerinin olmadığını, bu sebeple belki kralın kendisine zarar bile verebileceğini söylemiş. Dimne ise aklı ve zekasıyla bu işi başaracağını söylemiş, bu işi yapmayı kafasına koymuş. Kelile ne yaptıysa Dimne bu fikrinden dönmemiş.
Dimne çok geçmeden aslanın huzuruna çıkmış, kralı saygıyla selamladıktan sonra kendisini tanıtmış. Aslan ne istediğini sorunca Dimne önce övgü dolu sözlerle kralını methetmiş. Sonra da evrendeki her şeyin, bir küçük çöpün bile görevinin olduğunu, belki kendisinin de kralımıza bir yararının dokunabileceğini söyleyerek kapısına geldiğini, hizmetinde bulunmak istediğini söylemiş. Türlü diller dökmüş, misaller getirmiş, hikayeler anlatmış, özlü sözler söylemiş ve bir şekilde kralı sözleriyle etkilemeyi başarmış. Günler geçmiş, dostlukları ilerlemiş, arkadaşlıkları pekişmiş. Bir gün ikisi birlikte oturup konuşurlarken aslan ormanın derinliklerinden Şetrebe’nin böğürtüsünü duymuş ve irkilmiş.Kralın bu halini sezinleyen Dimne çaktırmadan sormuş:
“Bu ses kralımızı endişeye mi düşürdü acaba?”
Bunun üzerine aslan günlerdir korktuğu bu sesten bahsetmiş dostuna. Daha önce hiçbir şeyin kendisini bu ses kadar korkutmadığını, üstelik sesin sahibini de tanımadığını söylemiş. Dimne ise endişe etmemesi gerektiğini, zira sesi gür olan şeylerin içinin sandığımızdan daha boş olduğunu söyleyerek bu ses hakkında bilgi edinebileceğini söylemiş. Aslan buna çok sevinmiş ve Dimne’yi derhal sesin geldiği yere yollamış. Dimne bir süre sonra geri dönmüş ve sesin bir öküzden geldiğini, bütün bu böğürtünün kaynağının sadece bir öküz olduğunu, onun da zararsız ve kendi halinde biri olduğunu belirtmiş. Daha önce hiç öküz görmeyen aslanın endişeleri geçmemiş.
Bunun üzerine Dimne “Ben onu sizin huzurunuza getirip boyun eğdirecek, size itaat ettireceğim!” diyerek aslanın yüreğine su serpmiş. Dimne öküzün yanına varmış, ormanların ve hayvanların kralı aslanın kendisini huzuruna çağırdığını, derhal gitmeleri gerektiğini söylemiş. Şetrebe ise eğer can güvenliğini garanti edebilirse gideceğini söylemiş. Dimne bu konuda garanti vermiş. Aslanın huzuruna varmışlar ve aslan öküzün cüssesine hayran olmuş. Dış görünüşünden dolayı ona saygı göstermiş. Şetrebe de aslana saygı gösterip övgü dolu sözler sarf etmiş. Zamanla birbirlerini sevip çok sıkı ve samimi bir dostluk kurmuşlar. Sırlarını, üzüntülerini, sevinçlerini paylaşır olmuşlar. Aslan artık öküze danışmadan bir iş yapamaz olmuş.
Bu arada kıskançlık krizlerine giren Dimne, kardeşi Kelile’ye dert yanmış. Öküzün kendi mertebesini ele geçirdiğini, onun yüzünden kralın artık kendisine dönüp bakmadığını, bu sebeple aslanla öküzün aralarını açmayı planladığını, aklı ve zekasıyla bunu başaracağını söylemiş. Kelile ona yine nasihatler etmiş. Kelile iyi biriymiş. Bu zehirli düşüncelerden vazgeçmesi gerektiğini, iftiranın kötü bir davranış olduğunu, eğer bir de aslan bunu anlarsa sonucunun ölüm olmasından korktuğunu söylemiş. Dimne ise Kelile’ye hine kulak asmamış.
Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Dimne aslanın huzuruna çıkmış. Aslan onu görünce sitem etmiş. “Uzun zamandır seni meclisimizde göremiyoruz, buna sebep olan nedir, yoksa bilmeden seni üzen bir şey mi yaptık?” diye sormuş. Dimne, birtakım olayların kendisini huzursuz ettiğini, canının sıkıldığını belirtmiş. Aslan anlatmasını isteyince Dimne söze başlamış.”Sevgili kralımız! Sağlam ve güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgilere göre meğer Şetrebe komutanlarınızla birlik olup arkanızdan haince planlar çevirirmiş. Meğer onun tahtınızda gözü varmış. Bu hain düşünceleri geldiğinden beri taşıyormuş.” diyerek aslanın içine kuşku düşürmüş. Göstermelik üzüntülerle, yakınmalarla sözlerini pekiştirmiş. Aslanın bu iddialara inanmak istememiş. Şetrebe ile çok iyi dost olduklarını, onun hiç kötü niyetli birisi olmadığını, hatta ondan şimdiye kadar iyilik dışında bir şey görmediğini belirtmiş. Dimne ise Şetrebe’nin sinsi biri olduğunu söyledikten sonra “Siz asil kralımızın bir danışmanı olarak bu uyarıyı yapmak zorundayım. Öncelikle kendiniz, sonra makamınız, sonra da halkınız için bu uyarımı ciddiye almanız gerekmektedir.” demiş. Türlü söz ustalıkları yaparak, çeşitli yalanlar uydurarak, yalanlarını destekleyen hikayeler anlatarak aslanı kandırmış ve onu Şetrebe’den soğutmuş. Aslan, ne yapması gerektiğini danışınca da tek çarenin onu ortadan kaldırmak olduğunu söylemiş Dimne. Bu arada vakit geçirmeden Şetrebe’nin yanına gitmiş ve onu da aslana karşı kışkırtmış. Dimne sonunda aslan ile Şetrebe’nin dostluğunu bozmuş.
Kralın, iri cüssesi ve lezzetli etinden dolayı uzun zamandır kendisini (Şetrebe’yi) yemek istediğini, hatta Şetrebe’nin etiyle dostlarına ziyafet çekmek istediğini söylemiş. Bir şekilde Şetrebe’yi de yalanlarıyla kandırmış. Onun da içine kuşku düşürmüş ve aslana karşı düşmanlık tohumları ekmiş. Aslanla öküz bir süre sonra karşılaşmışlar. Aslan öküzü karşısında görünce ona kızgınlığından dolayı göğsünü şişirip dimdik bakmış. Öküz de aslanı bu halde görünce “Dimne haklıymış meğer, bu aslan bu sefer beni parçalayıp yiyecek!”deyip kendini savunmaya geçmiş. Ama ne çare ki aslan öküzün işini oracıkta bitirmiş. Ancak sonra üzüntüden kahrolmuş, yaptığı işe bin pişman olmuş.
Dimne ise planının yolunda gitmesine ve öküzün ölmesine sevinerek evine gitmiş. Evde kardeşi Kelile ‘yaptığın işi beğendin mi, iki dostu birbirine düşürdün’ diyerek onu azarlamış. Kelile ve Dimne epey konuşup tartışmışlar. Nitekim gece yarısı evine dönmekte olan ve oradan geçen aslanın yakın dostu kaplan, Kelile ve Dimne’nin konuşmalarını duymuş. Ertesi gün aslanın annesine duyduklarını bir bir anlatmış. Annesi de aslana söylemiş ama bir sır olduğu için kimden duyduğunu belirtmemiş. Bunun üzerine Dimne aslanın huzura çağrılmış, yaptıkları sorulmuş. Sorgudan sonra da hapse atılıp zincire vurulmuş.
Kelile, Dimne’yi hapiste ziyaret etmiş, iki kardeş dertleşmişler. Bunların konuşmalarını yan koğuştaki pars dinlemiş ve Dimne’nin itiraflarını duymuş. Bir süre sonra Dimne yargılanmaya başlamış. Aklının ve zekasının ürünü olan keskin savunmaları ve tezleriyle bir süre direnmiş. Hatta hakimler ve kral bile zaman zaman Dimne’yi suçsuz yere yargıladıklarını düşünmüşler. Ancak mahkeme çıkmaza doğru giderken önce kaplan, sonra da pars, Dimne hakkında bildiklerini ve duyduklarını mahkemede anlatmışlar. Bunun üzerine Dimne suçunu itiraf etmiş ve hapiste öldürülmüş. Yargılanırken yaptığına pişman olsa da bu durum onu ölümden kurtarmamış.
|
https://www.masaloku.net/birbirine-karisan-ayaklar-nasrettin-hoca/
|
Birbirine Karışan Ayaklar Nasrettin Hoca Masalı
| null | null | null |
Birbirine Karışan Ayaklar Fıkrası
Günlerden bir gün, köyün çocukları dere boyuna dizilmiş, ayaklarını suyun içine koymuş öylece oturuyorlardı, ağaç dallarının ucundaki çengelli iğneyle sözüm ona balık avlamaya çalışıyorlardı. Amaç oyun oynamak, serinlemek işte…
Çok geçmeden, tarlada saban yapmadan yorulan Nasrettin Hoca serinlemek için derenin kenarına gelmiş. Hoca’yı gören çocuklar hemen bir muziplik düşünmüşler, başlamışlar bağırıp, çağırmaya..
Nasrettin Hoca çocuklara yaklaşarak; “Ne oldu çocuklar? Ne diye bağırıp duruyorsunuz?” diye sordu. Çocuklardan biri ağlamaklı sözü aldı; ”Sorma Hocam, suyun içinde ayaklarımız birbirine karıştı. Hangisi kim ayağıdır, bulamıyoruz.”
Nasrettin Hoca tatlı tatlı gülümseyerek, “Aaa çocuklarım, tasalandığınız şeye bakın,” diye çocukların yanına geldi.
“Hiç merak etmeyin, ben şimdi sizin ayaklarınızı bulurum.” dedi.
Elindeki sopayı tuttuğu gibi suya vurdu, ayaklarına değen sopanın acısıyla, çocuklar neye uğradığını şaşırıp koşmaya başladılar.
Nasrettin Hoca seslendi. Ne o çocuklar bir teşekkür yok mu? Hadi gelin ölümü öpün, sayemde ayaklarınıza kavuştunuz.
|
https://www.masaloku.net/iki-guvercin/
|
İki Güvercin Masalı
| null | null | null |
İki Güvercin Hikayesi
Günlerden bir gün, uzak bir ülkede iki güvercin yaşarlardı. Bunlardan birinin adı; Gezgin, diğerinin de Oynak idi. Ormanın en güvenli ve en görkemli yerine yuva yapmışlardı. Ne var ki, bir gün Gezgin yuvasından uzaklaşmak istedi. Bu isteğini çok sevdiği arkadaşı Oynak’a söyledi.
– Sevgili Oynak, uzun zamandır bu bölgedeyiz, daha ne kadar burada kalacağız? Sürekli aynı yerlerde dolaşmaktan sıkıldım. Denizlere, uzak ülkelere açılmak istiyorum. Yeni şeyler görmek, yaşamak, öğrenmek istiyorum.
Oynak, Gezgin’i can kulağıyla dinledikten sonra şöyle dedi;
– Sevgili dostum, güzel düşünüyorsun. Ben de senin gibi maviliklere uçmak istiyorum, rengarenk çiçeklerin olduğu bahçelerde gezmek istiyorum. Lakin biliyorsun, bizim için her şeyden önce güvenli bir bölge şart. Kuvvetli bir rüzgar, zalim bir avcı, yırtıcı bir hayvan… Bunların hepsi bizler için büyük tehlike arz ediyor.
Gezgin tekrar söz aldı;
– Kesinlikle haklısın, benim de senin gibi çekincelerim var. Fakat biliyorsun ki, cefa çekmeden sefa sürülmez. Benim de kendime göre yaşanmışlığım, tecrübelerim var. Yol boyunca bu bilgilerimle hayatta kalabilirim. dedi.
– Oynak, Gezgin’ın kararlı olduğunu gördü,
– Sevgili dostum, gel bu konuyu daha sonra konuşalım. Bu arada biraz daha düşünme fırsatı bulursun, dedi. Yalnız başına başka ülkelere göç etmek tehlikeli, yanımızda diğer arkadaşlarımız olsaydı hep beraber daha güvenli yol alabilirdik. Biliyorsun, “Akıl, akıldan üstündür.”
Oynak’ın bu sözleri Gezgin’i vazgeçirmeye yetmedi. Kararlıydı, uzak ülkelere göç edecekti. Hazırlığını yapıp dostu Oynak ile vedalaştı.. Yüksek dağlara doğru kanat çırparak ufuklarda kayboldu. Günler boyu uçarak denizleri, nehirleri, dağları dolaştı. O kadar keyifliydi ki, uçmaktan yorulmak bilmiyordu.
Bir gün, bir vadiye ulaştı. Cennet gibi bir vadiydi.. Ağaçlar yemyeşil, rengarenk çiçekler, şırıl şırıl akan dereler.. Hava mis gibi kokuyordu. Bu vadide konaklamalıydı Gezgin güvercin. Nihayet dinlenmek için bir ağaca konup o eşsiz güzelliği izliyordu.. Aniden bir gök gürültüsü koptu. Gezgin irkildi. İlk defa böyle şiddetli bir gök gürültüsünü duyuyordu. Sonra kuvvetli bir rüzgar geldi yağmurla birlikte. Gök gürlüyor, şimşekler ardı ardına çakıyordu.. Şükür ki, konduğu ağacın gövdesi iriydi. Hemen ağacın kovuğuna saklanıverdi. O an hemen aklına kendi yuvası ve arkadaşı Oynak geldi.
Kendi kendine iç geçirdi: – “Ah! Ah! İnsanın kendi evi gibisi var mı? Keşke ben de yuvamda olsaydım, en azından güvende olurdum.” dedi.
Nihayet uzun gece sona erdi, gün ağardı.. Kuşlar yuvalarından çıkıp ötmeye başladı, çiçekler açmaya başladı.. Gezgin de yorgun, argın ağacın kovuğundan çıktı. Gece boyu gök gürültüsünden, şimşeklerden uyuyamamış. Korkudan tüm gücünü kaybetmiş.
Yorgun kanatlarını çırparak uçmaya başlamış.. Artık öğlene yaklaşmıştı ki, kendisine doğru gelen bir tehlikeyi fark etti. Koca bir şahin, kanatlarını açmış Gezgin’e doğru hızla geliyor. Gezgin’in bir an korkudan gözleri karardı, ölümü hissetti. O an bütün hayatı film şeridi gibi geldi gözlerinin önüne.. Evi, yuvası, ailesi, arkadaşı Oynak.. Derin bir pişmanlık duyuyordu. Garip bir şey oldu o sıra. Tavşancıl kuşu belirdi ortada. O da Gezgin’i avlamak için hamle yaptı. Tavşancıl ile Şahin belli ki avı paylaşamadılar, birbirlerine düştüler. Gezgin bu durumu fırsat bilerek oradan uzaklaşıp kendini güvenli bir yere bıraktı.
Sabaha kadar aç, susuz orada gizlendi. Nihayet sabah olmuştu, her yer aydınlanmıştı. Doğa ana yine her zamanki güzelliğini alabildiğine sergiliyordu.
Gezgin mırıldandı; “Oh be, hayatta olmak, bu güzellikleri yaşamak ne güzel şey!”
Başından geçenleri çabucak unutmuştu. Yine bulutların üstünde uçmaya başladı. Maviliklerin üstünde uçarken adeta raks ediyordu! Uçtu, uçtu, uçtu.. Uçmaktan yorulmuş, karnı da çok acıkmıştı. Bir ses duydu, kendi familyasından olan bir kuşun sesiydi. Çimenliklerin arasında ötüyor, arada yem yiyordu. Süzülerek hemen yanına kondu, yemleri yemeye başladı. O kadar acıkmıştı ki, gözleri çimenlerin arasındaki tuzağı görmeyip faka bastı.
“Eyvah! ayağım” dedi. Çırpınmaya başladı. Anlamıştı başına geleni.. Çağırtkan güvercin onu tuzağa çağırmıştı. O yemler de tuzak için oraya dökülmüştü.
Gezgin; Çağırtkan güvercinin yanına yaklaşarak şöyle dedi:
– İnsanı en çok yaralayan, kendisinden olandan gelen zarardır. Sen de benim familyamdansın! Beni uyarmak bir yana, tuzağa sen çektin!
Çağırtkan güvercin güldü:
– Bizlerde bu hırs olduktan sonra, yapılacak bir şey yok, dedi. Hırs, sadece biz zayıf kuşları değil, güçlü insanları bile tuzağa düşürür. İnsanoğlunun ilk atası Hazretî Adem’in de cennetten kovulması hep bu hırs yüzünden değil mi?
Gezgin, Çağırtkan’ın sözlerini kabul etti. Ama yapılacak bir şey de yoktu. Ona bir tek Çağırtkan yardım edebilirdi. – Haklısın, dedi Çağırtkan’a. Fakat bu tuzaktan kurtulmalıyım, bana yardım eder misin? Eğer bana yardım edersen ömrüm boyunca sana minnettar olurum.
Çağırtkan güvercin de üzgün ve çaresizdi:
– Sevgili dostum, ayağıma baksana, dedi. Onun da ayağı bağlıydı.
– Görüyorsun, dedi Çağırtkan güvercin, benim de ayaklarım bağlı. Kendi irademle burada değilim. Kurtulma gücüm olsaydı, ilk önce kendim kurtulurdum dedi.
Bir de hikaye anlattı Çağırtkan güvercin..
|
https://www.masaloku.net/fare-ile-deve/
|
Fare ile Deve Masalı
| null | null | null |
Fare ile Deve Masalı
Günlerden bir gün, kendini beğenmiş bir fare ile alçak gönüllü bir deve arkadaş olmuşlar. Farenin kendisini beğendiği kadar deve de o kadar mutevazıymış. Fare devenin bu halinden faydalanıp devenin yularını eline alıp nereye gitse ona kılavuzluk edermiş. Tabii orman sakinleri bu duruma pek şaşırmışlar çünkü devenin neredeyse burnu kadar olan bir fare, koca devenin yularını eline almış, onu her gittiği yere götürüyor.
Alçak gönüllü deve, arkadaşının kalbini kırmamak için hiç itiraz etmeden ardı sıra yürüyormuş. Fare ise bu durumdan oldukça memnunmuş. Kendisinden kat be kat büyüklükte olan bir deveye kendince üstünlük sağladığını düşünüyor, kendisiyle övünüyormuş; “Ben ne kadar da güçlü, zeki ve akıllı bir fareymişim. Kocaman deveyi yularından tutmuş gittiği her yere götürebiliyorum” diyormuş.
Farenin bu şımarık tavrı nihayet bizim devenin de dikkatini çekmiş. Farenin ormandaki hayvanlara caka satarak yürüyüşüne bir hayli öfkelenmiş ve ona güzel bir ders vermek istemiş. Çok geçmeden bir nehrin kenarına gelmişler. Fare suyu görünce durmuş, adeta ayakları kilitlenmiş. Deve fareye seslenmiş;
– Ey asil fare dostum, ormanda, dağlarda, bayırlarda önümde yürüyüp bana kılavuzluk yapan cesur fare. Sen benim kılavuzumsun. Önden yürü ki ben de ardın sıra geleyim demiş.
fare; – Bu nehir benim için çok derin. Boğulmaktan korkuyorum, diye cevap vermiş. Deve suyu derinliğini fareye göstermek için suya girmiş. Sular devenin ancak dizine kadar geliyormuş. Deve fareye; – “Şu kadarcık sudan mı korkuyorsun? Su ancak dizlerime kadar geliyor.” demiş. Fare konuşmuş: – Sevgili dostum, dizden dize fark var. Sen dev gibisin ben ise ufacığım. Senin dizine gelen su benim boyumu aşar. Bu sözler üzerine deve fareye dönerek; – O zaman bir daha küstahlık edip, kendini başkalarından üstün görme. Haddini ve yerini bil! Kendin gibi farelerle boy ölçüş, develerle, devlerle boy ölçüşme! demiş.
Fare hatasını anlamış ve deveden özür dilemiş. Bu olaylardan aldığı dersi hiç unutmamış. Gökten üç elma düşmüş; biri masalı okuyanın başına, biri yazanın başına, biri de bu masalı dinleyenin başına…
|
https://www.masaloku.net/keloglan-ile-kor-bakir/
|
Keloğlan ile Kör Bakır Masalı
| null | null | null |
Keloğlan ile Kör Bakır
Bir varmış, bir yokmuş.Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, balıklar ağaçlarda yüzer iken, Keloğlan’ın mahallesinde Kör Bakır adında biri yaşarmış. Kör Bakır, pinti, huysuz, dedikoducu, düzenbaz, madrabaz, hokkabaz birisiymiş. Bencil mi bencil, nekesmi nekesmiş. Fitnede, fesatlıkta, fücurlukta ondan alası yokmuş.
Sürekli çocuklara bağırdığından, onları kovaladığından Çocuklar Kör Bakır’i hiç mi hiç sevmezlermiş. Onu ne zaman görseler hep beraber bağırırlarmış:
Bakır Kulağı sağır Kafası ağır..
Çocuklar bazen de,
Bakır hasta Çorbası tasta Mendili ipek Kendisi köpek
Diye söylenirlermiş.
Kör Bakır kendisini kimsenin sevmediğini bildiğinden, insanlardan uzak durur, herkese kötülük etmek istermiş.
Günlerden bir gün, Keloğlan’ın her gün gelip geçtiği yola derin bir çukur kazmış. Çukurun üstüne de çalı çırpı, ot, çöpler koyup, kendi kendine “KELOĞLAN DÜŞSÜN, BELKİ BİR YERİ KIRILIR” diye söylenmiş.
Keloğlan bu, hiç tongaya basar mı? Yoldaki çalı çırpıyı görünce, bir gariplik olduğunu anlamış. Çukurun üstündeki çalılar kaldırmış, hemen yakınındaki yere Kör Bakır’ın bıraktığı gibi koymuş. Çukurun üstüne de ince bir tahta koyup üstünü toprakla örtüp Kör Bakır’ın oraya gelmesini beklemiş.
Kör Bakır, “Keloğlan’ın neden sesi çıkmıyor, şimdiye kadar imdat diye köyü ayağa kaldırması gerekirdi” diye kendi kendine söyleniyormuş. “Kim bilir, belki de çalıları, çırpıları doğru yerleştirmedim.” diye düşünmüş. Çukuru kontrol etmek için yaklaştığı gibi, kendisi kazdığı çukura düşmüş.
Keloğlan, gürültüyü duyunca hemen koşarak çukurun başına gelmiş, Kör Bakır’ı çukurdan çıkarmış. Başlamış Kör Bakır ile alay etmeye:
Seni saymam sayıya Benzettim ormandaki ayıya Kendi açtığın kuyuya Düşersin de Kör Bakır
Kör Bakır, üzgün bir şekilde, oradan uzaklaşmış. Kendi kazdığı çukura düşmesini bir türlü hazmedememiş. Keloğlan’dan intikam almayı düşünmüş. Akşam olduğu gibi mezarlığa koşmuş, yeni defnedilen bir ölüyü alıp Keloğlan’ın evinin içine yerleştirmiş.
Sonra da kahvede, mahallede dolaşıp söylenmeye başlamış:
– Keloğlan katildir, bir adam öldürdü, ölüyü evinde saklıyor… Keloğlan Kör Bakır’ın bu oyununu bozmak için hemen dolabındaki takım elbiseyi çıkarıp ölüye giydirmiş. Eşeğe bindirip Kör Bakır’ın bostanına götürmüş. Ölünün ağzına bir sigara yakıp tutuşturmuş. Eşek de Kör Bakır’ın bostanındaki sebzeleri yemeye başlamış.
Kör Bakır’a hemen haber vermişler:
– Bir adam eşeği senin bostanın sürmüş, eşek sebzeleri yiyor, kendisi de eşeğe kurulmuş sigara tüttürüyor…
Mal delisi, pinti Kör Bakır deliye dönmüş. Sopayı eline alıp koşmuş, bir yandan da bağırıyormuş:
-Hey… Bostanımdan çık, sebzelerimi yedirme… eşeğini çek çabuk, sür git buradan diyormuş ama adam hiç oralı değilmiş.
Kör Bakır, adamın bu vurdumduymazlığına iyice bozulmuş. Yanına geldiği gibi sopayı var gücüyle adamın kafasına vurmuş. Sopa kırılmış, ölü eşekten düşmüş. O sırada keloğlan saklandığı yerden çıkıp gelmiş.
Bağırmaya başlamış:
– Koşun komşular, dostlar, Kör Bakır adamcağızı sopayla öldürdü demiş. Kör Bakır ölünün yanında çökmüş kalmış. Ne diyeceğini bilememiş. Keloğlan’ın sesine gelen komşuları yetişmişler. Bre adam iki kilo sebze için hiç adam öldürülür mü? diye Kör Bakır’a kızmışlar. Sonra tutup onu kadıya teslim etmişler.
Keloğlan yine söyleme başlamış:
SENİ SAYMAM SAYIYA: BENZETTİM MANKAFA AYIYA KENDİ ETTİĞİN OYUNA GELİRSİN BE KÖR BAKIR
Kör Bakır yine kendi yaptığı oyununa geldiğini anlamış. Anlamış ama iş işten geçmiş. Kör Bakır gibi huysuz bir komşudan kurtulan köylüler, şenlikler yapmışlar. Yel vurdu, sel götürdü. Bir masal da burada bitti.
|
https://www.masaloku.net/keloglan-ile-kose-degirmenci/
|
Keloğlan ile Köse Değirmenci Masalı
| null | null | null |
Köse Değirmenci ile Keloğlan Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Çok yemesi, yok demesi günahmış. Evvel zaman içinde, memleketin birinde, bir Keloğlan varmış. Bu Keloğlana babası, ölüm döşeğinde, boyu kısa köselerle alışveriş etmemesini, yola da, işe de koşulmamasını vasiyet etmiş. Günlerden bir gün, bu Keloğlan, eşeğine iki tay, bir kile buğday yüklemiş, değirmenin yolunu tutmuş. Yamaçtan aşağı, suyun akarına kurulmuş değirmenlerin en altındakine varmış. Yükünü kapının önüne yıkmış, bir de içeriye girmiş bakmış ki, bir köse değirmenci, boyu da kısa, gözleri çakır, durmaz sırıtır, gözlerini de belertmiş, Keloğlana bakmıyor mu?
– Hoş geldin, safalar getirdin Keloğlan, hele buyur, geliver geliver, ne istersen deyiver, diye çağırmış. Bu Keloğlan, başının kelini kaşımış da bir duralamış.
– Un öğütmeye iki tay, bir kile buğday getirdiydim, ama vazgeçtim. Babam ölürken boyu kısalarla, hem de köselerle alışveriş etme, yola, işe koşulma diye vasiyet etmişti. Dur, eşeğe yükümü sarayım da, yukarı değirmene varayım, demiş. Sakalı köse, boyu kısa değirmenci de:
– Hele Keloğlan, gel etme, eyleme, buğdayını öğütüvereyim. Gözünün önünde nasıl hile edecekmişim? Kilede iki kaşık hakkımı alırım, gerisini doldur çuvalına, al götür, diye önüne dökülüp andlar edip, laflar, düzenli sözler sattıysa da, faydasız…
Bu Keloğlan, yükünü sarmış, eşeğine de deh demiş de, doğru dere boyundan çıkmış, üstteki değirmene varmış. Kösenin bu hâl canını pek sıkmış, onuruna dokunmuş. Davranıp, keseden koşmuş yukarı değirmene, Keloğlandan önce ulaşmış, bu değirmenin sahibiyle anlaşmış da, geçmiş çubuğunu yakmış oturmuş. Keloğlan, eşeğini dürtükleyerek kan ter içinde gelmiş, yükünü kapının önüne yıkmış, bir de içeri girmiş, bakmış ki, aşağı değirmendeki şu köse, boyu da kısa, durmaz sırıtır, çakır gözleri fıldır fıldır.
– Hele köse, boyu da kısa, sen nerelerden çıktın, sen aşağı değirmenin sahibi değil miydin?
Bu değirmenci de:
– Ne dersin Keloğlan, neler söylersin, ben bu değirmenin sahibiyim, aşağıdaki kardeşimdir, deyince, bu Keloğlan, başının kelini kaşımış da bir duralamış.
– Ekmeklik un öğütmeye iki tay, bir kile buğday getirdim, ama vazgeçtim. Babamın ölürken, boyu kısa, sakalı köselerle alışveriş etme, işe, yola koşulma diye vasiyeti var. Boz eşeğe yükümü sarayım da yukarı değirmene varayım, demiş. Boyu kısa, sakalı köse değirmenci de:
– Hele Keloğlan, gel etme, dur eyleme, buğdayını öğütü vereyim. Gözünün önünde nasıl bir hile edecekmişim? Kilesinde iki kaşık değirmenci hakkı alırım, gerisini doldur çuvalına, al götür, diye önüne dökülüp andlar edip laflar, düzenli sözler çattıysa da, faydasız.
Keloğlan yükünü sarmış, eşeğine deh demiş de, dere boyundan doğru çıkmış üstteki değirmene varmış. Kösenin bu hâl canını pek sıkmış, onuruna da dokunmuş. Davranıp keseden koşmuş, yukarı değirmene Keloğlandan önce ulaşmış. Bu değirmenin sahibiyle anlaşmış da, çubuğunu yakmış, geçmiş oturmuş. Bu Keloğlan eşeğini dürteleyerek kan ter içinde gelmiş, yükünü kapının önüne yıkmış, bir de içeri girmiş bakmış ki, aşağı değirmendeki şu köse, boyu da kısa, çakır gözleri fıldır fıldır, hiç durmaz sırıtır.
– Hele köse, boyu hepten kısa, sen nerelerden çıktın, sen aşağı değirmenin sahibi değil miydin?
Bu değirmenci de:
– Ne dersin Keloğlan, neler söylersin, bu değirmenin sahibiyim. Onlar da küçük kardeşlerimindir, demiş. Keloğlan bakmış başka değirmen yok. Ununu öğütmeden geri dönmek de olmaz. “Adam sen de,” demiş, “babam bana vasiyet ettiydi ama öğütülürken başında dikilip hile yaptırmadıktan sonra zarar etmez” demiş de, çuvalları sırtlayıp değirmene sokmuş. Buğdaylar “van, van, hışır, hışır” ederek öğütleyedursun, gece olmuş. Bunlar ocağı yakmış, köse ile karşılıklı geçip oturmuşlar. Bir zaman sonra ikisinin karnı iyice acıkmış. Köse, Keloğlana:
– Hele Keloğlan, aç acına ocak başında pineklemekle sabah olmaz. Gel seninle ortaklığına, unu benden, uğrası (uğra:yufka açılırken hamurun tahtaya yapışmaması için serpilen kalın un.) senden, bir çörek edelim de, şu ateşte pişirelim, demiş. Keloğlan, başının kelini kaşımış da, bir duralamış, şöyle bir tasarlamış “Bu işte köse ziyanlı, uğra ne kadar gidecek? Unu ondan olunca ben kârlıyım” diye düşünmüş de razı gelmiş. Kalkmış köse, bir tekneye un dökmüş…
– Unu benden, gördün mü Keloğlan? deyip içine boşaltmış suyu.. Hamur olmuş cıvık cıvık bir çorba.
– Uğrası senden, getir Keloğlan! demiş. Keloğlan oluğun ağzından değirmencinin hak kaşığı ile uğra taşımış. Hamur olmuş taş gibi. Köse boşaltmış tekneye suyu. Hamur olmuş cıvık cıvık bir çorba.
– Uğrası senden, getir Keloğlan! diye bağırmış. Keloğlan her seferinde bir ölçek un kaldırıp hak kaşığı ile uğra taşımış durmadan. Böylece Keloğlan, gide gele, öğütülen buğdayın bir tayını tekneye uğra diye taşımış. Sonunda değirmen çöreği yoğrulmuş. Keloğlan içinden “Bu pazarlıkta bir kertik yer var ama, hele dur bakalım! Bir ölçek ununu bizim bir yük uğraya denk getirdin köse, işin sonunu getirelim” demiş de ikisi meydan sinisi gibi koca çöreği kaldırıp, ocaktaki ateşli külün içine yatırmışlar. Çörek pişedursun, bunlar ocak başındaki eski yerlerine karşılıklı oturup beklemişler. Bu köse bir aralık:
– Hele gel, Keloğlan, seninle yalan yarışı edelim. Hangimiz daha büyük iki yalan uydurursa çörek onun olsun, demiş. Keloğlan her ne kadar:
– Ben yalan bilmem. Bu çöreğin pazarlığında da aklım iyice karıştı, dese de faydasız. Gecenin bir vakti. Kösenin gözleri fıldır fıldır dönüyor. Başlamış yalanlarını anlatmaya:
– Babamın düğününde keşkek kaynattığımız kocaman bir kazanımız vardı. Kepçe ile karıştırıp aktardıkça kazanın dibi aşınmış, delinmiş. Onarmak için dokuz bakırcı getirttik. Dokuzu da kazanın içine girdiler, çekiçle taklatarak dövmeye başladılar. Ustalar o kadar uzak düştüler ki, birbirlerinin çekiç seslerini duymadılar.
Ardından ikinci yalanını anlatmaya başlamış:
Geçen yıl değirmenin önüne bir kabak ekmiştim. Çimlendi, uzadı, dört yana kol salmaya başladı. Sürgenlerinden biri çok uzadı. Ben de bu sürgeni çaydan geçirdim. Karşı dağdaki çam ağacına sardırdım. Gel zaman git zaman bu çay taştı. Köprü yıkıldı. Yolcular o dağdan bu tepeye kabak sürgeninin üstünden geçmeye başladılar. Gittikçe bu sürgen daha kalınlaştı. Üstünden kervanlar, arabalar geçmeye başladı. Bir gün baltayı aldım. Köyüme gitmek için yola çıktım. Kabak köprüsünden geçiyordum. Baktım daldan kocaman kocaman yüzlerce kabak dökülmüş. Bu kabaklardan birine bir balta indirdim. Balta kaçtı kabağın içine. Baltayı almak için ben de içine girdim. Günlerce aradım, bulamadım. Kabaktan dışarı çıkarken ak sakallı bir dedeye rastladım. Dede bana:
– Buralarda ne ararsın, oğlum? diye sordu. Ben de “Aman, ak sakallı koca dede. Kabağın içine baltamı kaçırdım, onu arıyorum” dedim.
Dede güldü: “Aman oğlum, kabağın içinde ben bir sürü devemi kaybettim, gençliğimden beri onları ararım. Bu uğurda saçımı, sakalımı ağarttım. Hâlâ bulamadım. Sen, bir baltayı nasıl bulacaksın? Vazgeç bu işten” dedi.
Köse, ikinci yalanını da bitirince sıra Keloğlana gelmiş. O da başlamış:
– Bizim vakti zamanında bir kovan arımız vardı. Her akşam arıları sayar, kovana kapatırdım. Bir gün içlerindeki topal arı gelmedi. Çuvaldızı yere diktim, tuttum tepesine çıktım. Dört yanımı gözetledim. Bir de ne göreyim? Bizim topal arı karşı ovada bir mandaya eş olmuş, çift sürmüyor mu? Vardım çiftçinin yanına. Bacağındaki kızıl ipliği işaret gösterdim. Tarladan çift kirası hakkımı istedim. Uzatmayalım. Buğdaylar bitti, gelişti. Ekinleri biçmeye gittim. Çöreğin uğrasını bu tarlanın çift hakkından kaldırdım. Tarlanın kıyısındaki ceviz ağacının dibinden bir domuz kaçtı. Ardından bir tırpan savurdum. Tırpan domuzun ardına battı. Domuz kaçtı, tırpan biçti. Domuz kaçtı, tırpan biçti. Uzun etme köse, bu çörek Keloğlana düştü, demiş de hiç ara vermeden ikinci yalanına başlamış:
– Günlerden bir gün gene topal arı gelmedi. Babam “Şu balta ibik, çil horozu eyerle de, bul gel” dedi. Çil horozu eyerledim. Bindim arıyı aradım. Bayırda bulup getirdim. Ama eyer horozun boynunu vurmuş, bir göz irinli yara açılmış. Nenem sağ alsın diye üstüne bir ceviz yaprağı sardı. Bir zaman sonra horozun boynunda bir ceviz ağacı bitti, uzandı. Kocaman bir ceviz ağacı oldu. Köyün çocukları ceviz ağacını taşlamaya başladılar. Üstünde o kadar taş, toprak birikti ki, iki evlek tarla oldu. Bu tarlaya buğday ektik. İşte ocaktaki çöreğin buğdayının yarısını da o tarladan kaldırdım. Bu yalan boyunu aştı, uzun etme köse, çörek Keloğlana düştü, demesiyle, ocakta pişip kabarmış olan çöreği çekip almış. Köse de çaresiz boyun eğmiş. Keloğlan, bıçağını çıkarmış ucundan bir dilim kesmiş, ağzını şaplata şaplata yemeye başlamış. Kösenin açlıktan gözleri iyice kızarmış.
– Aman Keloğlan, bana parasıyla beş akçelik çörek ver veresiye. Şimdi üstümde para yok, yarın köyde öderim, demiş. Keloğlan kel başını kaşımış, sonunda razı olup bir parça kesmiş. Ama köse bununla doymamış. Tekrar beş akçelik veresiye çörek istemiş. Keloğlan inceden bir parça kesmiş. Köse yine doymamış. Bir daha kesmiş. Doymak ne mümkün? Gün ışımış. Buğdayın yarı tayı öğütülmüş. Keloğlan, eşeğin bir yanına un çuvalını, bir yanına da koca çöreği tay edip sarmış. Yola çıkıp köyüne varmış. Yükünü evine yıkıp, doğru kösenin köyüne, alacağını istemeye gitmiş. Bu köse karısına iyice tembihlemiş:
– Yarına Keloğlan gelecek, alacağını istemeye. Kapıya çık. Ağla, sızla, kocam öldü diye ağıt yak, bozla.
Keloğlan geldiği zaman kadın kocasının dediğini yapmış. Keloğlan da:
– Vah, vah, daha dün akşam değirmende çörek pişirdiydik, bana da on akça borcu vardı, diyerek köyün içinde oraya buraya koşuşmuş. Bütün köylüyü ayağa kaldırmış. Cemaatı toplayıp, imamı, muhtarı bulup kösenin kapısına getirmiş.
Gayrı çaresiz kalmış, köse de sırt üstü uzanmış, bunu kaldırıp teneşire koymuşlar, yıkayıp kefenlemişler. Geceleyin omuzlayıp köyün mezarlığına kaldırıp gömmüşler. Keloğlan, herkes çekilip gittikten sonra mezarlığa dönüp mezarın başındaki bir selvi ağacına çıkmış da, “Bakalım bu köse ne yapacak?” diye beklemiş.
O sırada kırk haramiler yüklü hayvanlarıyla gelip, çaldıkları malları ortaya döküp bölüşmeye başlamışlar. Çil çil altınlar, torba torba akçe, mecidiye, mücevherler, top top kumaşlar, antika silahları aralarında bölüştükten sonra, ortada bir türlü bölüşemedikleri altın kabzalı, mücevher kakmalı bir kılıç kalmış. Uzun çekişmeler, azgın konuşmalardan sonra içlerinden birisi:
– Mezarlıkta yeni gömülmüş bir ölü varsa çıkaralım. Kim boynunu bir vuruşta uçurursa, kılıç onun hakkıdır, ona düşer, deyince, herkes bunu kabul etmiş. Hemen araştırıp, o gün gömülmüş olan kösenin mezarını açıp, bacağından çekip dışarı çıkarmışlar. Bakmışlar ki, bu kösenin çakır gözleri çıldır çıldır bakıyor, fıldır fıldır dönüyor. Korkmuşlar, birbirlerine girmişler.
– Aman bre, sizin hepiniz böyle sırt üstü yatar da, çıldır çıldır bakar mısınız?
Köse de boğuk boğuk, derinden:
– Bakarız, bakarız, demiş. Onlar da:
– Arkadaşlarını çağırsan hemen gelirler mi? diye sormuşlar. Köse:
– Gelirler, gelirler, demiş, boğuk boğuk, derinden.
– Hele, çağır bakalım şunları, demişler. Bu köse de kefeninin arasından ellerini çıkarıp şak şak çarparak:
– Toplanın, toplanın! diye seslenmiş. Bunun üzerine kavağın doruğundan
Keloğlan şak şak ellerini çırparak cevap vermiş:
– Geliyoruz, geliyoruz!
Bunu duyan haramiler “Amanın, cinler, hortlaklar bastı, savuşun arkadaşlar!” diyerek, bütün mallarını bırakıp birbirlerini çiğneyerek kaçışmışlar. Çetenin bütün vurgun malları tınazlar gibi yığılıp ortada kalmış. Keloğlan kavaktan inmiş. Köse buna:
– Ulan Keloğlan, on beş akça için başıma bunca işleri getirdin. Senin elinden kurtulmak için diri diri mezara bile girdim, demiş. Sonra oturmuşlar, “Bir sana, bir bana” diye ortadaki mal yığınını bölüşmeye girişmişler. O sırada kırk haramiler içlerinden birini cinlerin yaptıklarını anlamak için yollamışlar. Mallarının, paralarının ne olduğunu merak ediyorlarmış. Harami sürüne sürüne, mezar taşlarının, ağaçların ardına sine sine gelmiş. Bunların seslerini duyacak kadar yanaşmış. O sırada bölüşme bitmiş de, Keloğlan:
– Hele, camgöz köse, benim şu akşamki onbeş akça çörek parasını ver bakalım, diye köseyi çal yaka sıkıştırmaya başlamış. Köse de mezarların arasından harami gözcüsünün geldiğini görmüş de, uzandığı gibi herifin fesini kapınca:
– Hele, al şunu da, onbeş akçanın yerine say, diye Keloğlana atınca, bu harami korkusundan sırt üstü devrilip, yuvarlana yuvarlana, düşe kalka, mezarlıktan canını güç kurtarmış da arkadaşlarına kavuşmuş. Bunların elebaşısı:
– Ey, anlat bakalım, ecinniler, hortlaklar ne ederler? diye sorunca, bu da nefes nefese tıkanarak:
– Ne edecekler. Onbeşer akçadan, onca dağlarca malı bölüşmüşler de, içlerinden birisine hisse düşmemiş. Onbeş akçaya karşılık benim yağlı fesimi kapıp verdiler. Anlayın kalabalığı, deyince, bunların hepsi de “Amanın, artık buralarda durmak olmaz. Başka yerlere gidelim” diye kaçıp savuşmuşlar.
Köse ile Keloğlan da ölünceye kadar komşu yaşamışlar. Ama birbirlerine oynadıkları oyunun sonu gelmemiş. Tanrı onların da yazısını bu yüzden yazmış.
Onlar ermiş muratlarına, darısı başımıza.
|
https://www.masaloku.net/leylek-leylek-havada/
|
Leylek Leylek Havada Masalı
| null | null | null |
Leylek Leylek Havada Masalı
Leylek leylek havada Yumurtası tavada Az pişirdim yemedi Gömlek diktim giymedi Uç dedim uçmadı Bu leylek söz tutmadı Hay koca leylek hay.
Bir zamanlar, uzak bir köyde bir leylek yuvası varmış. Anne leylek, dört yavrusu ile beraber bu yuvada yaşıyormuş. Yavruların gagaları henüz kırmızı olmadığı için siyahmış. Aşağı sokakta çocuklar oyun oynuyorlarmış. Leylekleri görünce, çocukların en yaramazı şarkı söylemeye başlamış. Çok geçmeden tüm çocuklar katılmış bu şarkıya. Hep bir ağızdan “Leylek leylek havada, yumurtası tavada.” diye şarkı söylemeye başlamışlar. Yavru leylekler çok korkmuşlar. Hemen anne leyleğe: “Bu çocuklar bizim için çok kötü şeyler söylüyorlar, korkuyoruz.” demişler. Bunun üzerine leylek anne “Siz kulak asmayın onlara” diye teselli etmiş yavrularını. Ama çocuklar şarkılarını söylemeye devam etmişler. Şarkıyı söylerken bir yandan da parmaklarıyla leylekleri gösteriyorlarmış.
İçlerinde yalnızca bir çocuk katılmamış onlara. Çocuğun adı Peter imiş. Peter: “Hayvanlarla alay etmek çok çirkin bir şey” diyormuş arkadaşlarına ama dinleyen kim?
Ertesi gün, çocuklar oynamaya geldiklerinde yine şarkı söylemeye başlamışlar. “Leylek leylek havada, yumurtası tavada…” Yavrular çok korkmuşlar. Annelerine: “Yumurtamızı tavaya mı koyacaklar?” diye sormuşlar anne leyleğe. Anne leylek “Yok canım, siz bir an önce uçmayı öğrenmeye bakın. Uçmayı öğrenince sizinle çayırlara, bataklıklara gideceğiz. Sonbahar gelip de havalar soğuyunca, sıcak ülkelere göç edeceğiz. Kış gelince burada havalar çok soğur burada, her şey donar” diye öğüt vermiş onlara. Yavrular: “Bu yaramaz çocuklar da burada donarlar mı?” diye sormuşlar annelerine. Anneleri onlara: “Hayır, donmazlar ama çok üşürler, karanlık odalarda otururlar ve çok sıkılırlar. Oysa sizler, gideceğimiz sıcak ülkelerde güle oynaya uçacaksınız. ” diye karşılık vermiş.
Leylek anne, her gün yavrularına çeşitli yiyecekler getiriyor ve onları besliyormuş. Yavrular da günden güne büyüyorlarmış. Leylek anne, başını kuyruğuna kadar götürüyor, gagasını takırdatıyormuş. Gagası tıpkı bir trampet gibiymiş.
Gel zaman git zaman yavru leylekler uçmayı öğrenmişler. Sonbahar gelince, sıcak ülkelere göç etmek için toplanmaya başlamışlar. Hep birlikte annelerine: “Buradan ayrılmadan önce o yaramaz çocuklardan öcümüzü alalım.” diye seslenmişler. Anneleri: “Elbette! Bakın ne geldi aklıma, buraya yakın bir göl var. Tüm insan yavruları o gölün kenarında toplanırlar. Bir leylek gidip, oradaki bebekleri annelerine götürünceye kadar orada yaşarlar. Ben o gölün yerini biliyorum. Tüm bebekler o gölde uyur ve tatlı düşler görürler. Anne babalar hep böyle bir bebekleri olsun isterler. Çocuklar da böyle bir kardeşlerinin olmasını tabi. Biz şimdi birlikte o göle uçarız, çirkin şarkılar söylememiş, leyleklerle alay etmemiş çocuklara oradan bir bebek getiririz. Sizinle alay ederek şarkı söyleyen çocuklara ise hiçbir şey getirmeyiz. ” demiş. Bunu duyan yavru leylekler çok sevinmişler. “İyi çocuklara bizler de iyilik yapmayı çok isteriz.” demişler. “Ama kötülük yapanları da unutmayıp onlara da bir ceza verebilir miyiz?” diye sorunca, anne leylek onlara gülmemiş ve “Elbette!” demiş.
Yavrular, buna çok sevinmişler. “Peki, o kötü şarkıyı ilk söyleyen yaramaz çocuğa ne yapacağız?” diye sormuşlar. Anneleri sözlerine devam etmiş “Gölde oyuncak bir bebek var. Yaramaz çocuğa işte o oyuncak bebeği getiririz. Bir de uslu bir çocuk vardı ya, hayvanlarla alay etmenin çok çirkin bir şey olduğunu söylüyordu. Adı Peter idi. Peter’a da biri kız biri erkek iki kardeş götürürüz. Çok sevinir. O iyi kalpli çocuğun adı Peter’dı. Sizin de adınız Peter olsun.” demiş.
Gerçekten de o günden sonra tüm leyleklerin adı Peter’dır.
|
https://www.masaloku.net/gokten-dusen-uc-elma/
|
Gökten Düşen Üç Elma Masalı
| null | null | null |
Gökten Düşen Üç Elma Masalı
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde pireler kalbur saman içinde, ben anamın beşiğin tıngır mıngır sallar iken bir memleketin birinde, iyiler iyisi bir padişah varmış. Her şeyi varmış, ama hiç çocuğu yokmuş. Yaşı ilerledikçe, bu yüzden kederi artıyormuş…
Bir gün akıllı bir pir-i fani, padişahın derdini öğrendikten sonra, “kolayı var” demiş. “Siz şimdi bir bahçe yaptırın, içinde güller, çiçekler, havuzlar, daha neler neler olsun”… Padişah, bir bahçe yaptırdı ki dillere destan. Ama gel gelelim, ne evlat var ne de bir müjdeli haber… Bu sefer de kafası iyice bozulur ve başlar bahçeyi dağıtmaya… Ezer, çiğner, dağıtır. Hanımı güç bela, yalvar yakar durdurabilmiş. Zaten hanımı, bahçe yapıldığı günden beri bahçeden çıkmazmış. Ağaçlarla, konuşurmuş. Bu hallere dayanamayan yaşlı bir elma ağacı dile gelmiş:
“Benim filizlerimden al, dik. Bir gün sana elma verir. Yarısını sen ye, yarısını da padişaha yedir.” demiş.
Kadın filizi dikmiş, fidan olmuş, ağaç olmuş. Yedi yıl geçmiş, bir elma vermiş. Elma da elma hani; bir yanı al, bir yanı beyaz. Kadıncık durur mu? Almış elmayı, bölmüş elmayı. Yarısını kendisi yemiş, yarısını da padişaha yedirmiş. Aradan geçmiş dokuz ay, on gün, Nur topu gibi bir oğulları olmuş.. Kurulmuş meydan, çalmış davullar… Kırk gün, kırk gece olmuş oyunlar.. Gökten üç elma düştü … Kimin ne muradı varsa onun başına…
|
https://www.masaloku.net/gercek-prenses/
|
Gerçek Prenses Masalı
| null | null | null |
İnsanları değerli kılan dış görünüşü değil, içinde taşıdığı kişiliğidir. Gerçek Prenses Masalı bunu en iyi anlatan masallardan biri. Bir kızın prenses olup olmadığını nasıl anlarsınız? Kıyafetlerinden mi, yoksa taktığı mücevherlerden mi? Birlikte Gerçek Prenses Masalını okuyalım. Sorunun cevabını bulabiliriz, ne dersiniz?
Çok uzak ülkelerin birinde, büyük bir sarayda yaşayan kral ve kraliçe, evlilik çağına gelen oğullarına güzel bir eş arıyorlarmış. Yakındaki tüm ülkelerin krallarına haber salmışlar, oğullarını bu kralların kızlarıyla tanıştırmışlar ama ne çare. Yakışıklı prens, bu tanıştığı prenseslerin hiçbirini beğenmemiş.
Kral ve kraliçe, bu duruma çok üzülüyor. Tüm ülkelerinin tek varisi oğullarına layık bir eş bulamadıkları için her çareye başvuruyorlarmış.
Günler böyle devam ederken, birden bir fırtına kopmuş. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmur nedeniyle sarayın tüm kapı ve pencerelerini kapatan saray halkı, derin bir sessizliğe bürünmüş. Aniden sarayın kapısı çalınmış. Kapıyı açan görevliler, karşılarında yağmurdan ıslanmış, üstü başı kirlenmiş bir kız görünce şaşırmışlar.
Kız, kapıyı açan görevlilere “Ben bir prensesim, yağmurdan kaçamadım. Sarayınıza sığınmak istedim.” deyince, hemen kral ve kraliçeye haber verilmiş. Kral, kızın oldukça ıslanmış ve kirli eski kıyafetler içinde olduğunu görünce: “Sen bir prensessin ha!” diyerek, ona inanmadığını hissettirmiş. “Ama yine de” diye sözüne devam etmiş. “Bu yağmur ve fırtınada seni dışarıda bırakamayız. Bizim misafirimiz olabilirsin” diyerek, kızın saraya girmesine izin vermiş. Prenses “Size ne kadar büyük bir zahmet verdiğimin farkındayım. Bu durumda iken bana yardımcı olduğunuz, beni sarayınıza davet ettiğiniz için size minnettarım.” diyerek saraya girmiş.
Kral ve kraliçe, saraylarına misafir olan bu genç ve güzel kızın bir prenses olmadığını düşünmüşler. Ama kızın bu hali, onların akıllarına parlak bir fikir getirmiş. Oğullarına evlenebilecekleri eş bulmak için tellal çıkarıp, ülkelerine prensesleri davet etmeye karar vermişler.
Bu haberi duyan pek çok genç ve güzel kız, kendilerini birer prenses olarak tanıtıp saraya geliyor, giydikleri güzel kıyafetler ve taktıkları mücevherler ile prenses olduklarını iddia ediyorlarmış. Yakışıklı prens, yine hiçbirini beğenmemiş. Aslına bakarsanız, yakınlarda bu kadar prenses olması da imkansızmış.
Bu durumun farkında olan kraliçenin aklına harika bir fikir gelmiş. Saraylarında misafir olan genç ve güzel kızın prenses olup olmadığını anlamanın aslında bir yolu varmış. Kraliçe, prensesin yatağının altına üç tane bezelye koyup, üzerine yastıklar yorganlar örtmeleri için emir vermiş. Saray çalışanları kraliçenin emrini yerine getirmişler.
Kraliçe, prensese, çok güzel bir yatak hazırladıklarını ve bu gece bu yatakta rahat uyuyabileceğini söyleyerek, onu hazırlanan yatak odasına götürmüş.
Kraliçe, ertesi sabah hemen genç kızın odasına giderek, rahat uyuyup uyuyamadığını sormuş.
Genç prenses: “Ben yalan nedir bilmem, doğru bildiğimi de her zaman her yerde söylerim. Nazik davranışınız için çok teşekkür ederim. Ancak tüm gece gözüme uyku girmedi. Sanki üç büyük top yatağımın altında bir o tarafa bir bu tarafa hareket etti durdu. Tüm vücudum yara bere içinde kaldı.” diyerek cevap vermiş. Bu sözleri duyan kraliçe, “Dünyada yalnızca bir prenses böylesine hassas olabilir.” diyerek onun gerçekten bir prenses olduğuna inanmış.
Hemen prenses için sarayın tüm terzilerini çağırarak, o güne kadar görülmemiş güzellikte kıyafetler hazırlanmasını emretmiş. Hazırlanan kıyafetler içindeki prenses, görenlerin gözlerini kamaştırıyormuş. Kraliçe, onun artık prens oğullarıyla tanışmalarının zamanı geldiğini düşünmüş.
Tüm bu olanlardan habersiz, evleneceği genç kızı bulamayan yakışıklı prens üzüntü içinde sarayın bahçesinde atı ile ilgilendiği sırada, görevliler; kraliçenin kendisini çağırdığını haber vermişler. Prens, saraya girer girmez, karşısında duran prensesin güzelliği karşısında söyleyecek söz dahi bulamamış. İlk görüşte aşk bu olsa gerek. Prens ve prenses için dillere destan bir düğün töreni yapılmış. Kral ve kraliçenin keyfine diyecek yokmuş. Prens ve prenses bir ömür boyu mutlu yaşamışlar.
|
https://www.masaloku.net/okcu-ile-aslan/
|
Okçu ile Aslan Masalı
| null | null | null |
Av ve avcının karşılaştığı durumlara alışık olsak da avcı ile yine bir başka avcının karşılaştığı durumlar da olabiliyor. Okçu ile Aslan Masalı bunun en güzel örneklerinden birini oluşturuyor.
Zamanın birinde, okçuluğu ile ünlü bir avcı, avlanmak için ormana gitmiş. Avcıyı gören tüm hayvanlar ondan korkarak kaçışmışlar. Okçu, insanlar arasında nasıl namlı bir avcıysa, aslan da kendi ormanında o kadar namlı bir avcıymış. Bu nedenle avcıyı görünce kaçmamış. Avcıya doğru yönelerek, ona meydan okumuş.
Aslanın meydan okumasına sevinmiş okçu. “Av kendi ayağıyla önüme geldi” diye düşünmüş. Hemen okunu yerleştirip yayını germiş. Tam oku fırlatacağı sırada “Habercimin sana bir haberi var.” diyerek okunu fırlatmış. Ok aslanın gövdesine saplanmış. Aslan saplanan okun acısı ile kendini çalılıkların içine atmış. Çalılığın içinde saklanarak okçudan kurtulmayı düşünürken, tilki ile göz göze gelmişler.
Tilki, aslanın onu yaralayan okçudan kaçtığını anlayınca, “İşte aradığım fırsat.”diyerek, aslanın geriye dönmesi ve sonuna kadar savaşması gerektiği konusunda onu cesaretlendirip kışkırtmaya çalışmış. Böylece herkesin ve özellikle kendisinin korktuğu büyük bir düşmandan kurtulabilmeyi ümit ediyormuş.
Tilkinin bu fırsatçı ve kötü niyetini anlayan aslan:”Hayır!” demiş. “Beni bu sözlerle kandıramazsın. ”
“Sıradan bir haberci bile beni bu hale getiriyorsa, haberciyi bana gönderen avcının kendisi ile başa çıkmam imkansız” demiş.
Bizden daha zayıf kişilerin yol göstericiliği ve kışkırtmaları, sadece kendi çıkarlarını düşündükleri içindir.
|
https://www.masaloku.net/dalkavuk-kurt-masali/
|
Dalkavuk Kurt Masalı
| null | null | null |
Dalkavuk Kurt Masalı
Bir gün ormanlar kralı aslan yaşlanmış, çıkar yol aramış yaşlılığına, “Çare yok” denilmezmiş hiç krallara. Aslan haber salmış hayvanlara, dostlar istemiş. Dört bir yandan koşanlar, ilaç, sağlık verenler, tümünü toplamış başına. Yalnız tilki yokmuş aralarında. Evine kapanmış, gelmemiş. Kurt da, dalkavukluk ederek kral’a, ele vermiş arkadaşını, bildirmiş tilkinin gelmediğini. “Çabuk” demiş Kral, “Bulun getirin onu.”
Tilki getirilmiş saraya. Kurdun oynadığı oyunu anlayan tilki, “Korkarım ki, gerçek olmayan bir durum bildirilmiş size,” demiş. Ve eklemiş:
“Saygılarımı sunacaktım ben de. Ama hacca gitmiştim kralıma sağlık dilemeye. Bilginler, doktorlar gördüm yolculuk sırasında. Hastalığınızı bir bir anlattım onlara. Size sıcaklık gerekliymiş.
Bunun da tek çıkar yolu varmış: Bir kurt diriyken yüzülerek, derisi sıcak sıcak üstünüze serilecek. Sebebi her neyse.
Çok iyi geliyormuş hasta bedene. Bu iş için de kurt hazretleri emrinizde!” Kral, pek hoşlanmış bu sözlerden. Kurt yüzülmüş, kesilmiş, parçalanmış. Aslan, etini atmış ağzına, kürkünü de geçirmiş sırtına.
Dalkavuk efendiler! Bırakın birbirinizi yok etmeyi. işinizi yaparken, zarar vermeyin çevrenize. Sonra bu zarar dönüp dolaşır, bir gün size de ulaşır. Öyle bir meslektesiniz ki, bağlamaz kimse kimseyi.
|
https://www.masaloku.net/papagan-ile-cakal/
|
Papağan ile Çakal Masalı
| null | null | null |
Papağan İle Çakal Masalı Günlerden bir gün, ülkelerin birinde, çok zeki bir papağan yaşardı. Büyük bir ağacın üstünde yuva kurmuştu. Ağacın kovuğunda da bir çakal, yavrularını büyütüyordu. Çakal ara sıra ava gidince, papağanın yavruları aşağı iniyordu. Ağacın kovuğuna girip çakalın yavrularıyla oynuyorlardı. Anne papağan, bu durumdan hiç hoşnut değildi.
Bir gün yavrularını toplayıp öğüt vermeye başladı:
– Yavrularım! Kendi cinsinizden olanlarla arkadaşlık edin. Çakalların size zarar vermelerinden korkuyorum. Fakat yavru papağanlar, annelerinin sözünü dinlemiyorlardı. Bir gece çakal, yiyecek bulmak için uzaklara gitti. Bu arada bir kurt gelip çakalın yavrularını yedi. Çakal döndüğünde yavrularını bulamadı. Çok üzüldü.Yavrularının başına gelenlerden papağanın yavrularını sorumlu tuttu.
– Onlar bu kadar ses çıkarmasaydı kurt yavrularımı bulamazdı. Öcümü alacağım, papağanları mahvedeceğim, diye yemin etti. Nasıl bir kötülük yapacağını düşünürken arkadaşı karakulak ona akıl verdi.
– İyisi mi kendini yaralı gösterip bir avcıya görün. Sonra onu, bu ağacın yanına sürükle ve saklan. Avcı, papağanları avlayacaktır. Çaylak, Karakulak’ın dediği gibi yaptı. Avcıyı peşine taktı, ağacın yanına gelince saklandı. Avcı, çakalı kaybedince etrafı araştırdı. Ağacın tepesindeki papağan yuvasını gördü. Hemen çantasındaki ağı çıkarıp attı. Papağan ve yavruları ağa takılmışlardı.
Papağanlar çırpınıyorlar ama ağı delip kaçamıyorlardı. Papağan, telaşlanan yavrularını yatıştırdı.
– Korktuğum başıma geldi. Arkadaşlık ettiğiniz çakalların annesi bize bu kötülüğü yaptı. Ama olan oldu bir kere. Şimdi buradan kurtulmanın çaresine bakalım.
– Nasıl? diye sordu yavru papağanlar. Anne papağan cevap verdi:
– Ölmüş gibi davranın. Hareketsiz durun. Sizi ağdan atınca da uçup gidin. Ben sizi sonra bulurum.
– Öyle yaptılar. Avcı ağı aşağı çekti. Sonra da ağı açıp hayvanlara bakmaya başladı. Yavru papağanlar kaskatı kesilmişti. Avcı, “Her halde korkudan öldüler.” diye düşünerek onları attı. Yavru papağanlar, atıldıkları yerden kalkıp uçtular. Bunu gören avcı sinirlendi.
– Bana oyun oynadılar, dedi öfkelenerek. Avcı, anne papağanı aldı. Onu şehre götürdü. Ona şiir okumayı ve şarkı söylemeyi öğretti. Sonra papağanın çok bilgili ve konuşkan olduğunu yaydı. Herkes şiir okuyan, şarkı söyleyen bu papağanın ününü duymuştu. Papağanın şöhreti, padişahın kulağına da gitmişti. Adamlarına;
– Getirin bakalım şu papağanı, becerilerini görelim, dedi. Bu emir üzerine avcı bulunarak Saraya getirildi. Padişah, şiir okuyan, şarkı söyleyen papağanı çok sevdi. Parasını ödeyerek onu avcıdan satın aldı. Sarayda en nefis yiyecekler, en tatlı meyveler papağanındı. Ama o mutlu değildi. Hep üzüntülü ve düşünceliydi. Yemek yemeyen papağanın üzüntüsünü padişah fark etmişti.
Bir gün pencere kenarında ağladığını gördü. Hem ötüyor, hem ağlıyordu. Yavrularını düşünüyordu yine. Kim bilir neredeydiler, ne yapıyorlardı zavallıcıklar? Padişahın yufka yüreği, papağanın bu ağlayışına dayanamadı. Yanına çağırıp üzüntüsünün sebebini sordu. Papağan, çakalın yaptıklarını ve yavrularının durumunu merak ettiğini anlattı. Padişah, bu duruma çok üzüldü ve papağanı salıverdi. Papağan da teşekkür ederek yavrularına doğru uçup gitti. Bu masalımızda burada bitti
Kaynak: Masal Demeti Dizisi Erdem Yayınları, 2001.
|
https://www.masaloku.net/keloglanin-ali-cengiz-oyunlari/
|
Keloğlan'ın Ali Cengiz Oyunları Masalı
| null | null | null |
Keloğlan’ın Ali Cengiz Oyunları Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Ülkelerin birinde, Keloğlan ile ihtiyar anası beraberce mutlu mesut yaşıyorlarmış. Günlerden bir gün:
– Keloğlan, artık evlenme vaktim geldi. Annem de yaşlandı, evin işlerinde ona bir de yardımcı gerek diye düşünmüş. Padişah kızı mı alsam, yoksa Bey kızı mı? derken En iyisi gidip padişahın kızı ile evleneyim, diye düşünmüş.
Evlilik düşüncesini anasına anlatmış.
Anası:
-A kel oğlum, kelliği yetmez bir de deli oğlum!Padişah hiç senin gibi kel bir çulsuza kızını verir mi? demiş.
Keloğlan bu, hiç dinler mi? Padişahın kızını görmediği halde ona kara sevdayla tutulmuş. Aradan günler, aylar geçmiş, Keloğlan, padişah kızının sevdasından bir deri bir kemik kalmış. Anası Keloğlan’ın bu haline daha fazla dayanamamış, bu böyle olmaz diyerek sarayın yolunu tutmuş. Nihayet padişahın huzuruna çıkabilmiş.
Padişah:
-Evet, seni dinliyorum, derdin nedir, söyle bakalım! demiş.
Keloğlan’ın annesi, padişahın huzurunda ne diyeceğini şaşırmış. Saray o kadar görkemliymiş ki, Keloğlan’ı hiç layık görmüyormuş.
-Ne desem bilmem ki padişahım? demiş.
– Padişah, korkmadan, utanmadan konuş! demiş. Ne istiyorsun?
Keloğlan’ın annesi sonunda ağzındaki baklayı çıkarmaya karar vermiş. derin derin nefes alıp verdikten sonra konuşmaya başlamış;
-Kıymetli padişahım, benim bir çulsuz oğlum var. Ona Keloğlan derler. Kel olduğu yetmezmiş gibi başında akıl da yok , sizin sultan kızınıza aşık olmuş, onunla evlenmek istiyor.
Padişah tebessüm etmiş:
– Bundan mı korkuyorsun ?Bütün delikanlıların gözü sultan kızım da! Bir kızı herkes ister, ama bir kişi alır. Söyle oğluna eğer Ali Cengiz oyunlarını öğrenirse kızımı ona verebilirim. demiş.
Keloğlan’ın annesi padişahın bu tavrı karşısında çok memnun olmuş. Sevinçle yola koyulmuş, doğru Ali Cengiz’in konağına.. Sonunda Ali Cengiz`in konağını ulaşmış.
Ali Cengiz, kendisinden başka kimsenin bu oyunları bilmesini istemiyormuş. Hele ki, bu oyunlarını padişahın öğrenmesini hiç mi hiç istemiyormuş. Keloğlan’ın annesi çok ısrar etmiş Ali Cengiz’e, Ali Cengiz sonunda, Keloğlan’a kırk gün boyunca Ali Cengiz oyunlarını öğretmeye ikna olmuş. Ama Ali Cengiz oyunlarını öğreneni sonunda öldürüyormuş.
Keloğlan, sevinç ve heyecanla derslere başlamış. Bir gün Ali Cengiz’in karısı ve kızı Cankız Keloğlan’ın yanına gelmişler ve:
-Keloğlan, sen iyi ve dürüst bir insansın. Seni hepimiz çok sevdik. Kırk gün sonra Ali Cengiz sana oyunları öğretip öğretmediğini sorarsa öğrenemedim de. Yoksa ölürsün, demişler.
Günler birbirini kovalamış ve sonunda kırk günlük eğitim bitmiş. Keloğlan bütün Ali Cengiz oyunlarını öğrenmiş, ama ölmekten korktuğu için Ali Cengiz’e:
– Usta, biliyorsun ben sevdalıyım. Aklım hep padişahın kızında, o yüzden bir türlü dediklerini tam anlayamadım, oyunları öğrenemiyorum demiş.
Ali Cengiz Keloğlan’ın oyunları öğrenemediğine ikna olunca onu bırakmış.
Keloğlan, yola düşmüş sonunda padişahın huzuruna çıkmış.
Padişah; söyle bakalım Keloğlan, hangi oyunları öğrendin demiş?
– Keloğlan, hepsini öğrendim ama söylemem demiş.
Padişah; O halde, Ali Cengiz’i çağıracağım, onu oyunlarınla alt edersen sana kızımı veririm demiş.
Keloğlan bunu kabul etmiş, ve bir kuzu kılığına girmiş, Ali Cengiz’i beklemeye başlamış.
Ali Cengiz gelmiş, padişahın huzuruna,
Padişah, Ali Cengiz’e sormuş; bu kuzuyu kesebilir misin demiş?
Ali Cengiz, evet demiş. Eline bıçağı aldığı gibi, Keloğlan bir kuş olup oradan uçmuş, Ali Cengiz de karta olup peşine düşmüş..
Büyük mücadelelere düşmüşler, sonunda Keloğlan galip gelmiş.. Padişah sözünü tutarak kızını Keloğlan’a vermiş. Keloğlan padişahın kızını görünce, aslında onu sevmediğini, Cankız’ı sevdiğini anlamış.
Gidip Ali Cengiz’den Cankız’ı istemiş. Ali Cengiz de çok mutlu olmuş, kızını Keloğlan’a vermiş.
Kırk gün, kırk gece düğün yapmışlar. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine..
|
https://www.masaloku.net/herkes-aslina-ceker-hikayesi/
|
Herkes Aslına Çeker Hikayesi Masalı
|
Naz Ferniba
| null | null |
Herkes Aslına Çeker Hikayesi
Günlerden bir gün, gecelerden bir gece sevgili aynacık yine gelmiş padişah kızının başucuna. Masalını anlatmaya başlamadan önce demiş ki:
– Sevgili padişah kızı; büyük kalpler, büyük binalar gibidir; daima kendilerini gösterir. Pencereden baktığında göremediğin dağın ardında, küçücük bir devlet varmış. Küçük bir devletmiş ama, insanları pek şirinmiş. Irmakları, dereleri, ağaçları, çiçekleri her şeyi küçücükmüş bu devletin, hem de pek güzelmiş. İşte bu devletin bir de padişahı varmış. Sarayında oturur, hiç usanmadan düşünür dururmuş. Artık dayanamayacak hâle gelmiş. Vezirlerini çağırmış yanına:
– Zaman kaybetmeden haber salın memleketin dört bir köşesine. Her kim bana Hızır’ı gösterirse, dilesin benden ne dilerse. Her bir isteği emirdir benim için. Artık gücüm kalmamıştır. Bu merak birgün öldürecek beni. Vezirler bir telaşla emri yerine getirmeye çalışmışlar. Memleketin sağına-soluna, altına-üstüne; kuzeyine-güneyine, doğusuna-batısına adamlar gönderilmiş. Padişahın bu sözleri insanlara duyurulmuş:
– Duyduk-duymadık demeyin! Padişahımız Hızır’ı görmeyi arzu etmektedir. Her kim padişahımıza onu gösterebilirse kıymetli hediyelerle ödüllendirilecektir. Duyduk-duymadık demeyiiin! Padişah bir haber gelir ümidiyle uyku nedir unutmuş. Sabahlara kadar pencerelerde geleni-gideni gözetler olmuş. Neredeyse gökte uçan kuşun kendisine geldiğini zannederek yakalatacakmış. Vezirler korkmaya başlamışlar;
– Aman padişahımızı bu dertten bir ân önce kurtaran biri çıkmalı, yoksa aklını kaçıracak. Aradan bilmem kaç ay geçtikten sonra, çiçeklerin meyveye durduğu bir bahar sabahı bir adam gelmiş saraya. Kendinden emin bir hali, dimdik yürüyüşü varmış. Kapıcıya demiş ki:
– Tez padişahımıza haber salın, kendisiyle görüşmek isterim. Ona güzel haberler getirdim. Kapıcı önce umursamamış bu hali perişan adamın sözlerini:
– Padişahımız senin gibi birisiyle zaman kaybetmek istemeyecektir. Ne diyeceksen bana de, ben haberi padişahımıza veririm. Adam;
– Ben bilmez miyim padişahımızın çok meşgul olduğunu, demiş. Fakat haberi Hızır’dan getirdim. Çok önemli Kapıcı “Hızır” ismini duyar duymaz telaşlanmış. “Sen buradan ayrılma. Hemen geliyorum.” diyerek vezirlerin yanına koşmuş. Vezirler bu adamın gelişine pek sevinmişler:
– İnşallah, demişler. İnşallah bu adam padişahımızı bu dertten kurtarır. Artık dayanacak gücümüz kalmadı. Hiç zaman kaybetmeden adamı çağırtmışlar. Padişaha da haber vermişler:
– Sevgili padişahımız, Hızır’dan haber getiren bir adam sizinle görüşmek istiyor. Huzura çağıralım ister misiniz? Padişah öyle heyecanlanmış, öyle sevinmiş ki; “hemen gelsin”, demiş. Adam gururla o ihtişamlı kapıdan içeri girmiş. Sanki padişah kendisi, sanki her şey onun emrinde. Başlamış konuşmaya:
– Efendimiz, duydum ki Hızır’ı görmek istiyormuşsunuz. Ben bu isteğinizi yerine getirebilirm. Ama onu, size ancak dört yıl sonra gösterebilirim. Yalnız bir şartım var. Bu dört yıl içinde her isteğimi yerine getireceksiniz. Bir dediğim iki edilmeyecek. Padişah dinlemiş dinlemiş, sonra da;
– Tamam, demiş. Bir dediğin iki edilmeyecek. Dört yıl boyunca dilediğin şeye sahip olacaksın. Hiçkimse sana karşı gelmeyecek. Fakat , dört yılın sonunda bana Hızır’ı gösteremezsen, eğer sözünde durmazsan ölüm için hazırlan. Adam kendinden emin bir şekilde, sesini de gürleştirerek;
– Beni dilediğiniz şekilde öldürebilirsiniz efendim, demiş. Ve padişah emir buyurmuş, adama bir köşk hazırlanmış. İçi altınlarla doldurulmuş. Bu dünyada sahip olunacak ne kadar şey varsa bir bir verilmiş. Adam halinden memnun, dört yıl sonrasını hiç düşünmeden yaşamaya başlamış. Fakat dört yıl nedir ki, göz açıp-kapayıncaya kadar gelir-geçer. Nitekim giden günlerin hiç farkına varmadan, adam bir de bakmış dört yıl bitivermiş. Bir telaştır başlamış. Padişaha gidip ne diyeceğini bilemiyormuş. Hızır’ı nerede bulsun da getirsin! Eğer yalan söylediğini padişah öğrenirse, onun çok sinirleneceğini de biliyormuş. Dört yıl önce konuştuklarını birden hatırlayıvermiş. Tek çareyi kaçmakta bulmuş adam. Şehirden çok uzakta bir yer bulmuş kendisine ve orada gizlenmeye başlamış. Padişah adamı getirmeleri için köşke askerlerini göndermiş. Fakat adamın kaçtığını öğrenmişler. Bütün askerler şehrin her yerini araştırmaya başlamışlar. Adam gizlendiği yerde gece-gündüz dua edip yalvarıyormuş:
– Beni kurtar. Bu kuyudan çıkmama yardımcı ol. Bunu ancak sen yapabilirsin. Beni kurtar. Korkudan tir tir titriyormuş. O sırada yanıbaşında bir dedecik belirivermiş. Nasıl ve nereden geldiğini anlayamamış bu dedeciğin. Dedecik adama bakmış, hali perişan. Sormuş;
– Neden korkuyorsun? Kimden saklanıyorsun böyle? Bana anlatırsan belki bir çaresini bulabiliriz. Adam her şeyi açık açık anlatmış dedeciğe. Dedecik de hiç konuşmadan dinlemiş onu. Sonra da;
– Haydi beni padişaha götür, demiş. Onu bir de ben göreyim. Şehre doğru yola çıkmışlar. Saraya daha varmadan padişahın askerleri yollarını kesmişler. Adamı ellerinden bağlamışlar, doğruca saraya götürmüşler. Dedecik de adamın yanındaymış. Padişah adamı görünce;
– İşte dört yıl doldu, demiş. Bana Hızır’ı gösterme vaktin geldi. Her isteğini yerine getirdim. Şimdi sıra sende. Sen de benim isteğimi yerine getirmelisin. Yoksa öleceksin. Adam çaresiz, başını öne eğmiş ve;
– Efendimiz, ben size yalan söylemiştim; demiş. Padişah bir vezirlerine, bir adama, bir de dedeciğe bakmış ve şunları söylemiş: – Sen bize yalan söyledin. Öyleyse bunun cezasını çekmelisin. Padişah önce birinci vezirine, “Bu adama nasıl bir ölümü uygun görürsün?” diye sormuş. Birinci vezir;
– Sevgili padişahımız, demiş. Bence bu adamı parça parça edelim ve parçalarını meydana asalım. Böylece hiçkimse size yalan söyleme cesaretini bir daha gösteremesin. Bu cevap üzerine dedecik;
– Herkes aslına çeker, demiş. Sıra ikinci vezire gelmiş. O da fikrini söylemiş:
– Bu yalancıyı bir kazana koyup kaynatalım. En güzel ceza bu olur. Bu cevap üzerine dedecik yine;
– Herkes aslına çeker, demiş. Üçüncü vezir de konuşmaya başlamış:
– Bu adamı bir tepsiye koyup fırında kebap gibi pişirmeli. Dedecik bu sefer de aynı şeyi söylemiş:
– Herkes aslına çeker. Sıra dördüncü vezire gelmiş. Padişah onun düşüncesini de öğrenmek istiyormuş. Dördüncü vezir;
– Ey padişahımız, demiş. Siz merhametli bir hükümdarsınız. Hızır’ı ne kadar görmek istediğinizi biliyorum. Öyleyse Hızır aşkına bu adamı affedin. Çünkü onu bağışlamanız size yakışan bir harekettir. Mutlaka bunun karşılığında büyük mükafatlar verilecektir. Bu sözlerin sonunda dedecik yine aynı cümleyi söylemiş:
– Herkes aslına çeker. Padişah dayanamayıp dedeciğe dönerek konuşmuş:
– Kimsin bilmiyorum, fakat vezirlerim için hep aynı şeyi söyledin. Bu ne demek? Dedecik padişaha şu cevabı vermiş:
– Ey padişah! Birinci vezirin bir kasabın oğludur. Bu yüzden adamı, bir kasap gibi parçalayıp astı. İkinci vezirin bir aşçının oğludur. O da adamı yemek gibi kazana koyup kaynattı. Üçüncü vezirin bir kebapçının oğludur. Bu sebeple adamı fırına koyup kebap gibi pişirdi. Dördüncü vezirin ise, bir alimin oğludur. O, “affedilsin” dedi. Çünkü merhametli olmayı öğrenmişti. Hepsi de görgüsüne göre ceza verdi. Bu sözleri dinlerken padişah düşünceye dalmış. Tam bu sırada dedecik;
– İşte ben Hızır’ım, demiş ve ortadan kaybolmuş. Padişah hemen tahtından kalkmış, dışarıya bakmış. Fakat hiçbir şey görememiş. Sonra da şunları söylemiş:
– Bu dünyada Hızır’ı görmeyi öyle çok istemiştim ki, bu adam sayesinde işte gördüm. Bana insanları nasıl tanıyacağımı da öğretti. Ve merhametli olmanın ne kadar güzel olduğunu gösterdi. Böylece adam ölümden kurtulmuş ve padişahla beraber sarayda yaşamaya başlamış. Yine bir dediği iki edilmiyormuş, ama artık adam hiçbir şey istemiyormuş.
Masalın Yazarı: Naz Ferniba
|
https://www.masaloku.net/kirmizi-balik-ile-kaplumbaga/
|
Kırmızı Balık ile Kaplumbağa Masalı
| null | null | null |
Kırmızı Balık ile Kaplumbağa Masalı
Günlerden bir gün, kaplumbağa ile kırmızı balık gölde eğleniyorlarmış. Bir anda karşılarında bir avcı belirmiş. Avcı, kaplumbağayı tuttuğu gibi yakalamış. Kırmızı balık bu duruma çok üzülmüş, kaplumbağa dostunu bırakması için avcıya yalvarmış, yakarmış.. Avcı bu, hiç aldırır mı bu sözlere? Avcının merhamete gelmeyeceğini anlayan kırmızı balık, avcıya reddedemeyeceği bir teklif sunmuş;
– “Bay avcı, eğer arkadaşım bay kaplumbağayı serbest bırakırsan, sana bir inci vereceğim” demiş.
Avcı inciyi duyunca teklifi hemen kabul etmiş. Kırmızı balık gölün dibine inerek oradan bir inci çıkarıp avcıya vermiş. Avcı, kaplumbağayı bıraktığı gibi kaplumbağa gölün dibine inmiş, kimsenin ulaşamayacağı, güvenli yuvasına dönmüş.
Avcı elindeki inciyle oynaya oynaya yola çıkmış, kendisi yolda ama aklı hala gölde imiş. Çok geçmeden tekrar göle dönmüş, kırmızı balığa seslenmiş;
“Balık dostum, bana o inciden bir tane daha getirebilir misin? Ne istersen karşılığında sana verebilirim demiş.
Kırmızı Balık;
– “Eğer sendeki o inciyi bana verirsen, göldeki en büyük inciyi sana getiririm.” demiş.
Avcı teklifi kabul etmiş, elindeki inciyi kırmızı balığa vermiş.
Kırmızı balık inciyi aldığı gibi gölün dibine dalmış, Açgözlü avcının olduğu bölgeden hızlıca uzaklaşmış.
|
https://www.masaloku.net/su-damlasi/
|
Su Damlası Masalı
| null | null | null |
Çoğu zaman dikkat etmediğimiz, küçük şeyler, yaşamımızdan pek çok örnekler taşır. Su Damlası Masalı da bunlardan biri.
Geçmiş zamanların birinde, Dev Amca adında biri yaşarmış. Dev Amca, etrafındaki güzel ve ilginç olan her şeye sahip olmak ister, onları elde edemezse çılgına dönermiş. Böyle durumlarda bir büyücüden yardım alır ya da kendisi bir yol arayarak, onlara sahip olmaya çalışırmış.
Bir gün, geniş ve büyük pencereleri bulunan evinden, dışarıdaki yağmuru seyrederken, cama düşen bir su damlasını ilginç bulmuş. Hemen onu alıp incelemek istemiş. Su damlasının içinde neler olduğunu merak etmiş. Hemen çalışma odasına giderek bir büyüteç getirmiş. Su damlasının içinde neler olduğunu, böylece daha iyi görebilecekmiş.
Su damlasını büyüteç yardımıyla incelemiş incelemiş, içinde gözle görülmeyecek kadar küçük canlılar olduğunu fark etmiş. Bu, tam da Dev Amca’ya göre bir çaba olmuş. Onun en çok hoşuna giden ilginçliklere bir yenisi daha eklenmiş.
Dev Amca, canlıları daha iyi görebilmesi için onları renklendirmeyi düşünmüş. Hemen su damlasının üzerine kırmızı bir renk damlatmış. Bu kırmızı renkli boya, çok güçlü bir büyücünün kanıymış. Su damlasında bulunan minik canlılar, damlatılan renkle pespembe bir görünüm almışlar. Birden yeni bir şey daha keşfetmiş. Minik canlılar ne kadar da insanlara benziyor, diye düşünmüş. Hiç durmadan birbirleriyle kavga ediyor, birbirlerini çekiştiriyor, acımasızca birbirlerine saldırıyorlarmış.
“Aslında, benim için ilginç olan şey yalnızca bir su damlasından ibaret.” demiş Dev Amca. Bulduğu ilginçliğe sevinmiş. Ne kadar da bizlere benziyorlar. Tıpkı bizim yaşamımız gibi. Oysa bu canlılar birbirleriyle kavga etmek, acımasızca birbirlerine saldırmak yerine, birbirlerini sevseler, hayat hepsi için daha güzel olmaz mı?
Hepimiz birbirimizi sevsek, birbirimize daha anlayışlı ve hoşgörülü davransak, bizim dünyamız da daha yaşanabilir bir yer olmaz mı?
|
https://www.masaloku.net/masal-okuma-ve-masal-anlatma-yontemleri/
|
Masal Okuma ve Masal Anlatma Yöntemleri Masalı
| null | null | null |
Masal Anlatma ve Masal Okuma Yöntemleri
Her toplumun kültüründe oldukça önemli bir yer tutan masallar, sözlü anlatım türünün en eski temsilcileri arasında bulunmaktadır. Genellikle çocukların daha çok sevdiği masal türü, aslında her yaştan bireye hitap eden bir yapıya sahiptir. Masalların, uzmanlar tarafından dile getirilen yararları ise çocukların sosyal ve eğitsel gelişmelerine katkı sağlamaları olarak özetlenebilmektedir. Bu noktada masal anlatma tekniklerinin iyi bilinmesi ve çocukların gelişimine katkı sağlanması gerekmektedir.
Masalların Çocuklara Faydaları
Masal anlatma, aynı zamanda çocukların hayal dünyalarına da doğrudan etki etmektedir. Dolaylı yoldan hayal kurmak, kişinin yaşamı boyunca hayata karşı daha pozitif bir duruş sergilemesini sağlamaktadır. Bu da bireye başarıyı getirdiği gibi doğrudan mutluluğu da sağlamaktadır. Ayrıca çocuklarınıza masal anlatarak onların kelime hazinesini de genişletebilir ve kitap okuma alışkanlığı kazanmalarını sağlayabilirsiniz.
Masal Anlatma Teknikleri
Temel olarak her yaşa hitap eden masallar, başka birine okunduğu zaman birtakım kurallarla birlikte daha heyecanlı ve etkili bir hâle bürünebilmektedir. Dolayısıyla ses tonuna dikkat edilmeli, masalın içeriği iyi seçilmeli ve anlatılmak istenen düşünce ile çocuğun kazanmasını istediğiniz alışkanlık örtüşmelidir. Söz gelimi yalan söylemenin kötü sonuçlar doğurabileceğini anlatmak istediğiniz çocuğunuza, dürüstlüğün bir erdem olduğunu öğütleyen masal okumanız son derece faydalı olacaktır. Ayrıca masal anlatırken şunlara dikkat etmek gerekmektedir: Ses tonunuzu zorlama çabalar ile değiştirmeye çalışmayın. Karından nefes almak, masal anlatma için en uygunudur. Çünkü yüzeyden alınan nefesin sesi yorgun yaparak tizleşmesine sebep olduğu bilinmektedir.
Masalın seyrine göre vurgulara dikkat etmeniz ve diksiyonunuzu buna göre ayarlamanız gerekmektedir. Çünkü çocuklar yanlış bir telaffuz öğrenirlerse, bu alışkanlıkları daha ileride bırakmaları son derece güç olacaktır. Eğer masal içerisinde yöre ağzıyla ilgili farklı bir spesifik vurgu bulunuyorsa, buna uygun davranarak eğlenceli bir durum ortaya çıkarabilirsiniz.
Başka Türk edebiyatı olmak üzere tüm dünya coğrafyasında oldukça önemli bir konumda yer alan masallar, toplum kültürünü ve birey yaşantısını yansıtması açısından değerli eserlerdir. Ayrıca çocukların gelişimleri için de son derece faydalı bir edebî tür olan masallar, bu yönüyle de ele alınarak değerlendirilmelidir.
|
https://www.masaloku.net/keloglan-kimdir-keloglan-masallari-hakkinda/
|
Keloğlan Kimdir? Keloğlan Masalları Hakkında Masalı
| null | null | null |
Türk Kültüründe Masallar ve Keloğlan
Yazılı edebiyatın henüz gelişmediği dönemlerde sözlü olarak gelişen edebî anlatılar, temel olarak aynı taslak özelliklere riayet edip, coğrafya ve kültür farklılıklarına göre birtakım değişikliklerle günümüze kadar gelmiştir. Bu anlamda sözlü edebiyatın en çok karşılaştığı türler de fıkra, masal, destan ve mitoloji örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk masal anlatıları ise, sahasında diğer toplumlara nazaran daha çok gelişmiş bir kültür mozaiği öne çıkarmaktadır.
Keloğlan Karakterinin Tarihî Yeri
Hiç şüphesiz, günümüzde dahi Türk masallarında en çok dikkat çeken karakterlerinden biri Keloğlan’dır. Bu karakter, bilhassa Altay ve Türk mitolojisi içerisinde kendisine yer edinmiş, saçı bulunmayan bir kahraman olarak nitelendirilmektedir. Tam anlamıyla halkın içerisinden çıkmış ve bu doğrultuda da doğrudan halkı temsil eden Keloğlan, genel itibarıyla toplumsal yapının hemen hemen tüm niteliklerini bünyesinde barındırır. Buna göre Keloğlan kurnaz, cömert, yardımsever, cesur, mert ve dürüst bir tipleme olarak takdir edilmektedir.
Türk masallarında Keloğlan tiplemesi, genellikle ya fakir bir karı kocanın ya sadece fakir bir kadının çocuğu ya da fakir bir büyükannenin torunu olarak anlatılır. Anlatılan masalların henüz başında genellikle tembel ve beceriksiz olarak lanse edilen Keloğlan, olay örgüsünün ilerlemesiyle birlikte becerikli hâlini, cesur duruşunu ve kurnazlığını ön plana çıkararak olayların üstesinden gelmeyi başarır. Bu hâliyle de başarılı olur. Farklı Kültürlerde Keloğlan
Esas olarak Keloğlan, salt Türk masallarında da kendisine yer bulmaz. Dolayısıyla Rus, Arap, Acem ve Kafkas ile Batı Avrupa masallarında dahi Keloğlan’a rastlamak mümkündür. Ancak daha çok Türk masallarında sevilmiş olan Keloğlan, diğer farklı milletlerin kültürlerinde değişik adlara da bürünmüştür. Kerkük anlatılarında Keçeloğlan, Kazakistan anlatılarında Taşza Bala, Altay anlatılarında Tastarakay, İran’da Keçel, Gürcü anlatılarında Kel Kafalı Kaz Çobanı, Azerbaycan’da da Keçel Yeğen olarak bilinir.
Modern edebiyat tarihçileri bu tiplemeyi en geç on yedinci yüzyıla kadar götürse de, daha eskilere dayanan birçok masal kahramanının Keloğlan ile birçok benzerliğe sahip olduğu görülmektedir. Bu anlamda en yaygın olan iddialardan biri de, Altay miti içerisinde yer alan Keley isimli yarı tanrının, Keloğlan kahramanın Türk miti içerisindeki en eski hâli olduğudur. Ayrıca eski bir Türk kavmi olan Kırgızlar da, masallarında Çınıbek olarak adlandırdıkları kahramanı Keloğlan’a benzetebiliriz. Bu noktada Çınıbek’in, Keloğlan’ın en eski formu olarak düşünülmesi de olağandır. Ayrıca 1500’lü yıllardan sonra Keloğlan’a benzer mahiyette Pikaro isimli bir kahraman Avrupa’da belirir. Bu kahraman, iletişim dili ile aklını kullanarak daha üstün kahramanları alt eder ve böylece modern aklı temsil eder.
Keloğlan masalları genel olarak dört temel bölüme ayrılmış durumdadır. İlk bölümde Keloğlan ve etrafında yaşayan bireyler tanıtılarak bir giriş bölümü yaratılmıştır. Daha sonra da maceraya ya da serüvene atılacak olan Keloğlan’ı bu duruma hazırlayan etkenler irdelenir. Üçüncü kısımda ise mevcut macera anlatılarak bir serüvene giriş yapılır. Son kısımda artık Keloğlan başarıya ulaşmış ve bu başarıda kurnazlık ile aklın, cesaretin, doğruluğun payını kullanmıştır. Günümüzde Keloğlan
Günümüzde Keloğlan adına birçok film, masal ve tiyatro oyunu yazılmıştır. Bunların arasında en ünlü olanı ise hiç şüphesiz, senaryosunu Turgut Özakman’ın yazdığı ve Keloğlan rolünde Rüştü Asyalı’nın oynadığı film serisidir. 1970’li yıllarda çevrilen bu filmler, hâlâ daha Türk sinema tarihinin en önemli masal uyarlamaları arasında bulunmaktadır.
Sözlü anlatıda halk kahramanı olarak ortaya çıkan Keloğlan figürü, günümüzde başta çocuklar olmak üzere yediden yetmişe herkes için ayrı bir erdem ve fazilet unsuru oluşturmaktadır.
|
https://www.masaloku.net/terzi-ve-ihtiyar/
|
Terzi ve İhtiyar Masalı
| null | null | null |
Terzi ve İhtiyar Hikayesi
Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkanı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama pek az para kazanırmış. Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı kapatırken elektrik sobasını açık unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de parası.
Günler boyu iş aramış ama bulamamış… Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca, küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini…
Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan inen yaşlı adam, “Yalnız bırakın beni, parkta dolaşırsam belki sinirim geçer” diye söylenmiş.
Zengin bir iş adamı olduğu her halinden belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya bakıyormuş dikkatle. Birden siniri geçiveren ihtiyar, “Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?” diye düşünmeye başlamış.
Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı iş adamı, terzinin yanına yaklaşıp, “Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim” deyince, “Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş” diye cevap vermiş terzi.
Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.
“Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?” diye soran yaşlı adam, “Ben terziyim” cevabını alınca “Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın” diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi.
Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş. Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı iş adamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkan önce kocaman bir moda evine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış. Terzi artık “ünlü iş adamı” diye anılır olmuş.
Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırmış. Yeni iş adamımız büyük işi kaçırmak istemiyormuş, ama velinimeti olan yaşlı adamı bırakmaya da gönlü razı olmamış. Hemen seyahatini iptal etmiş. İhtiyar ile birlikte oturmuş ambulansa, hastanede günlerce başında beklemiş. Uzun süre sonra açmış gözlerini ihtiyar. Hayati tehlikeyi atlatmış, başında eşi, oğlu ve terzi bekliyormuş. Göz göze gelince İhtiyar gülümsemiş. “Terzi, sadece elbise değil, gönül yapmayı da biliyor” demiş.
|
https://www.masaloku.net/cocuk-haklari-nelerdir/
|
Çocuk Hakları Nelerdir? Masalı
| null | null | null |
ÇOCUK HAKLARI
Sevgili çocuklar, haklarımızı biliyor muyuz? Her bireyin, her canlının olduğu gibi çocukların da bu evren üzerinde bir takım hakları vardır. Lütfen dikkatlice bu yazıyı okuyup haklarımızı öğrenelim.. Çocuklar hukukun öncelikli ve en temel konusudur. Çocukların özel olarak korunması hukuksal alanda bir anayasal emirdir. Çünkü çocuklar bedensel, zihinsel yönden en güçsüz, en bağımlı kimselerdir.
Dünya üzerinde birçok çocuk ya savaş ortasında ya da açlık sınırında yaşamını sürdürmektedir. Bu koşulları ortadan kaldırmak ve onlara daha iyi bir yaşam sağlamak amacıyla hazırlanan Çocuk Hakları Sözleşmesi , 191 ülke tarafından kabul edilmiştir.
Türkiye’nin de 1990 yılında imzaladığı bu sözleşme toplam 54 maddeden oluşmaktadır.
Taraf ülkeler bu sözleşmeyi hazırlarken çocuğun kişiliğinin tam ve uyumlu olarak gelişebilmesi için mutluluk, sevgi ve anlayış havasının içindeki bir aile ortamında yetişmesinin gerekliliğini kabul etmişlerdir. Ayrıca çocuğun toplumda bireysel bir yaşantı sürdürebilmesi için her yönüyle hazırlanmasının ve özellikle barış, değerbilirlik, hoşgörü, özgürlük, eşitlik ve dayanışma ruhuyla yetiştirilmesinin gerekliliğini savunmuşlardır.
Çocuk Hakları Neden Önemlidir?
Öncelikle çocuk bir insandır ve insan olarak o da sevgiye ve küçük olduğu için daha fazla şefkate ihtiyacı vardır. Çocuk toplumun bir parçası ve gelecekteki toplumun güvencesidir. Bu bakımdan çocuk haklarının özgürlük içinde ve dengeli bir şekilde korunması hem çocuğun hem de toplumun yararınadır. Toplumlar çağdaşlaşmak istiyorlarsa çocukların gelişimine önem vermek zorundadırlar.
Kişi nasıl bir çocukluk geçirirse ileride de öyle bir birey olur. Ancak, özgürlük içinde yetişen çocuk, ileride bunu yeni kuşaklara yayar. Çocuk haklarını kökleştirmek bir toplumun geleceği için yapılan en önemli yatırımdır.
“Eğer bir toplumda çocuklar ihmal ediliyorsa o toplum geri kalmış bir kültürdür. Ancak çocukların gelişimine önem veriliyorsa o toplumun kültürü gelişmiş bir kültürdür.”
John Dewey
Çocuk Hakları ve Çocuk Haklarına Dair Sözleşme
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, tarihte en geniş kabul gören insan hakları belgesidir. 20 Kasım 1989 tarihinde onaylanan bu sözleşme sayesinde artık çocukların hakları yasalarca da tanınıyor. 20 Kasım günü tüm dünyada Çocuk Hakları Günü olarak kutlanmaktadır. Türkiye, Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’yi 1990 yılında imzalamıştır.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, nerede doğduklarına, kim olduklarına; cinsiyetlerine, dinlerine ya da sosyal kökenlerine bakılmaksızın bütün çocukların haklarını tanımlamaktadır.
Sözleşme bunları kapsamaktadır: yaşama hakkı; eksiksiz biçimde gelişme hakkı; zararlı etkilerden, istismar ve sömürüden korunma hakkı; aile, kültür ve sosyal yaşama eksiksiz katılma haklarıdır.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, medeni, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlardaki insan haklarını en geniş biçimde tanımlamaktadır. Bu sözleşmeye yön veren temel değerler şunlardır: ayrım gözetmeme; çocuğun yararının gözetilmesi; yaşama ve gelişme; katılımdır.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, on sekiz yaşın altında olanları çocuk olarak tanımlayarak başlamaktadır. Sözleşmede ele alınan başlıca konular şunlardır:
Çocuk Haklarından Bazıları;
Ana–babanın rolü ve sorumluluğu; bunun ihmal edildiği durumlarda ise devletin rolü ve sorumluluğu; Bir isme ve vatandaşlığa sahip olma ve bunu koruma hakkı; Yaşama ve gelişme hakkı; Sağlık hizmetlerine erişim hakkı; Eğitime erişim hakkı; İnsana yakışır bir yaşam standardına erişim hakkı; Eğlence, dinlenme ve kültürel etkinlikler için zamana sahip olma hakkı; İstismar ve ihmalden korunma hakkı; Uyuşturucu bağımlılığından korunma hakkı; Ekonomik sömürüden korunma hakkı; İfade özgürlüğü hakkı; Düşünce özgürlüğü hakkı; Dernek kurma özgürlükleri hakkı; Çocukların kendileriyle ilgili konularda görüşlerini dile getirme hakkı; Özel gereksinimleri olan çocukların hakları: Özürlü çocukların hakları.
Haklarımızı bilelim, onları koruyalım çocuklar. Sevgiyle kalın.
|
https://www.masaloku.net/karagoz-ve-hacivat-bayramlasma-bayrami/
|
Karagöz ve Hacivat: Bayramlaşma Bayramı Masalı
| null | null | null |
Çocuklara Karagöz – Hacivat Konuşmaları Çocuklar için Türk kültürünün önemli bir figürü olan Hacivat ile Karagöz’ün kısa komik konuşmalarından oluşan bir diyalogu daha sizlere sunmaktayız. Keyifli okumalar dileriz.
Bayramlaşma Bayramı
(Karagöz gelir, içeri girerler.)
HACİVAT – Karagöz’üm hoş geldin!…
KARAGÖZ – Hoş bulduk Hacı Cavcav, hoş bulduk!… Ver elini öpeyim!
HACİVAT – Efendim, bu ne el öpmesi?…
KARAGÖZ – Pataklarım ha, öğrenemedin mi? Bayramlaşma el öpmesi tabi…
HACİVAT – Tamam, biliyorum da, bayramın daha ilk gününde bu kaçıncı bayramlaşma?
KARAGÖZ – Köftehor, kaçıncı olursa olsun, bayramlaşma kötü mü?
HACİVAT – Canım kötü olur mu? Bayram güzel, bayramlaşma çok güzel ama…
KARAGÖZ – İyi ya, benim bayramın ilk günü fırsat buldukça senin elini öpmem de hepsinden güzel…
HACİVAT – Artık yeter efendim! Bayram namazından sonra sabah câmide bayramlaştık.
KARAGÖZ – Yalan söyleme! Bayram bahşişi almak herkesin içinde ayıp olur diye dışarıda bayramlaştım.
HACİVAT – Her ne ise… Beraber yürüdük, evlerimize ayrılırken tekrar bayramlaştın! Yine ses çıkarmadım.
KARAGÖZ – Hele ses çıkar da göreyim. “Hacivat benimle bayramlaşmıyor, elini öptürmüyor” diye bağırırım.
HACİVAT – Zaten ben de, sana inanan çıkar da eşe dosta bayram günü rezil olurum diye çekiniyorum.
KARAGÖZ – İyi yapıyorsun Hacı Cavcav!…
HACİVAT – İyi yapıyorum ya, durmadan elini öpen sadece sen olsan ona da razıyım. Çocukların torunların daha câmide iken senin arkanda kuyruk olmaya başladı.
KARAGÖZ – Ağzını bozma, bayram demem pataklarım. Köftehor ben kedi miyim de arkamda kuyruk uzasın?
HACİVAT – Yani, sen elimi öperken bir bakıyorum ki onlar da arkanda sıraya girmişler.
KARAGÖZ – Ne olacak ya?… Senin arkanda sıraya girecekler de, senden sonra ben çocuklarımın, torunlarımın mı elini öpeceğim?
HACİVAT – Allah iyiliğini versin! Öyle değil… Yani onların da senden sonra el öpmelerine de bir şey dediğim yok amma.
KARAGÖZ – Eeee, amması ne demek oluyor?
HACİVAT – Bahşişini almadan önümden çekilmiyorsunuz.
KARAGÖZ – Senin iyiliğin için öyle yapıyoruz.
HACİVAT – O nasıl oluyor bakalım?
KARAGÖZ – Köftehor, el öpüp de bayram bahşişimizi almasak görenler ne der?
HACİVAT – Hiçbir şey demezler…
KARAGÖZ – Ben öğretirim. “Hacivat, bayramda elini öpen Karagöz ile çocuklarına ve torunlarına bahşiş vermedi, çok ayıp etti” derler.
HACİVAT – İşin aslını astarını bilmezlerse tabii ayıplarlar. Fakat ben de senin çocuklarını torunlarını peşine takıp, benden bahşiş almak için kaç defa elimi öptüğünü söylersem ya sana ne derler?
KARAGÖZ – Bir şey demezler, beni ayıplamazlar.
HACİVAT – Allah Allah, neden?…
KARAGÖZ – Köftehor, sen Hacivat’sın, Ben Karagöz’üm!… Hem gülüp geçerler, hem de “Aferin, Karagöz ne akıllı, işini bilen adammış…” derler.
HACİVAT – Hiç güleceğim yoktu. Hah hah hah!…
KARAGÖZ – Hah hah ya, ben seni şimdi iyi güldürürüm. Unuttum zannetme de hele şu el öpme bayram bahşişimi ver bakalım Hacı Cavcav!
HACİVAT – Pekâlâ, az olacak ya kusura bakma! (Verir.)
KARAGÖZ – Zararı yok, üstünü sonra tamamlarsın! (Alır.)
HACİVAT – Nasıl oldu da bu sefer yalnız geldin?
KARAGÖZ – Kim dedi yalnız geldiğimi? Çoluk çocuk da yola çıkmışlardır. Sen paraları hazırla.
HACİVAT – Aman Allah’ım, sen bana sabır ver!
KARAGÖZ – Tamam Hacı Cavcav, anlaştık! Allah sana sabır versin, sen de bize her bayramda el öptükçe bahşiş ver. (Karagöz ve sonra Hacivat giderler.)
|
https://www.masaloku.net/kurnaz-tavsan-ile-aslan/
|
Kurnaz Tavşan ile Aslan Masalı
| null | null | null |
Kurnaz Tavşan ile Aslan Masalı
Günlerden bir gün, ormanlar kralı dehşetle kükrüyor, karnını doyurmak için kendinden güçsüz hayvanları avlamaya devam ediyordu. Ondan kaçıp kurtulmak çok zordu.
Bir gün ceylanlar, kuşlar, kaplumbağalar, tavşanlar, dağ keçileri, zürafalar ve diğer hayvanlar toplanıp bu kötü gidişin önüne geçmek istediler.
Topluca Aslanın huzuruna çıkıp:
-Efendimiz dediler… Biz aramızda anlaştık. Her gün ölüm korkusu çekmektense içimizden birinin gönüllü olarak kurban olmasına razı olduk. Böylece siz hiç yorulmayacaksınız, avınız ayağınıza kadar gelecek, bizde sıra kendimize gelinceye kadar korkudan uzak yaşayacağız.
Kral Aslan bu teklife razı oldu.
Nihayet aradan günler geçti ve kurban olma sırası tavşana geldi. Zavallı uzun kulak ölümden çok korkuyor, kendi ayağıyla gidip aslanın pençeleri arasında can vermeye bir türlü razı olmuyordu. Birden aklına parlak bir fikir geldi. Ormanda oyalanıp gidişini geciktirdikten sonra huzura çıktı. Aslanın karnı acıkmış, sinirleri gerilmişti.
-Niçin bu kadar geç kaldın? diye bağırdı.
Tavşancık boynunu büküp:
-Hiç sormayın efendim dedi, yolda gelirken başka bir aslan gördüm, Kral’ın kendisi olduğunu söyleyip size olmadık hakaretler savurdu, elinden güçlükle kurtuldum…
Kral aslan daha çok sinirlenmişti.
-Kim bu küstah! diye kükredi. Galiba kanına susamış… Gideyim ve cezasını vereyim onun…
Tavşan önde, Aslan arkada yola düştüler. Bir süre gittikten sonra derince bir kuyu başına ulaştılar.
Tavşan:
-İşte size hakaret eden yalancı Kral bu kuyu içinde efendimiz!… dedi.
Aslan kuyuya eğilip bakınca su üzerine akseden kendi şeklini gördü. Bağırıp çağırmaya başladı. Sudaki aksi de aynı şekilde bağırıp çağırınca kendinden geçip hırsla atıldı ve bir anda kendini buz gibi suların içinde buldu… Küçücük bir tavşan tarafından aldatıldığını farkettiğinde iş işten geçmişti.
|
https://www.masaloku.net/kirmizi-baslikli-kizin-hikayesi/
|
Kırmızı Başlıklı Kızın Hikayesi Masalı
| null | null | null |
Kırmızı Başlıklı Kızın Hikayesi Bir zamanlar, kırmızı başlıklı adında küçük bir kız varmış. Annesi ona üzerinde kırmızı başlığı olan bir pelerin almış. Kız bu pelerini çok seviyormuş ve nereye gitse onu giyiyormuş. Bu nedenle de herkes ona Kırmızı Başlıklı Kız diyormuş.
Bir gün “Kırmızı Başlıklı Kız!” diye seslenmiş kızın annesi. “Büyükannen hâlâ hasta. Hadi giyin de, ona yaptığım şu çöreği götür.”
Kırmızı Başlıklı Kız da elbisesini giymiş, üzerine kırmızı başlıklı pelerinini geçirmiş, başlığı çenesinin altında sıkıca bağlamış ve yola çıkmış.
Tavşan Ormanı’ndaki yoldan ayrılma sakın!” diye seslenmiş annesi arkasından. (Ormanın adı Tavşan Ormanıymış, ama içinde uzun zamandır bir tek tavşan bile yokmuş – neden olmadığını birazdan öğreneceksiniz.)
“Ayrılmam anne,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız.
Tam ormana girmiş, birkaç adım atmış ki, çalılıkların arasından bir ses duymuş. Yola birden bir kurt fırlamış. Kırmızı Başlıklı Kız korkusundan az kalsın elindeki sepeti düşürüyormuş. Fakat kurt hiç de öyle düşmanca görünmüyormuş. “Nereye böyle küçük kız?” diye sormuş kurt.
“Büyükanneme gidiyorum,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız. “Tavşan Ormanı’nın sonunda ki ilk ev. Büyükannemin sağlığı pek iyi değil. Bu arada adım ‘küçük kız’ değil, ‘Kırmızı Başlıklı Kız.’ ”
“Özür dilerim,” demiş kurt. “Bilmiyordum. Bak sana ne diyeceğim. Ben bir koşu gidip Büyükannene senin yolda olduğunu haber vereyim. Yalnız sakın yolda oyalanayım falan deme, olur mu? Başına bir şey gelmesini istemeyiz, öyle değil mi?”
Kurt oradan hemen sıvışmış! Çünkü yakınlarda bir oduncu dolaşıyormuş. Eğer kızı hemen orada yerse, oduncunun kızın yardımına koşacağını biliyormuş.
Kırmızı Başlıklı Kız, çiçek toplayarak, kelebeklerin peşinden koşarak, kuş seslerini dinleyerek yolda ağır ağır ilerlerken kurt kestirmeden Büyükannenin evine varmış, kapıyı çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş içeriden yaşlı kadın.
Kurt sesini değiştirerek, “Benim, Kırmızı Başlıklı Kız,” demiş. “Çayın yanında yemen için sana çörek getirdim.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş Büyükanne. Kurt hemen içeri dalmış. Öyle açmış ki! Günlerdir hiçbir şey yememiş. Bu yüzden Büyükanneyi çiğnemeden bir lokmada yutuvermiş. Biraz sonra Kırmızı Başlıklı Kız Büyükannenin kapısını çalmış. “Kim o?” diye seslenmiş kurt yumuşak bir sesle.
“Benim, Kırmızı Başlıklı Kız.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş kurt. “İçeri girebilirsin.”
Kırmızı Başlıklı Kız bir an için tereddüt etmiş. ‘Büyükannemin sesi ne kadar da garip böyle?’ diye düşünmüş. Sonra büyükannesinin hasta olduğu gelmiş aklına ve kapının mandalını kaldırıp açarak içeri girmiş.
Kurt, Büyükannenin geceliğini giymiş, onun başlığını ve gözlüğünü takmış yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve suratı fark edilmesin diye de perdeleri iyice kapamış.
“Elindekileri oraya bırak da yanıma gel canım,” demiş kurt.
Kırmızı Başlıklı Kız çöreği yatağın yanında ki küçük masanın üzerine koymuş, ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf görünüyormuş.
“Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?”
“Seni daha iyi kucaklamak için!” demiş kurt.
“Kulakların neden büyük, peki?”
“Seni daha iyi duyabilmek için!” demiş kurt.
“Gözlerin neden kocaman, peki?”
“Seni daha iyi görebilmek için,” demiş kurt.
“Dişlerin neden sivri peki?”
“Seni daha iyi yiyebilmek için,” demiş kurt.
Bunu söyledikten sonra kurt artık daha fazla kendine engel olamamış ve yorganı bir tarafa atarak yataktan fırladığı gibi Kırmızı Başlıklı Kızı bir lokmada yutuvermiş. Sonra da karnı doyduğu için keyfi yerine gelmiş ve uykuya dalmış.
Ama ne var ki kurt çok kötü horluyormuş. Evin önünden geçen bir avcı onun horultularını duymuş. Büyükanneye kötü bir şey mi oldu acaba, diyerek kulübeden içeri girmiş. İçeri girer girmez de orada neler olduğunu hemen anlamış.
“Aylardır senin peşindeyim pis yaratık,” diye bağırmış avcı ve kurdun kafasına elindeki baltanın sapıyla vurmuş. Sonra da önce Kırmızı Başlıklı Kızı, sonra da Büyükanneyi dikkatle kurdun içinden çıkarmış. İkisi de sapasağlammış.
Büyükanne, Kırmızı Başlıklı Kızın ona getirdiği çöreği afiyetle yemiş. Kırmızı Başlıklı Kız büyükannesine bir daha hiçbir kurdun sözüne kanmayacağına dair söz vermiş.
Eve dönerken tavşanların saklandıkları yerlerden çıktıklarını görmüş. Tavşan Ormanı yine eskisi gibi tavşanlarla dolu bir orman haline gelmiş.
|
https://www.masaloku.net/23-nisan-siirleri/
|
23 Nisan Şiirleri Masalı
| null | null | null |
23 Nisan Şiirleri
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı ile ilgili şiirleri sizlerle paylaşacağız. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, Büyük Millet Meclisinin açılışı ile beraber Türk çocuklarına armağan ettiği 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı tüm yurtta neşeyle kutlanıyor.
23 NİSAN MİLLİ EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI
23 Nisan 1920 Büyük Millet Meclisi’nin açılış günüdür. Her 23 Nisan günü Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı birlikte kutlarız. Egemenlik yönetme yetkisidir. Ulusal egemenlik; yönetme yetkisinin ulusta olmasıdır. Osmanlı imparatorluğu döneminde egemenlik padişahta idi. Padişah ülkeyi dilediği gibi yönetirdi.
İmparatorluğun son yıllarında padişahlar rahatlarını düşündüler. Yurt bakımsız kaldı. Ülke sorunları yüzüstü bırakıldı. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı başladı. Savaş 4 yıl sürdü. Bizimle birlikte olanlar savaşta yenildi. Savaş kurallarına göre biz de yenilmiş sayıldık. Yurdumuz İngilizler, Fransızlar, Yunanlılar, İtalyanlar tarafından paylaşıldı. Padişah ve yandaşları ülkenin paylaştırılmasına ses çıkarmadılar.
Ulu Önder Mustafa Kemal Paşa Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için İstanbul’dan Samsun’a 19 Mayıs 1919 günü geldi. Samsun’dan Amasya’ya, oradan Erzurum’a ve Sivas’a gitti. Sivas ve Erzurum’da kongreler topladı. Mustafa Kemal Paşa egemenliğin ulusta olduğuna inanıyordu. Bu inançla «Ulusu yine ulusun gücü kurtaracaktır. Tek bir egemenlik vardır, o da ulusal egemenliktir» diyordu. Yurdun dört bir yanından seçilip gelen temsilciler – milletvekilleri – Ankara’da 23 Nisan 1920 günü toplandılar.
İlk Büyük Millet Meclisi’nin toplandığı yapı Ankara’da Ulus Alan’ından istasyona giden caddenin başındadır. Bugün Kurtuluş Savaşı Müzesi olan bu yapı tek katlıdır. O yıllar ülkemiz yokluk yoksulluk içindeydi. Milletvekillerinin oturduğu sıralar bir okuldan getirildi. Meclis gaz lambası ile aydınlanıyor, soba ile ısınıyordu. Top seslerinin Ankara’da duyulduğu zamanlarda bile meclis düzenli toplandı.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızla ilgili bütün kararlar bu mecliste alındı. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde ulusumuz dünyaya Ulusal Kurtuluş Savaşı dersi verdi. Ezilen uluslara kurtuluş yolunu açtı. Bağımsızlık savaşının öncüsü olan kurtuluş savaşımız yeryüzünün öteki uluslarına örnek oldu.
23 Nisan 1920 ilk Büyük Millet Meclisi’mizin toplandığı gündür. 23 Nisan, ulusun yönetme yetkisini kullanmaya başladığı gündür. Bu gün Milli Egemenlik Bayramı’mızdır.
23 Nisan dünyada kutlanan ilk çocuk bayramıdır. Atatürk’ün Türk çocuklarına armağan ettiği bu bayram şenliklerine son yıllarda yabancı ulusların çocukları da katılmaya başlamıştır. Atatürk çocuklara çok değer verir, gezilerinde okullara uğrar, ders dinler, sorular sorardı. «Bugünün küçükleri yarının büyükleridir.» diyen Atatürk, yönetimin bayram süresince öğrencilere bırakılması geleneğini başlattı. 23 Nisan’da yönetim birimleri seçimle gelen kurullar bir süre çocuklara bırakılır. Bu güzel gelenek her yıl yinelenir. Her 23 Nisan’da yurdumuz bir bayram alanı olur. Çocuklar törenlerde konuşmalar yaparlar, şiirler okurlar. Gece fener alayları düzenlenir.
23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı egemenliğin ulusta olduğu düşüncesinin kabul edildiği gündür. Çocuk bayramımızdır. Yarının büyükleri olan çocukların bayramıdır. Türk milleti var oldukça da bu böyle olacaktır.
23 Nisan ile İlgili Şiirler ;
Hoş Geldin 23 Nisan
1920’de oldu bize bayram Ne güzel 23 Nisan Sevinin çocuklar sevinin İşte geldi 23 Nisan
Heryerde balonlar bayraklar Çalıyor davullar zurnalar Sevinin çocuklar sevinin Sşte geldi 23 Nisan
Atamız vermiş bize bu bayramı Çockuyla analım 23 Nisan’ı Sevinin çocuklar sevinin İşte geldi 23 Nisan
Şiirler okunuyor efeler oynuyor Ne güzel kutlanıyor Sevinin çocuklar sevinin İşte geldi 23 Nisan
Eğlensin çocuklar Özgür yaşasın insanlar sevinin çocuklar sevinin İşte geldi 23 Nisan
Ellerde bayraklar Ağızlarda şiirler sevinin çoçuklar sevinin işte geldi 23 Nisan..
23 Nisan..
23 NİSAN
Sanki her tarafta var bir düğün. Çünkü, en şerefli en mutlu gün. Bugün yirmi üç Nisan, Hep neşeyle doluyor insan.
İşte, bugün bir meclis kuruldu, Sonra hemen padişah kovuldu. Bugün yirmi üç Nisan, Hep neşeyle doluyor insan.
Bugün, Atatürk’ten bir armağan, Yoksa, tutsak olurduk sen inan. Bugün yirmi üç Nisan, Hep neşeyle doluyor insan.
Saip EGÜZ
ÇOCUK BAYRAMI
Gelin çocuklar gelin! Bayramımız var bugün. 23 Nisan için, Kuralım şenlik, düğün…
El ele tutuşarak, Şarkılar söyleyelim, Ellerimizde bayrak, Sokak sokak gezelim.
Çocuklarıyız, yarının Büyük insanlarıyız, Üstünde bu vatanın Hür, mesut ve kaygısız Daima yaşayacağız.
Ali PÜSKÜLLÜOĞLU
BİZİM BAYRAMIMIZ
Bize gelen bizim bayram. Yükseldi bak ünümüz, Yirmi üç Nisan bizim En şerefli günümüz.
Al bayrağı açalım, Gel gidelim törene Bin teşekkür bizlere, Bu günleri verene.
Bizim için harcanan Boşa gitmez bu emek Çünkü her Türk çocuğu Yirmi üç Nisan demek
İ. Hakkı SUNAT
|
https://www.masaloku.net/cocuklara-masal-anlatma-teknikleri/
|
Çocuklara Masal Anlatma Teknikleri Masalı
| null | null | null |
Çocuklar için Etkili Masal Anlatma Teknikleri
Sevgili anne/babalar, hepimizin göz bebeği çocuklarımıza masal anlatırken uygulamamız gereken yöntem ve teknikleri izlerle paylaşacağız. Çocuklarımıza masal anlatırken veya masal okurken uygulanacak belli başlı yöntem ve teknikler;
– Çocuğuna masal anlatırken anne/babaların en önemli görevi anlattığı masalı veya okuduğu masalı sabırlı bir şekilde okumalarıdır. Çocuğunuzun ilgisini, masal sitesinde veya masal kitabında gördüğü bir masal resmi çekebilir, sizden o masalı okumanızı isteyebilir. Çocuğun istediği masalı mutlaka okumalısınız. Masalı okurken veya daha önce anlattığınız masalı tekrar tekrar okumanızı istediğinde, bunu hiç sıkılmadan sabırla yapmanız gerekmektedir.
– Çocuklarınıza kazandırmak istediğiniz davranışlarla veya yapmasını istemediğiniz davranışlarla ilgili masallar okumaya veya anlatmaya özen gösterin.
– Masal okuma ve anlatma alışkanlığınızı sürekli hale getirin. Özellikle oyun çağındaki çocuklarınıza her gün bir masal okumaya veya anlatmaya çalışın.
– Masal seçerken çocuğunuzda kazandırmak istediğiniz değerlere uygun masallar seçiniz. (doğruluk, dayanışma, sadakat gibi.) Asla ŞİDDET içerikli veya kötü alışkanlıklar kazandırabilecek masallar okumayın.
– Masal anlatırken çocuğunuzun size sorduğu sorulara mutlaka karşılık veriniz. Masal okumayı devam ettirerek başınızla evet ya da hayır şeklinde cevaplar verebilirsiniz.
– Masal okurken veya anlatırken ses tonunuza dikkat ediniz. Abartıya kaçmadan anlattığınız masalın karakterlerini taklit edebilirsiniz ya da masalınıza uygun bir ses tonu kullanabilirsiniz.
– Çocuğunuzun hayal dünyasını özgür bırakın, masallar hakkında düşünmesini sağlayın.
– Masalların her zaman mutlu sonla bitmesine dikkat edin. İyiliğin, doğruluğun kazandığını her zaman tekrar edin.
– Unutmayın! Çocuklarınıza masal okumayı veya masal anlatmayı severseniz onlar da masal okumayı sever. Alışkanlık ailede başlar onlara her gün masal okuyarak onlara okuma alışkanlığını ancak siz kazandırabilirsiniz.
Sevgiyle kalın.
|
https://www.masaloku.net/nasreddin-hoca-ve-esegi/
|
Nasreddin Hoca ve Eşeği Masalı
| null | null | null |
Nasreddin Hoca ve Eşeği Masalı
Günlerden bir gün, Nasreddin hocanın bir eşeği varmış, zamanla bu eşeği ihtiyarlamış, hanımıyla istişare etmişler ve sonucunda da karar vermişler;
“Sabah erkenden hayvan pazarına götürelim eşeği, satalım, üstüne de biraz para koyup daha genç ve güçlü bir eşek alalım.” demişler.
Sabahın ilk ışıklarında, eşeği önlerine katıp yola çıkmışlar. Köy, hayvan pazarına baya uzakmış. Nasreddin hoca;
“Bu zayıf eşek bu yola dayanmaz, yolda ölür. Yolda ölmese bile pazara varınca bitkin düşer, kimseler yüzüne bakmaz,” demiş. “İyisi mi, biz eşeği sırtımıza alalım, pazara kadar sapasağlam götürelim.” demiş.
Eşeği almış sırtına, düşmüşler yola. Biraz ilerlmişler, çok geçmeden karşılarına köyden bir kaç ahbap çıkmış. Nasreddin hocanın bu haline pek akıl sır erdirememişler.
“Yahu hocam, delirdiniz mi?” demişler. “Hiç insan, eşek taşır mı? Neden böyle bir şey yaptınız! Bizim bildiğimiz, eşek insanı taşır.”
Nasreddin hoca düşünmüş;
“Doğru,” demiş.
Eşeği sırtından indirmiş, bu defa Nasreddin hoca, eşeğe binmiş. Yolda giderlerken karşılarına başka köylüler çıkmış. İçlerinden biri;
“Oh, maşallah,” demiş. “Nasreddin hoca eşeğe binmiş, yanındaki hanımını da yaya yürütüyor. Ne ayıp, ne ayıp!” Hoca adam adaletsiz davranır mı hiç? Hoca Nasreddin; “Adamlar haklı,” demiş. “Gel hanım, ben ineyim, eşeğe sen bin!”
İnmiş eşekten, hanımını bindirmiş. Yolda giderlerken karşılarına başka köylüler çıkmış. Hep bir ağızdan;
“Olacak is mi bu?” demişler. “Hocanın genç hanımı eşek sırtında, yaşlı ve gücü kalmamış Nasreddin hoca yaya gidiyor! İnsan olan, bundan bir parça olsun utanır.” Nasreddin hoca hanımına, hanımı da Nasreddin hocaya bakmış. “Hakları var demiş, hocanın hanımı,” demiş Hoca, “Ben ineyim, gel sen bin şu eşeğe.”
Nasreddin hocanın haımı eşekten indiğinde, Nasreddin hoca itiraz etmiş: “Olmaz öyle şey,” demiş. “İkimiz birden binelim, daha iyi.” .
Böyle karar vermişler, ikisi birden eşeğe binip yola koyulmuşlar yeniden. Gide gide yine başka köylülere rastlamışlar. Muhtar kılıklısı;
“Nasreddin hocam! Yazıklar olsun size!” demiş. “Sizde hiç acıma, sizde hiç insanlık yok mu? Bu zavallı hayvana ikiniz birden binmeye utanmıyor musunuz?” Bir de hoca olacaksın demiş.. Nasreddin hoca ve hanımı durmuşlar, düşünmüşler. “Bunlar da haklı,” demişler. “En iyisi hayvanı iyi edelim, öyle götürelim pazara.”
Nasreddin hocayla hanımı eşeği almışlar, düşmüşler yollara.. Bu defa yolda giderken hic rastlamadıkları, başka köylülerle karşılaşmışlar. Köylünün biri; ‘
“Bu nasıl şey böyle?” demiş. »Eski köye yeni adet mi, getiriyorsunuz hocam? Eşek varken insanlar yayan gider mi? Bunu yapsa yapsa ancak eşekler yapar.”
“Doğru,” demiş Nasreddin hoca, “ben de eşeğim, oğlum da. Eşekliğimiz, her önümüze çıkanın dediğine kulak verip yerine getirmemizden geliyor Ama bundan böyle paydos! Kim ne derse desin umurumuzda değil. Doğru da olsa, eğri de olsa kendi bildiğimizden şaşmayacağız.”
Diyeceğim şu: Doğruluk, eğrilik dünyarmzda beğen, gibi görece oldu çıktı. Ne kadar adam varsa o kadar doğruluk, eğrilik var. En iyisi, kendi sağduyusuna göre kendi bildiğini okumak, bundan şaşmamak!
Gökten üç elma düştü, biri yazana, biri okuyana biri de masal sevenlerin başına..
|
https://www.masaloku.net/kucuk-prens/
|
Küçük Prens Masalı
| null | null | null |
Küçük Prens Masalı
Dünya klasikleri arasında yer alan Küçük Prens’in özetini sizlere sunacağız. Keyifki okumalar dileriz..
Yerimden sıçradım. Şimşek çarpmışa dönmüştüm. Gözlerimi ovuşturdum ve dikkatle etrafıma baktım. Ne gördüm dersiniz? Şaşılacak derecede küçük bir erkek çocuğu gözlerini dikmiş, ciddi ciddi bana bakıyordu. Gördüğünüz bu resmi sonradan yaptım. Onun çizebildiğim en iyi resmiydi. Ama kesinlikle gerçeğinin yarısı kadar bile güzel olmadığını söylemeliyim. Tabii ki bu benim suçum değil. Altı yaşımdayken büyükler yüzünden resim kariyerime son vermek zorunda kalmış, boa yılanını dıştan ve içten gösteren resimler dışında hiçbir şey çizmeyi öğrenememiştim.
Nereden geldiğini öğrenmem oldukça uzun sürdü. Bana bu kadar çok soru soran küçük prens, benimkileri hiç duymuyordu. Neyse ki sorduğu soruların cevaplarını biliyordum. Şu saçma dünyada oradan oraya dolaşmak işe yaramıştı.
Örneğin, uçağımı ilk gördüğünde “Şu nesne de nedir?” diye sormuştu. (Ne yazık ki size uçağımı çizemeyeceğim, çünkü bana göre oldukça karmaşık bir şey bu.)
“ O bir nesne değil, benim uçağım. Gökyüzünde uçar.”
Ona uçabildiğimi söylemekten de gurur duymuştum doğrusu. Bunun üzerine “ Ne? Yani gökten mi düştün?” diye haykırdı.
“Evet dedim alçakgönüllü bir tavırla.
“ Ah ne eğlenceli.” Sonra da kahkahalarla gülmeye başladı küçük prens. Bu çok canımı sıkmıştı. Talihsizliğimle alay edilmesinden pek hoşlanmam.
“ O halde sen de gökyüzünden geliyorsun” dedi. “ Peki hangi gezegenden?”
Bir şey yakaladığımı anlamıştım ve hemen onu sorguya çektim.
“ Yani sen başka bir gezegenden mi geldin?”
Ama soruma cevap vermedi. Kibarca başını salladı. Bir yandan da bakışlarıyla uçağımı inceliyordu.
“Bununla pek fazla uzaktan geliyor olamazsın…”
Gözleri daldı. Uzun bir süre sonra cebinden çizdiğim koyun resmini çıkararak bu yeni hazinesini incelemeye koyuldu. Bu ‘ başka bir gezegen’ konusunda bana kesin bir cevap vermemesinin merakımı nasıl artırdığını tahmin edebilirsiniz. Tabii ki ben de daha fazlasını öğrenmeye çalıştım.
“ Nereden geliyorsun sen küçük dostum? Sözünü ettiğin bu ‘benim yaşadığım yer’ neresi? Çizdiğim koyunu nereye götüreceksin?”
Geldiği gezegen bir evden daha büyük değildi. Ama aslında bu beni pek de şaşırtmadı. Dünya, Jüpiter, Mars ve Venüs gibi büyük gezegenlerin haricinde isimsiz yüzlerce gezegen olduğunu biliyordum. Bu gezegenlerin bazıları öyle küçüktür ki, onları teleskopla bile fark etmek güçtür. Gökbilimciler bunlardan birini keşfettiklerinde, ona isim yerine bir numara verirler. Örneğin, ‘ Asteroid 325’ derler ona.
Küçük prensin geldiği gezegenin Asteroid B-612 olduğunu zannediyorum. Böyle düşünmek için iyi nedenlerim var. Bu asteroid yalnızca bir kez, bir Türk gökbilimci tarafından 1909 yılında görüldü. Gökbilimci bu keşfini bir Uluslararası Astronomi Kongresi’nde açıkladı. Ama tuhaf giysileri yüzünden kimse ona inanmadı. Büyükler böyledir işte.
Asteroid-B-612 hakkındaki bu açıklamaları sadece büyükler için yapıyorum. Onlar şekillerden hoşlanırlar. Onlara yeni tanıştığınız bir arkadaştan bahsetseniz, asla en önemli soruları sormazlar. Size arkadaşınızın sesinin nasıl olduğunu, hangi oyunları tercih ettiğini, ya da kelebek koleksiyonu yapıp yapmadığını hiçbir zaman sormazlar. “ Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Babası kaç lira kazanıyor? “ gibi şeyler sorarlar. Ancak bunları bildiklerinde onu tanımaya başladıklarını düşünürler.
Onlara “ Pembe tuğlalardan yapılmış bir ev gördüm, pencerelerinin kenarında sardunyalar, çatısında güvercinler vardı” diyecek olsanız, böyle bir evi hayal edemezler. Onlara “ Yüz bin dolar değerinde bir ev gördüm “ demeniz gerekir. O zaman “ Ah, ne kadar güzel bir ev ! “ diyeceklerdir.
İşte böyle. Bu yüzden de onlara “ Küçük prens çok güzeldi, kahkaha atıyordu ve bir koyun istemişti. İşte bunlar onun var olduğunun kanıtıdır “ deseniz, omuzlarını silkecek ve size çocuk muamelesi yapacaklardır. Ama “ Onun geldiği gezegen Asteroid B-612 “ derseniz, size inanacaklar ve sorular sormaya başlayacaklardır. Onlar böyle işte. Bu zayıflıklarından yararlanmak doğru olmaz. Çocukların yetişkinlere karşı daima anlayışlı olmaları gerekir.
Ama yaşamı gerçekten anlayan bizlerin, şekillere ihtiyacı yoktur. Hikayeme masal anlatır gibi başlayabilirdim. “ Bir zamanlar bir küçük prens vardı, kendisinden pek de büyük olmayan bir gezegende yaşardı ve bir arkadaşa ihtiyacı vardı “ diyebilirdim. Hayatı gerçekten anlayan bizler, bunu daha gerçekçi bulurduk…
Her gezegende olduğu gibi, küçük prensin gezegeninde de yararlı ve zararlı bitkiler vardı anlaşılan. Yararlı tohumları yararlı bitkiler, zararlı tohumları ise zararlı bitkiler meydana getiriyordu. Ama tohumlar görünmezdirler. Toprağın derinliklerinde uyurlar. Sonra bir gün bir tanesi uyanmaya karar verir. Önce ürkek ürkek gerinir. Sonra yüzünü güneşe çevirmiş sevimli bir filiz olarak çıkar ortaya. Bu haliyle tamamen zararsızdır. Eğer bu bir turp filizi ya da gül fidanıysa, dilediği gibi büyümesine izin verilir. Yok eğer yabani bir bitkiyse, derhal sökülmelidir. İşte küçük prensin gezegeninde de böyle zararlı tohumlar vardı. Bunlar baobap tohumlarıydı. Küçük gezegenin her yerini istila etmişlerdi. Eğer bir baobap filizini zamanında sökmezseniz, ondan bir daha asla kurtulamazsınız. Gezegenin her yerini kaplar. Kökleri toprağın derinliklerine doğru ilerler. Eğer gezegeniniz çok küçükse ve baobaplar da fazlaysa, o zaman gezegen patlayabilir.
“ Bu bir terbiye meselesi “ demişti küçük prens daha sonraları. Sabahleyin kendi bakımınızı yaptıktan sonra, sıra gezegenin bakımına gelir. Bunu büyük bir dikkatle yapmalısınız. Küçük baobap filizleri gül fidanlarından ayırt edilebilecek kadar büyüdüklerinde, onları sökmelisiniz. Bu sıkıcı bir iştir, ama oldukça kolaydır.”
Bir keresinde güneşin batışını tam kırk dört kez izlediğini anlatmıştın bana. Sonra da şöyle demiştin: “ Bilirsin, insan çok mutsuz olduğu zamanlarda güneşin batışını izlemeyi sever.”
“ Peki sen mutsuz muydun? “ diye sormuş, ama yanıt alamamıştım senden.
Beşinci gün, küçük prensin yaşamıyla ilgili yeni bir sırrı daha keşfettim. Bu yine çizdiğim koyun sayesinde olmuştu. Sanki bu konuyu uzun süre düşünüp taşınmış gibi, aniden bana “ Koyunlar çalıları yiyorlar, peki çiçekleri de yerler mi? “ diye sordu.
“ Önlerine gelen her şeyi yerler. “
“ Dikenli çiçekleri de mi? “
“ Evet, dikenli çiçekleri de.”
“ O halde dikenler…Dikenler ne işe yarar? “
Bunun cevabını bilmiyordum. Uçağın motorunda sıkışıp kalmış bir cıvatayı sökmekle meşguldüm. Uçağın bozulması canımı giderek daha fazla sıkmaya başlamıştı. İçme suyum hızla azalıyordu ve ben durumun daha da kötüleşmesinden korkmaya başlamıştım.
“ Dikenler diyordum…Ne işe yararlar? “ diye sordu yine. Küçük prens, sorduğu sorunun cevabını almadıkça sormaktan vazgeçmiyordu. Bense cıvatayı sökmekle meşguldüm ve aklıma gelen ilk şeyi söyleyiverdim:
“ Dikenler hiçbir işe yaramaz. Çiçekler onları sırf kızgınlıktan taşırlar.”
“ Ah, demek öyle! “
Sonra kısa bir sessizlik oldu ve ardından, biraz da kırgın bir sesle “ Sana inanmıyorum. Çiçekler narin yaratıklardır. Saftırlar. Dikenlerinin korkunç olduğunu düşünürler “ dedi. Cevap vermedim. O sırada kendi kendime şöyle diyordum:
“ Eğer bu cıvata yerinden çıkmamakta inat ederse, onu çekiçle çıkaracağım.”
Ama küçük prens yine araya girdi : “Yani sen gerçekten çiçeklerin o dikenleri kızgınlıktan taşıdıklarına mı inanıyorsun?”
“Hayır, hiçbir şeye inanmıyorum ben. Öylesine söyledim. Şu anda önemli bir işim var. “
Hayretler içinde kalmıştı küçük prens.
“ Önemli bir iş mi? “
Beni elimde çekiç, parmaklarım motorun yağından simsiyah olmuş bir halde o çirkin şeyin ( yani uçağımın ) üzerine eğilmiş gören küçük dostum: “İşte şimdi tam da büyükler gibi konuştun “ dedi.
“ Milyonlarca yıldır çiçeklerin dikenleri var. Ve milyonlarca yıldır koyunlar çiçekleri yiyorlar. Çiçeklerin hiçbir işlerine yaramayan dikenleri neden büyüttüklerini anlamaya çalışmak gereksiz bir şey mi? Çiçekler ve koyunlar arasındaki savaş önemsiz mi? O kırmızı suratlı beyefendinin şemalarından daha ciddi ve daha önemli değil mi bunlar? Ve evrende başka hiçbir gezegende yetişmediğini bildiğim bir çiçeğim varsa ve küçük bir koyun onu bir sabah, ben fark etmeden, tek bir ısırıkta yok ederse, bu önemsiz bir şey midir? “
Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Konuşmasını sürdürdü: “ Eğer bir insan milyonlarca yıldızın arasındaki tek bir gezegende yetişen bir çiçeği severse, bu onu mutlu etmeye yetecektir. Çünkü yıldızlara baktığında ‘ Benim çiçeğim oralarda bir yerlerde ‘ diyebilir. Ama bu koyun çiçeğini yerse, o zaman bütün yıldızlar aniden kararmış gibi gelir ona. Ve sen bunun önemli olmadığını düşünüyorsun! “ Daha fazla konuşamamıştı, çünkü gözyaşlarına boğulmuştu…
Akşam olmuştu. Takımları bir kenara bırakmıştım. Herhalde çekicim, cıvatam, susuzluğum ve ölümüm bana şu an olduğundan daha önemsiz gelemezdi. Milyonlarca yıldızın arasında, bir gezegende, benim gezegenimde, rahatlatmam gereken bir küçük prens vardı! On kollarıma aldım ve yavaşça salladım. “ Çiçeğin için hiçbir tehlike yok. Koyununa bir ağızlık çizeceğim… Çiçeğin için bir çit çizeceğim… Ben… Ben…” Ona nasıl ulaşacağımı, onu nasıl rahatlatacağımı bilemiyordum. Bu gözyaşı seli öyle tuhaftı ki…
Yoruldu ve kumların üzerine oturdu. Ben de yanına oturdum. Kısa bir sessizlikten sonra:
“Yıldızlar çok güzel… Çünkü içlerinden birinde, şu an göremediğim bir çiçek yaşıyor” dedi.
“Elbette” dedim. Sessizce ay ışığının altındaki kum tepeciklerini izledim.
“Çok de çok güzel” dedi sonra.
Gerçekten güzeldi. Çölleri hep sevmişimdir. Bir kum tepeciğinin üstüne oturursun. Hiçbir şey görmezsin. Hiçbir şey işitmezsin. Sadece çölün o sessiz, gizemli ışıltısını hissedersin.
“Çöl çok güzel” dedi küçük prens, “çünkü bir yerlerinde bir kuyu gizliyor.”
Bense çölün o gizemli ışıltısının farkına varmış, şaşırmıştım. Küçük bir çocukken çok eski bir evde otururduk. Burada bir hazinenin gizli olduğunu anlatmışlardı belki de. Ama bu hikaye evimizi büyülü bir ev yapmıştı. Benim evim, ruhunun derinliklerinde bir sır saklıyordu…
“Evet,” dedim, “ne bir evin, ne yıldızların, ne de çölün güzelliğinin nereden geldiği bilinmez.”
“Benimle aynı fikirde olmana çok sevindim” dedi küçük prens.
Uykuya dalınca, onu kollarıma aldım ve tekrar yürümeye koyuldum. Çok duygulanmıştım. Sanki elimde çok narin bir hazine taşıyordum. Hatta dünyadaki en narin şeydi bu sanki. Ay ışığında onun solgun alnını, kapalı gözlerini ve rüzgarda titreyen buklelerini seyrettim. Kendi kendime şöyle dedim:
“Bu gördüklerim sadece bir kılıftan ibaret. En önemli şeyi gözler göremez.”
Ona bakarken dudakları aralandı ve uykusunda hafifçe gülümsedi. “Burada uyuyan şu küçük prensin beni böylesine duygulandırmasının nedeni, onun bir çiçeğe olan bağlılığı. Uyurken bile, bu çiçeğe olan sevgisi tüm benliğini bir kandil gibi aydınlatıyor.”
Şimdi daha da narindi sanki. Kandilleri çok dikkatli korumalıyız. Şiddetli bir rüzgar onları söndürebilir.Böylece yürümeye devam ettim ve gün ağarırken kuyuyu buldum.
“İnsanlar,” dedi küçük prens, “ne aradıklarını bilmeden hızlı trenlere doluşuyorlar. Endişe ve telaşla, aynı yerde dönüp duruyorlar.” Bir an durakladıktan sonra ekledi: “Çektikleri sıkıntıya değmez bu.”
Bulduğumuz kuyu Sahara Çölünün bilinen kuyularından değildi. Sahara Çölü’ndeki kuyular kumda açılmış çukurlardan ibarettir. Ama bizim bulduğumuz kuyu kasabalardaki kuyulardandı. Oysa etrafta kasaba filan yoktu. Düş gördüğümü sandım.
“Ne kadar garip” dedim küçük prense, “her şey hazır durumda. Makara, kova, ip, hepsi hazır.” Güldü. Makarayı çevirmeye koyuldu. Uzun süredir çalışmamaktan paslanmış olan makara, inlemeye başladı.
“Duyuyor musun?” dedi küçük prens. “Kuyuyu uyandırdık. O da şarkı söylemeye başladı…” Onun yorulmasını istemiyordu. “Bana bırak” dedim.
“Senin için fazla ağır.”
Kovayı ağır ağır çektim ve kuyunun kenarına bıraktım. Kovanın içindeki su hala titriyordu ve makaranın sesini hem kulaklarımda, hem de titreyen suda duyabiliyordum. Güneşin titrek ışıltılarını görebiliyordum.
“Bu sudan içmek istiyorum” dedi küçük prens, “bana biraz su verir misin?”
İşte şimdi onun ne aradığını anlamıştım! Kovayı dudaklarına dayadım. İçerken gözleri kapalıydı. Bir bayram şekeri kadar tatlıydı bu su. Diğer besinlerin hepsinden farklıydı. Yıldızların altında yapılan bir yürüyüşten, makaranın şarkısından ve kollarımın emeğinden dünyaya gelmişti. Kalbe faydalıydı. Bir armağandı sanki. Küçük bir çocukken Noel’de aldığım hediyenin güzelliği Noel ağacının ışıltısından, kutlamanın müziğinden, gülümseyen yüzlerin sıcaklığından gelirdi.
“Senin yaşadığın yerdeki insanlar,” dedi küçük prens, “bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar.”
“Doğru, bulamıyorlar” dedim.
“Ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirlerdi.”
“Evet, haklısın” dedim.
“Ama gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir.”
Sadece “Bugün evime dönüyorum” diye fısıldadı. Sonra üzüntüyle ekledi: “Evim çok uzakta… Oraya gitmek çok zor olacak…”
Beklenmedik bir şey olacağını hissedebiliyordum. Onu bir çocuk gibi kollarımda sımsıkı tutuyordum. Ama o sanki ellerimden bir uçuruma doğru kayıyordu ve ben bunu engelleyemiyordum… Bakışları ciddiydi ve uzaklarda kaybolup gidiyordu.
“Bana verdiğin koyun yanımda. Kutusu da yanımda. Ve ağızlığı da…” dedi. Buruk bir gülümseme yayıldı yüzüne. Uzun bir süre öylece bekledim. Vücut ısısının giderek arttığını hissediyordum.
“Küçük dostum benim, sen korkmuşsun…” Elbette korkmuştu! Ama yavaşça güldü.
“Bu gece çok daha fazla korkacağım” dedi.
Bir kez daha, içimde onarılmaz bir acı duydum. Bu gülüşü bir kez daha duyamayacağımı düşünmek bile istemiyordum. Buna dayanamazdım. Gülüşü, çölün ortasında bir su kaynağı gibiydi benim için.
“Küçük prens, gülüşünü tekrar duymak istiyorum” dedim.
Ama o bana : “Bu gece, Dünyaya ineli tam bir yıl oluyor. Gezegenim, geçen yıl Dünyaya indiğim yerin tam üstünde olacak bu gece.” dedi.
“Küçük prens, lütfen bunun sadece kötü bir rüya olduğunu söyle bana” dedim, “şu yılan hikayesinin gezegenine geri döneceğinin…” Ama sorumu yanıtlamadı küçük prens. Onun yerine bana: “En önemli şeyi gözler göremez” dedi.
“Evet, biliyorum…”
“Su için de aynı şey geçerli. Makaranın çıkardığı sesi hatırlıyor musun? İşte tam da bu makara ve ip yüzünden, bana verdiğin bir yudum su müzik sesi gibi güzeldi. Çok tatlıydı…”
“Evet, biliyorum…”
“Geceleri yıldızları izlersin. Benim yaşadığım yerde her şey o kadar küçük ki, sana gezegenimi gösterebilmem imkansız. Ama böylesi daha iyi. Çünkü içlerinden birinde benim yaşadığımı bileceksin. Hepsini seveceksin. Hepsi senin dostun olacak. Ve sana bir hediyem var…”
Bir kez daha güldü.
“Ah, küçük prens! Benim sevgili küçük prensim. Gülüşünü duymak çok güzel!”
“Aslında benim hediyemdi bu… tıpkı su için olduğu gibi.”
“Anlamıyorum…
“ Yıldızlar, başka başka insanlara farklı şeyler ifade ederler. Bazıları için sadece gökyüzünde titreyen ışıklardır. Yolcular içinse, bir rehberdirler. Bilim adamları için fikir kaynağıdırlar. Şu benim iş adamı içinse zenginlik. Ama herkes için sessizdirler. Sen hariç…”
“ Ne demek bu?”
“ Geceleri gökyüzüne baktığında, yıldızlardan birinde benim yaşadığımı ve orada gülüyor olduğumu bileceksin. Bu yüzden sana sanki bütün yıldızlar gülüyormuş gibi gelecek. Bütün dünyada yalnızca senin gülen yıldızların olacak. “ Ve bunu söyledikten sonra yine güldü.
“ Ve üzüntün geçtiğinde –çünkü zaman bütün acıları iyileştirir- beni tanıdığına memnun olacaksın. Daima benim dostum olarak kalacaksın. Benimle birlikte gülmek isteyeceksin. Zaman zaman, sadece bunun için gidip pencereyi açacaksın… Gökyüzüne bakarken güldüğünü gören arkadaşların buna çok şaşıracaklar. Sen de onlara; “Ah, evet, yıldızlar beni hap güldürürler” diyeceksin. Onlar da senin deli olduğunu düşünecekler. Görüyorsun, sana ne kadar kötü bir oyun oynadım…” Ve bir kez daha güldü.
“Aslında ben sana bir sürü yıldız değil de, kahkaha atabilen bir sürü zil vermiş gibi oldum.” Yine güldü. Sonra ciddileşti. “Bu gece… biliyorsun… gelme…”
“Seni bırakmayacağım.”
“Dışarıdan acı çekiyormuşum gibi görünecek. Ölüyormuş gibi görüneceğim. Bunu görmeye gelme. Hiçbir işe yaramaz bu…”
“Seni bırakmayacağım” dedim Endişelenmişti.
“Sana böyle söylememin nedeni, biraz da yılan yüzünden. Sana zarar vermemeli… Yılanlar hain yaratıklardır. Zevk için insanı sokabilirler.”
“Seni bırakmayacağım” dedim.
Sonra birden rahatladı. “Yılanlar sadece bir kez zehirleyebilirler, öyle değil mi?” dedi. O gece yola çıktığını görmedim. Sessizce ayrılmıştı. Arkasından koşup ona yetiştiğimde, hızlı ve kararlı adımlarla yürüdüğünü gördüm. Bana:
“Ah! Buradasın…” dedi. Ama sesi hala telaşlıydı.
“Gelmemeliydin. Üzüleceksin. Öldüğümü sanacaksın, ama gerçekte ölmüş olmayacağım.” Sustum.
“Anlaman gerekiyor. Orası çok uzak. Bedenimi oraya götüremem. Bunun için fazla ağır.” Hiçbir şey demedim…
“Boşalmış bir deniz kabuğu gibi kalacağım…Bunda üzülecek bir şey yok…” Cevap vermedim…
Bir parça cesareti kırılmıştı. Son bir gayretle; “Biliyorsun, çok güzel olacak. Yıldızlara ben de bakacağım. Bütün yıldızlar paslanmış makaraları olan birer kuyu olacak benim için. Hepsi bana içecek su verecekler” dedi. Hiçbir şey demedim.
“Çok eğlenceli olacak. Senin beş yüz milyon tane küçücük zilin olacak; benimse beş yüz milyon su kaynağım…”
Ve artık o da hiçbir şey söyleyemedi, çünkü gözleri yaşlarla doldu. “İşte burası. Bırak yalnız devam edeyim.”
Oturdu, çünkü korkuyordu. Sonra; “Biliyorsun… Bir çiçeğim var… Ona karşı sorumluyum. O öyle narin, öyle masum ki… Kendini koruyabilmesi için sadece dört küçük dikeni var…”
Ben de oturdum. Daha fazla ayakta duramamıştım. “İşte…” dedi, “Hepsi bu…” Biraz tereddütten sonra ayağa kalktı. Ben hareket edemedim.
Ayak bileğinin çevresinde sarı bir ışık vardı, başka hiçbir şey yoktu. Bir an hareketsiz durdu. Hiç bağırmadı. Bir ağaç gibi, yavaşça düştü yere. Yer kum olduğu için, düşerken en ufak bir ses bile çıkmamıştı.
O günden bu yana tam altı yıl geçti. Bu hikayeyi daha önce kimseye anlatmamıştım. Uçağımı onarıp geri döndüğümde, çevremdekiler hayatta olduğum için çok sevinmişlerdi. Bense üzgündüm ve onlara yorgun olduğumu söylemiştim. Şimdi acımın bir kısmı dinmiş durumda. Yani tamamen değil. Gezegenine geri döndüğünden eminim, çünkü gün ağarırken bedenini hiçbir yerde bulamamıştım. O kadar da ağır bir vücut değildi onunki. Şimdiyse, geceleri yıldızları dinliyorum. Sanki beş yüz milyon tane küçük zil, oradan bana gülüyor.
Ama beni kaygılandıran bir şey var. Koyununun ağzına bağlaması için çizdiğim ağızlığın kayışlarını çizmeyi unutmuşum. Yani, onu hiç kullanamayacak. Bu yüzden de gezegenine vardıktan sonra neler olduğunu çok merak ediyorum. Belki de çizdiğim koyun çiçeği yemiştir…
Bazen kendi kendime: “Kesinlikle yememiştir! Küçük prens çiçeği her gece camdan korunağıyla kapatmış, koyunu da dikkatle izlemiştir” diyorum. Böyle düşününce mutlu oluyorum. Ve bütün yıldızlar bana gülüyorlar. Ama sonra: “Herkes zaman zaman dalgın olabilir. Ya küçük prens bir gece camdan korunağı çiçeğin üstüne geçirmeyi unutursa ve koyun da sessizce yerinden çıkarsa…” diye düşünüyorum. O zaman benim küçük zillerim kahkaha yerine gözyaşlarına boğuluyorlar.
Bu gerçekten büyük bir sır. Sizler gibi, benim gibi küçük prensi sevenler için, evrenin kim bilir neresindeki bir koyunun bir çiçeği yemiş ya da yememiş olması çok önemli bir şeydir. Gökyüzüne bakın. Kendinize “Acaba koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?” diye sorun. Bakın her şey nasıl da değişiyor. Ve bunun neden bu kadar önemli olduğunu büyükler asla anlayamazlar… Benim için bu, dünyanın en güzel ve en hüzünlü manzara resmi. Bir önceki resme çok benziyor ama unutmamanız için bir kez daha çiziyorum. Küçük prensin Dünyaya indiği ve ayrıldığı yer işte burası.
Lütfen resme çok dikkatli bakın ve onu hafızanıza iyice yerleştirin. Eğer bir gün yolunuz Afrika’ya düşerse ve Sahara Çölü’nü geçerseniz, işte tam bu noktaya geldiğinizde lütfen biraz durun. Eğer küçük bir çocuk size doğru gelirse, size gülerse, altın sarısı bukleleri varsa ve hiçbir sorunuzu yanıtlamıyorsa, onun kim olduğunu tahmin edersiniz. Lütfen bana bu iyiliği yapın. Beni merakta bırakmayın. Onun geri döndüğünü haber vermek için bana hemen yazın…
|
https://www.masaloku.net/aslan-prens/
|
Aslan Prens Masalı
| null | null | null |
Aslan Prens Masalı
Bir zamanlar, zengin bir tüccarın üç kızı varmış. Tüccar bir gün yolculuğa çıkmaya hazırlanırken kızlarına:
– Gittiğim yerlerden size ne getireyim? diye sormuş.
Büyük kızı inci bir kolye; ortanca kızı altın bir yüzük istemiş. Küçük kızı ise sadece bir gül istemiş. Bunun üzerine babası küçük kızına:
– Yavrucuğum, kış ortasında gül bulmam çok zor. Ama senin için elimden geleni yapacağım, diyerek yola çıkmış. Adamcağız gittiği her yerde küçük kızı için gül aramış . Gördüğü bütün bahçelere girip bakmış. Bahçıvanlarla konuşmuş. Herkese soruyormuş.
Onlar da:
– Bu kış kıyamette gül mü olur? diyerek tüccara gülüyorlarmış. Tüccar küçük kızının isteğini yerine getirememenin üzüntüsüyle eve dönerken karşısına bir saray çıkmış. Sarayın kocaman bir bahçesi varmış. Bahçenin bir yanı yaz, bir yanı kışmış. Bir yanı karla, bir yanı renk renk güllerle kaplıymış. Tüccar, hemen bahçeye girmiş. Kızı için bir gül koparmış . Tam bahçeden çıkacağı sırada karşısına bir aslan çıkıvermiş.
– Çiçeklerimden koparanın vay haline! diye kükremiş.
Tüccar:
– Canımı bağışlaman için ne istersen yaparım. Yeter ki şu gülü küçük kızıma götürmeme izin ver, diye yalvarmış.
Aslan:
– Evine döndüğünde karşına ilk çıkanı bana vereceksin. O zaman gitmene izin veririm, demiş. Gülü bir an önce kızına götürmek isteyen tüccar, hiç düşünmeden:
– Peki, kabul ediyorum. Eve gidince karşıma ilk çıkanı size vereceğim, demiş. Gülü alıp yoluna devam etmiş. Tüccar eve yaklaşınca babasının geldiğini gören küçük kız koşarak bahçeye çıkmış. Tüccarı ilk karşılayan o olmuş. Babasına sarılıp, öpmüş. Adamcağız ise başlamış sızlanmaya.
– Neden ağlıyorsun, babacığım? demiş.
Babası olanları anlatmış. “Şimdi Aslan’a verdiğim sözü nasıl tutarım?” demiş.
Küçük kız:
-Verdiğin sözü tutmalısın, babacığım. Ben yarın Aslan’a giderim. Yalvarır yakarırım. Bana bir zarar vermemesini isterim, demiş. Sabah erkenden yola çıkmış. Aslan’ın yaşadığı saraya varmış. Aslan, aslında bir büyücü tarafından aslana dönüştürülen bir prensmiş. Gün doğunca aslan , oluyor, gün batınca tekrar prense dönüşüyormuş.
Aslan Prens, tüccarın güzel kızını çok beğenmiş. Kızla evlenmiş. Gündüzleri aslan olarak dolaşıyor, hava kararınca yakışıklı prense dönüşüyormuş. Böylece günler, aylar geçmiş. Mutluluk içinde yaşıyorlarmış. Kız bir gün, ablasının düğününe çağrılmış. Aslan Prens’e:
– Beraber ablamın düğününe gidelim, demiş.
– Sen yalnız git. Biliyorsun ışık benim için çok tehlikeli. Üzerime bir parça ışık gelse bu kez de bir kumruya dönüşürüm. Yedi yıl bütün dünyayı dolaşmak zorunda kalırım, demiş Aslan Prens. Ancak karısı öyle ısrar etmiş ki sonunda Aslan Prens gitmeye razı olmuş. Kız, babasının evine varınca kocasını karanlık bir odaya kapatmış. Ancak kapının altından sızan incecik ışığı fark etmemiş. O anda da kocası Aslan Prens, sarı bir kumruya dönüşmüş. -Yedi yıl böyle kalacağım, dünyayı dolaşacağım. Nereye gitsem sana sarı bir tüy bırakacağım. Böylece beni izler, nerede olduğumu anlarsın, diyerek uçup gitmiş. Ardından karısı da yollara düşmüş. Kocasının bıraktığı sarı tüylerin arkasından yedi yıl dünyayı dolaşmış. Eşinin peşinden bir an olsun ayrılmamış. Ancak günün birinde kocasının bıraktığı tüyü bulamamış. Tüm aramalarına rağmen kumruyu bir türlü bulamıyormuş. Sonunda güneşe sormak aklına gelmiş:
– Sevgili güneş sen her yeri aydınlatıyorsun. Söyle bana buralardan geçen sarı bir kumru gördün mü ? diye sormuş.
Güneş:
-Görmedim, güzel kız. Ama sana bir bohça vereyim. Başın darda kaldığında açarsın. Haydi, uğurlar olsun, demiş. Kız, güneşin verdiği bohçayı almış. Tekrar yollara düşmüş. Gece olunca aya:
– Karanlıkları aydınlatansın. gördün mü? diye sormuş.
Ay:
– Görmedim. Ama dostum karayel sana yardım edebilir, demiş. Ve kıza bir yumurta vermiş. Bunun üzerine kız doğru karayele gitmiş:
– Her yerden esip geçersin. Söyle bana sarı bir kumru gördün mü? diye sormuş.
Karayel:
– Evet, gördüm. Kızıldeniz’e gitti. Yedi yıl dolduğu için yeniden aslana dönüştü. Orada bir canavarla dövüşüyor, demiş. Sonra devam etmiş.
– Dövüştüğü canavar aslında büyücü. şimdi beni iyi dinle. Kızıldeniz’in sağ kıyısında demir çubuklar vardır. On birinci çubuğu alıp canavara değdirdiğin anda her şey eski haline dönüşür. Kocan aslan olmaktan kurtulur . Canavar da büyücü kadın olur. Ne var ki sihir bozulur bozulmaz zaman kaybetmeden kocanı oradan uzaklaştır. Yoksa büyücü kadın senden önce davranıp kocanı götürür, demiş.
Kız, Karayel’in söylediklerini aynen yapmış. Kocasını kurtarmış. Ama Karayel’in son söylediklerini unutmuş. Kocasını oradan hemen uzaklaştırmamış. Ve büyücü kadın, prensi kolundan yakaladığı gibi çekip götürmüş. Kız, kocasını bulmak için tekrar yollara düşmüş. Karşısına bir saray çıkmış. Sarayda düğün hazırlıkları varmış. Güneş’in verdiği bohçayı açmış, içinden çok güzel bir elbise çıkmış. Hemen elbiseyi giyip saraya girmiş. Herkes ona hayran olmuş. Büyücü kadın, kızı karşısında görünce:
– Senin burada ne işin var? Kocan artık seni istemiyor. Benimle evlenecek. Üstündeki o elbiseyi hemen bana ver ve sarayımı terk et. Yoksa kocanı yeniden kumruya dönüştürürüm, demiş.
Kız büyücünün dediklerini yapmış. Saraydan çıkıp, bir ağacın altına oturmuş. Uzun uzun ağlamış. Birden aklına Ay’ın verdiği yumurta gelmiş. Hemen yumurtayı kırmış. içinden altın bir tavuk ve civcivleri çıkmış. Kız bunları alıp tekrar büyücünün sarayına gitmiş. Büyücü kadın altın tavuk ve civcivleri görünce:
– Bunları bana satar mısın? diye sormuş.
– Bu gece prensin odasına girmeme ve onunla konuşmama izin verirsen, onları sana veririm, demiş, kız da. Büyücü kadın, kızın bu teklifini kabul etmiş. Çünkü altın tavuk ve civcivlerine sahip olmaktan başka bir şey düşünemiyormuş. “Servetime servet , katarım. Bu kız, kocasıyla ne konuşursa konuşsun.” diye düşünüyormuş.
Gece olunca kız, kocasının yattığı odaya girmiş. Prens karşısında sevgili karısını görünce çok sevinmiş. Kız, tüm olanı biteni kocasına anlatmış.
– Büyücü fikrini değiştirmeden hemen buradan kaçalım, demiş.
Birlikte kendi saraylarına doğru yola çıkmışlar. Ve ömür boyu birbirlerinden ayrılmamışlar.
|
https://www.masaloku.net/iki-katir/
|
İki Katır Masalı
| null | null | null |
İki Katır Masalı
La fontaine masallarından kısa bir masal örneği;
İki katır yürüyormuş yan yana, Biri yulaf yüklüymüş, biri para: Köylülerden tuz vergisi toplamışlar, Koca bir heybe dolusu mangır. Para yüklü katırda bir çalım, bir çalım, Başı havalarda, Boynunda çıngırak şıngır mıngır: Zenginim zengin der gibi, sağa sola. Derken eşkıyalar sökün etmiş; Doğru vergi katırının üstüne tabii… Yakalamış geminden, durdurmuşlar. Katır diretmiş, savunmaya kalkmış parayı. Eşkıyalar da veryansın etmiş sopayı. İşte o zaman ağlamış katır, Ve dert yanmış: — Ben böyle mi olacaktım, demiş, Yulaf yüklü katıra Fiske bile vurulmasın da, Ben dayak yiyeyim ölesiye! — Ya, kardeş, demiş öteki;
Yüksek işler iyilik getirmez her zaman; Yulaf taşımakla kalsaydın benim gibi, Başına bir belâ gelmezdi.
|
https://www.masaloku.net/limon-agacinin-hikayesi/
|
Limon Ağacının Hikayesi Masalı
| null | null | null |
Türkçe masallar sitemize yeni bir çocuk hikayesi ekledik. Yeni hikayemizin adı Limon Ağacı Hikayesi keyifli okumalar dileriz. Bir zamanlar, zengin bir iş adamının bahçesinde, yan yana dikilen iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanlara hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümit kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek istemezdi.
Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir grup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi.
Büyük ağaç, iyice kasılarak:
—Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyu emip beni kurutursunuz.
Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengarenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysa ki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu.
Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk.
Tohumların teklifini kabul ederken:
—Sizlerle birlikte olmak, bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz.
Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı:
—Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece.
Küçük limon ağacı altında filizlenen tohumlar, bir kaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp bütün bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu.
Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi, o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, ancak rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına kadar ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu.
Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı.
Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu.
CÜNEYD SUAVİ
|
https://www.masaloku.net/obur-kaplumbaga/
|
Obur Kaplumbağa Masalı
| null | null | null |
Çocuk masalları ve çocuk hikayeleri okuma sitemizdeki yeni masalımızın adı Obur Kaplumbağa Masalı . Keyifli okumalar dileriz. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zamanların birinde, tavuk tencerenin içinde, ben ninemin beşiğini sallar iken, Allah’ın kulları buğday tanesinden çokmuş. Kimi kavak gibi uzun, kimi kabak gibi tombulmuş, Kimi yürürken tıs tıs eder, kimi kuş gibi uçarmış.
Yeşil mi yeşil, güzel mi güzel bir orman içinde iki arkadaş kaplumbağa yaşarmış. Birinin adı Meyşa diğerininki ise Tişni imiş. Meyşa ile Tişni çok iyi arkadaşmış.
Meyşa hareketli, yardımsever, çalışkan, dost canlısı bir kaplumbağaymış. Tişni ise tembel, dünyayı umursamayan, herkesten uzak durmayı seven bir kaplumbağaymış. Tek arkadaşı Meyşa imiş. Meyşa ve Tişni her akşam aynı ağacın altında buluşurlarmış.
Meyşa her gün sabah uzun uzun yürür, yolda gördüğü hayvanlarla tanışır, arkadaş olurmuş. Tisni’ninse her gün yaptığı tek şey bol bol yemek yemek ve uyumakmış.
Meyşa, Tişni’ye devamlı olarak;
— Haydi, Tişni sen de biraz gez, hareket et, çok şişmanladın, dermiş. Tişni ise;
— Biz kaplumbağalar zaten yavaş hayvanlarız; bizim hareketimizden ne olacak, diyerek yatarmış. Sürekli yemek yediğinden çok obur bir kaplumbağa olup çıkmış. Bulduğu her otu yiyormuş. Meyşa ona;
— Her otu yeme zehirlenirsin, dermiş ama o bildiğinden hiç şaşmaz, kimsenin sözüne kulak asmazmış.
Bir gün Meyşa, Tişni’yi ormanda gezmeye ikna etmiş. Birkaç adım gidince Tişni “Yoruldum!” diye şikâyet etmiş.
Dinlenmek için bir yerde durmuşlar. Sürekli boğazını düşünen Tişni, yiyecek bulmak için etrafa bakmaya başlamış. Daha önce görmediği kırmızı meyveli bir sarmaşık görmüş. Yemek için meyvelere doğru ilerlemiş. Meyşa;
_ Hayır, Tişni onları yememeliyiz. Ne olduğunu bilmiyo-
ruz, zararlı olabilirler, demiş.
_ Baksana kırmızı kırmızı meyveler. Ne kadar da güzel
Görünüyor, gel sen de ye, demiş Tişni,
Meyşa yememesi için çok yalvardıysa da Tişni’yi vazge-
çiremernis. Tişni hem yiyor hem de Meyşa’yı;
— Gel gel, sen de ye çok lezzetli, diye çağırıyormuş.
Tişni tıka basa yedikten sonra uyumaya gitmiş. Daha yeni uykuya dalmış ki dayanılmaz bir karın ağrısiyla uyanmış.
Meyşa, arkadaşının yanına koşmuş; ama elinden gelen hiçbir şey yokmuş. Tişni karın ağrısıyla kıvranıyormuş. Meyşa ne yapacağını şaşırmış. Aklına arkadaşı geyiği çağırmak gelmiş. Geyik hastalıklardan anlarmış. Koşa koşa geyiğin yanına gitmiş. Tişni’nin başına gelenleri ona anlatmış. Geyik şifalı otlardan bir ilaç hazırlamış. Tişni’ye bunu içirmiş.
Tişni o günden sonra bir daha asla bilmediği yiyecekleri yememiş. Meyşa ile birlikte her gün ormanda uzun yürüyüşler yapmış. Meyşa artık onun çok yemesine de engel oluyormuş. Tişni şişmanlıktan kurtulmuş, sağlıklı bir kaplumbağa olmuş. İki arkadaş ormanda uzun yıllar yaşamışlar.
Gökten üç elma düşmüş; biri bu masalı yazanın başına, biri okuyanın başına, biri de tüm iyi insanların başına…
|
https://www.masaloku.net/tembel-kiz/
|
Tembel Kız Masalı
| null | null | null |
Tembel Kız Masalı
Çocuk masalları okuma sitemize yeni bir masal ekledik. Tembel bir kızın hikayesini okuyacaksınız. Masal oldukça kısa ve anlamlı. Keyifli okumalar dileriz..
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; kuzular berber, kurtlar tellal iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir karı koca varmış. Bu karı kocanın bir kızı olmuş. Kız, el bebek gül bebek büyütülmüş ama hiç iş öğrenmemiş. Bunun için adına “Tembel Kız” denmiş. Bu kız o kadar tembelmiş ki, yerinden kalkmaya üşeniyormuş. Anası babası ona bir gelberi yaptırmış. Kız da oturduğu yerden işini gelberi ile yapıyormuş. Kızın evlilik çağı gelmiş. Anası babası kızı bir avcıyla evlendirmiş. Avcı ava gitmiş, bir ördek vurmuş. Eve gelmiş, ördeği temizlemiş, ateşe koymuş. Tekrar ava gitmek üzere hazırlanmış, karısına
“Ateşe ördeği koydum yanmasın bak.” demiş. Tembel Kız,
“Olur.” demiş ama yerinden bile kalkmamış. Aradan uzunca bir zaman geçmiş. Dilenci eve gelmiş Tembel Kız’a
“Hanımcığım Allah rızası için bir dilim ekmek” demiş. Tembel kız da
“Yan tarafta mutfakta geç de al” cevabını vermiş. Dilenci mutfağa girmiş. Bakmış ocakta ördek kaynıyor, almış ördeği, torbasına koymuş. Tencerenin içine de ayaklarındaki pis çarıkları atmış. Gelmiş Tembel Kız’ın yanına.
“Bak hanımcığım, ekmek aldım Allah razı olsun. Şimdi sana bir türkü söyleyeyim de ben gideyim.” demiş ve türküyü söylemiş.
Senin gaga benim torba içinde Benim çarık senin çorba içinde Sen yat kaba yatak yorgan içinde Ben yiyecem gagayı orman içinde
Dilenci türküyü böyle söylemiş, çekip gitmiş. Aradan bir zaman geçmiş, kızın avcı kocası gelmiş. Karısına
“Ördek pişti mi? demiş. Karısı olup biteni anlatmış. Bak bana bir türkü söyledi. Sana deyiverem demiş. Türküyü söylemiş. O zaman avcı kocası durumu anlamış, karısına kızıp azarlamış. Ondan sonra tembel kız tembelliği bırakmış. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
|
https://www.masaloku.net/kisa-masal-ornekleri/
|
Kısa Masal Örnekleri Masalı
| null | null | null |
Kısa masal örneklerinden Ezop’un ve La Fontaine’nin en güzel masallarından örnekler sunacağız. Keyifli okumalar dileriz..
İlk masalımızın adı; Kaplumbağa ile Tavşan
Günlerden bir gün, kaplumbağa tavşanın karşısına geçmiş:“ Ben senden daha hızlı koşarım!” demiş. Tavşan: “Git işine!” demişse de dinletememiş. Sonunda bakmış olmayacak, yarış etmeye hazır olmuş. Gün gösterip sözleşmişler, sonra ayrılmışlar. Günü gelmiş. Tavşan nasıl koştuğunu biliyor ya! hiç aldırmamış, yolun kıyısına kıvrılmış, uyumuş; ama kaplumbağa koşamayacağını biliyor, bir dakikasını bile geçirmemiş, hemen yola düzülmüş, gidecekleri yere tavşandan önce varmış.
Çalışmak bazen doğuştan gelme güçleri de alt eder, hele doğuştan vergili olan tembellik ederse!
Kedi ile Papağan Adamın biri bir papağan almış, evin içine salıvermiş. Papağan insana alışıkmış, oradan oraya sıçramış, ocağın üstüne çıkmış, orada da tuhaf tuhaf söylenmeye başlamış. Evin kedisi onu görünce şaşmış:
“Sen kimsin? Nereden geliyorsun?” diye sormuş. Papağan:
“Efendi beni yeni aldı” demiş. Bunun üzerine kedi: “Sen ne arsız hayvanmışsın! Bu eve daha yeni gelmişsin, utanmadan dırlanıp duruyorsun. Bense bu evde doğdum, bu evde büyüdüm, bir söylenecek olsam efendilerim kızar, beni kapı dışarı ederler!” demiş. Papağan:
“Hadi oradan be!” demiş, “sen kendini benimle bir mi tutuyorsun? Benim sesim seninki gibi efendileri rahatsız etmez ki!”
Bu masal, hemen herkeste suç bulmaya kalkışan eleştiriciler için söylenmiş.
Cimri Masalı
Cimrinin biri nesi var nesi yoksa altınla değiştirmiş, altını da külçe olarak götürüp bir yere gömmüş. Ama gönlünü de, aklını da birlikte gömmüş. Her gün bir yol gelir, toprağı kazar, malına bakarmış. İşçinin biri uzaktan görmüş, işi anlamış, gelmiş, altını külçesini alıp götürmüş. Ertesi gün cimri toprağı gene kazmış, bakmış ki altını yok, dövünüp ağlamaya, saçlarını yolmaya başlamış. Oradan biri geçiyormuş: “Ne var? Ne oldu?” diye sormuş. İşin aslını öğrenince: “Ne ağlıyorsun, be adam? demiş. Senin altının ha varmış, ha yokmuş. Git bir taş al, onu göm, altındır de çık işin içinden. Senin için altınla taşın bir farkı mı var? Anlaşılıyor ki sen altının varken de bir hayrını görmüyormuşsun!”
İnsanın malı olması yetmez, malından yararlanmasını bilmeli.
Yaban Domuzu ile Tilki
Günlerden bir gün, yaban domuzunun biri büyük bir ağacın arkasına geçmiş, dişlerini biliyormuş. Onu bir tilki görmüş:
“Dişlerini ne diye biliyorsun? Bir tehlike mi sezdin? Avcı mı var burada?” diye sormuş. Domuz:
“Hayır, şimdilik bir tehlike yok; ama ben dişlerimi bileyim de hazır bulunsun; birdenbire tehlike çıkarsa bilemeye vaktim olmaz!” demiş.
Hazırlık için işin başa gelmesini beklemek doğru değildir, bu masal onun için söylenmiş.
|
https://www.masaloku.net/masal-tekerlemeleri/
|
Masal Tekerlemeleri Masalı
| null | null | null |
Tekerleme Nedir? Çoğunlukla masalların başlangıç kısmında yer alan, bazı sözcüklerin, seslerin yinelenmesi, ölçü, uyak gibi öğelere de dayanan, belirli bir konusu olmayan, olmayacak durumları bir araya yığıp mantığa aykırı birtakım sonuçlara vararak şaşırtıcı bir etki yaratan söz dizisi.
Masal Başı Tekerleme Örnekleri
Masal masal maniki Yolda saydım on iki On ikinin yarısı Tilki çakal karısı. Masal masal martladı İki fare atladı Kurbağa kanatlandı Tos vurdu bardağa Çocuk çıktı çardağa. Masal masal maniki Kuyruğu var on iki Kuyruğunda beni var Kulağında çanı var. Masal masal matatar Dil okur, damak tadar.
*
Var varanın, sür sürenin, Destursuz bağa girenin hali budur! Zaman zaman içinde, kalbur saman içinde… Deve tellâl iken, Horoz şahna iken, Serçe berber iken, Ben babamın beşiğini Tıngır mıngır sallar iken… Hamamcının tası yok, Külhancının baltası yok, Çarşıda bir adam gezer, Peştemalının ortası yok. Biz üç kardeştik. Birimiz kör, birimiz topal, birimiz çolak… Babamız Allah rahmet eylesin, pek erken öldü; bize, yalnız üç duvarı sağlam, bir duvarı yıkık bir ev çakmaksız bir tüfek, dipsiz bir kazan bıraktı. Bir gün hep birlikte ava gittik. Kör kardeşimiz birden: “Bak, bitmemiş bir ağacın dibinde, doğmamış bir tavşan yatıyor!” diye bağırdı. Hep gözlerimizi oraya dikdik, çolak kardeş tüfeği kapıp, nişan aldı. Kör kardeş de ateş etti. Topal kardeş koşup tavşanı getirdi. Böylece, bitmemiş ormanın dibinde, doğmamış tavşanı, çakmaksız tüfeğimiz, çolak elimiz, kör gözümüzle vurup, topal bacağımızla koşup yakalayarak, eve getirip yüzdük. Dipsiz kazana koyup altını ateşledik. Ağzımızın suyunu akıtarak tavşanın pişmesini bekledik. Çok yorulduğumuzdan, acıkmıştık, beklemeye de sabrımız yoktu, kazanın kapağını kaldırınca ne görelim?.. Tavşan ortadan kaybolmuş. Meğer tavşan, kaçmış da üstteki kapağın haberi bile olmamış. Ellerimiz böğrümüzde kaldı. Hepimiz süt dökmüş kediye döndük. Birer köşeye çekilerek, kukuma kuşu gibi düşünmeye ve bir çare aramaya başladık. Sonunda, ben bir çare düşünüp, “Şunun suyu ile yemenilerimizi boyayalım” dedim. Hemen işe başladık. Fakat, su mu az geldi, ben mi çok sürdüm, bilmem; ne oldu, yemenimin birini yağlayınca; öbürüne yağ kalmadı. Sen misin beni yağsız bırakan diyen öbür yemenim, başını alıp gitti. Bana küstü. Derken ben de arkasından yola düştüm. Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim. Tam bir arpa boyu yol gitmişim ki, Yemenimin tekini çift süren bir ihtiyarın ayağında gördüm. “Ver baba” dedim, “bu yemeni benimdir!” Çiftçi yalvarırcasına yüzüme baktı: “Aman evlâdım”, dedi, “bu yemeniyi benden alma, şu ekili tarla senin olsun…” diyerek, bir buğday tarlasını gösterdi. Bir tek yemeniyle koca bir tarlanın değişmesine pek memnun olarak, çiftçiye ben de yemeniyi bağışladığımı söyledim. Tarlanın bir köşesine gidip postu serdim, uyudum. Aradan; günler, aylar geçti, bizim buğday tarlası biçilmeye hazır oldu. Bir sabah erken kalkıp, yapayalnız bu koca tarlayı tek orakla nasıl biçeceğimi düşünürken, birden karşıdan gözlerinden alev saçan bir kurt göründü. Bana doğru gelmeye başladığını görünce, korkumdan elimdeki orağı sallayıp, kurda doğru attım. Orağın sapı gidip, kurdun karnına gömüldü. Can acısından ne yapacağını şaşıran hayvan, tarlanın içinde dönmeye başladı. Kurt kaçtı, orak biçti, kurt kaçtı, orak biçti. Ben bir ağaca çıkıp seyrettim, kalmadan koca tarla dümdüz oldu. Kurt da bırakıp gitti. Tarlanın biçildiğine ne kadar sevindim, bir görseniz. Ama birden başakların yığın edilmesi aklıma geldi. Ben günlerce çalışsam bunu beceremezdim. Hele bir sabah olsun diye, yatmaya gittim. Gece bir fırtına çıktı, bir fırtına çıktı, sanki yeri göğe karıştıracaktı. Korkumdan bir sütleğen otuna yapıştım. Sabah oldu, fırtına dindi. Yerimden kalkıp da ne göreyim? Bizim tarladaki buğday başakları, değme çiftçinin, yapamayacağı bir ustalıkla harman olmamış mı? “Eh’ dedim, gidip yardımcıbulup, harmanımı döveyim”. Ama lafımı bitirmemiştim ki, karşıdan azgın, kocaman bir ayı göründü, harmanın yanından bana doğru geliyordu. Yerden bir taş alıp, belki korkuturum diye fırlattım. Taşı atmamla, alevin çıkması bir oldu. Meğerse attığım taş, çakmak, ayının dişi ise çelikmiş. Çıkan alev de bizim harmandanmış. Üç gün üç gece sönmesini bekledim. Sönünce külleri karıştırmaya başladım. Yalnız yarısı yanıp, gerisi sağlam kalmış. Aradım, aradım, bu yükü kaldırabilecek ne bir deve, ne bir fil ve ne de bir at buldum. Bula bula, belinden yaralı bir karıncacık buldum. Buğday tanesini sırtına yükleyip, bizim meşhur eve götürdüm. Fakat karıncanın sırtı yük taşımaktan fenalaşmıştı, hayvancağızı böyle salıvermek günah olacaktı, ilaç aradım. “Hint cevizinin yağı iyi eder” dediler. Böyle bir ağaç aradım, taradım, zor buldum. Ağaç pek yüksekti. Üstüne çıkmaya üşendim, taşlamaya başladım. Üç gün, beş gün durma dan taşladım, fakat bir tek ceviz düşüremedim. Attıklarım da geri yere düşmüyordu, merak edip, ağaca çıktım; bir de ne göreyim? Ağacın üzerinde kocaman bir tarla varmış? Ne âlâ. Buraya karpuz ekerim, deyip, çekirdek getirdim. Karpuz ektim. Çok beklemeden, öyle büyük karpuzlar oldu ki, bir tanesini fil bile götüremez. Hele bir kesip tadına bakayım deyip, bıçağı sapladım. Bıçak gitti, elim gitti, kolum gitti, sonunda ben de gittim karpuzun içine… Yedi yıl aradım, bulamadım. Sonunda karpuzun kapısını buldum. Vay anam karpuz! Evin köyün yıkılası karpuz! Bir yanında sazlık, samanlık, bir yanında tozluk dumanlık… Bir yanında demirciler demir döver denk ile, bir yanında boyacılar boya boyar binbir çeşit renk ile… Bir yanında, Âl-i Osman devleti cenk eder top ile tüfenk ile… Bir at aldım, bindim dorudur diye, bir tekme vurdu, “Geri dur!” diye… Çifte minareleri belime sardım borudur diye… Bir baktım adamcağızın biri: “Bir deve kaybettim, bulan var mı?” diye bağırıyor. Adama yaklaştım “Amca”, dedim, “ben de bir bıçak kaybettim, görmedin mi?” Adam bu sözün üzerine bir kızdı, bir kızdı ki, bana bir tokat sallamadan yanından kaçtım. 0 peşimden hâlâ söyleniyordu: “Ben koskoca deveyi bulamıyorum da, o benden bıçağı soruyor!” Meğerse, burası başka bir dünyaymış. Korkumdan hemen geri döndüm Fakat, orda bıraktığım ceket ve poturum sanki yargıç gibi beni sorguya çektiler. Orası başka dünya olduğu için, karpuzlar ” o kadar büyümüş, o kadar çoğalmış, otları o kadar uzamış ki, bir tanesi de oradaki bir ırmağa köprü olmuştu. Benim bu dalgınlığımdan kızmış olacaklar ki: “Kimsin, necisin, söylesene ey insanoğlu?..” diye bağıran, ceketimle poturuma kızdım. “Ey, size ne oluyor be! Size ne oluyor?” diyerek karpuzları kökünden çekmeye başladım. Fakat ne göreyim, köprüden geçen insanlar, hep nehre yuvarlarmamışlar mı? Tuhaf. Suya atladım, birkaçını kurtarayım derken, beni koskoca bir balık yutmasın mı? “Aman!” diye ağlamaya başlamıştım ki, birden gözlerimi açtım, sıcak havanın etkisiyle uyuyakaldığım deniz kıyısından yuvarlanıp suya düşmemiş miyim? Bu sırada suya düşen kâğıt gözüme ilişti. Hemen açıp okudum: “Falan, falan, falan, Söylediklerim hep yalan”
*
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kalbur saman içinde, develer top oynarken, eski hamam içinde… develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, anam düştü beşikten, babam düştü eşikten. Biri kaptı maşayı, dolandım dört köşeyi. Orada ne var dediler, bir köy kurmuş keçiler, kurt köye muhtar olmuş, elini veren kolunu almış, diken verenin gülünü almış, damla verenin selini almış, kovan kovan balını almış. Bir kurtmuş ki sormayın. Talkım vermiş ele, salkımı almış ele, ilk lokmayı aşırmış, ikincisinde çomar. Karşısına dikilmiş, kapanmış mı kapılar. Kapıyı bırakıp, sapı yutmuş, balı bırakmış, hapı yutmuş.
*
Harda hurda, eşeği yedirdik kurda, Altmış tarla buğday. Yedim karnım doymadı. Denizi çorba ettim. Gemiyi kepçe ettim, Yedim, içtim, yüzüm gülmedi. Yediler yemiş, parayla biter her iş… Akdeniz’in martısı, Karadeniz’in haritası, Zeytinyağının tortusu. Hoştur pilavın yoğurtlusu… Akdeniz yağ olsa, Karadeniz bal olsa, Karnımızın bir tarafını doldurmaz. ya bir kaz dolması, ya bir ördek kızartması olsa, belki doyarız. Evimizin önünde bir ağaç vardı, Kırk kişi tuttum yondurdum. Kırk kişi tuttum oydurdum, Kırk kazan keşkekle kırk kazan yoğurdu içine doldurdum Oturdum, yedim, dudaklarımın bile haberi olmadı… Karşıya baktım: Dere gibi hoşaflar, Tepe gibi pilavlar, Kolum gibi dolmalar, Budum gibi sarmalar, Ye yemez misin, Hani de görmez misin? Karnım davula döndü, ağzımın bir şeyden haberi bile olmadı… Birazını da eşeğe yükledim, size getiriyordum. Dereden geçerken kurbağalar: “Vırak, vırak!..” deyince anladım ki: “Bırak, bırak!..” diyorlar. Neyse, orada yattık.. Sabah oldu, baktım çizmeler yok. Oradan bunları aramaya gittim… İğneyi diktim, bizi diktim, üstüne çıktım baktım: Küçük bir meydanda çizmeler çift sürüyorlar. Vardım, sineğin derisini attım, büyük bir meydan belirdi. Çifti elime aldım, sürdüm ektim. Bir ekin oldu ki, yatsam sakalımda, dursam topuğum da, ama adam yutuyor. “Bunu nasıl biçeriz, nasıl biçeriz?..” derken, öteden bir çakal geldi. Orağı bu çakala bir attım. Orağın sapı çakalın karnına girdi, ağzı kaldı dışarda… Çakal kaçtı, orak biçti, çakal kaçtı, orak biçti… Ekinin hepsi biçildi. “Bunu neyle toplarız, neyle toplarız?..” derken, öteden bir kasırga koptu, ekini topladı, harman etti. Bunu bizim ihtiyar çil horoza sürdürdüm, savurdum. Altmış okka bir yanına, yetmiş okka bir yanına vurdum, ben de çil horozun üstüne bindim, sürdüm değirmene… Değirmene yaklaşınca susadım. Oradaki pınara indim. Pınardan ağzım ile içtim gözüm istedi, gözüm ile içtim kulağım istedi… Kafamı kestim, pınarın içine attım. Oradan değirmene vardım. Değirmenci: “Hani kafan?” dedi. “Pınara attım” dedim. Değirmenci: “Ama onu şimdi çakal yer!” dedi. Oradan kalktım, geldim, baktım ki, çakal kulağımın ucundan tutmuş… Çakala bir yumruk attım, yumruğum çakalın karnına girdi. İçini karıştırdım, “kusur, kusur” ediyor. Çektim çıkardım: Bir kâğıt. Okudum: “Bir yanı yalan, bir yanı dolan…” Aşağıdan birden: “Tutun be, vurun bel” diye bir patırdı koptu. “Eyvah, beni tutmaya geliyorlar!” dedim. iki kalktım, Bir hopladım. Seksen ayak merdiveni birden atladım. Baktım, beş yüz atlı asker. “Nereye gidiyorsunuz?” dedim. “Silbasanoğlu Hasan’ı aramaya!” dediler. Ben bundan bir şey anlamadım, bir daha sordum. Gene: “Silbasanoğlu Hasan’ı” dediler. Neyse, katıldım ben de onlara, vardık Edirne’ye Silbasanoğlu Hasan’ı tuttuk. Meğer o da, bir pireymiş… Bindim pireye, vardım Tire’ye, Gel gelmez misin, yol bilmez misin? Bu işlere sen gülmez misin? Tuttum pirenin irisini, Çadır yaptım derisini. Altmış adam altında sığınmadık mı? Tuttum pirenin eşini Neler getirdi başıma: On sekiz bin mandaya çektirdim leşini. Tuttum pirenin ağını, Çektim çıkardım yağını, Doksan okka tartmadık mı? Tuttum pirenin beyini. Sırtına kurduk düğünü, Altmış batman bağırsak yağını Gidip pazarda satmadık mı? Pireye vurdum palanı, Altından çektim kolanı. Dinleyin ağalar benim koca yalanı. Pireye vurdum palanı, Kırdı kaçtı kolanı. Sen de beğendin mi benim düzdüğüm yalanı?
Masal Ortası Tekerleme Örnekleri
A kara kuyu, kara kuyu, bir değirmen verdin ama, hani ya bunun suyu? Derken …
“Az gittim uz gittim, dere tepe düz gittim, altı ay bir gün gittim, bir de baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim”
“Gittik gittik, gide gide gittik, göründü Çini maçin Padişahının bağları. Girdik birine ….”
Masal Sonu Tekerlemeleri
“Gökten üç elma düştü; biri bana, biri dinleyenlere, diğeri de bütün iyi insanlara olsun”
“Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine”
“Kırk gün kırk gece düğünden sonra muratlarına ererler” ya da “Ben de oradayım, hepsinin sizlere selamı var.”
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine..
|
https://www.masaloku.net/sihirli-tavsan/
|
Sihirli Tavşan Masalı
| null | null | null |
Sihirli Tavşan Masalı
Masal masal matitas… Kalaylandı bakır tas… çukura düştü çıkamaz… Pır pır eder uçamaz. Var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin, hali yaman demişler… Masaldır bunun adı… Söylemekle çıkar tadı… Her kim dinlemezse bunu, hakkından gelsin kambur dadı…
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zamanların birinde bir padişahın üç oğlu ile bir küçük kızı varmış. Küçük kız bir gün bahçede oynarken ortadan yok olmuş. Aramışlar, taramışlar, etrafa atlılar salmışlar, yok… yok… Yer yarılıp yere mi girdi, gök alçalıp göğe mi uçtu? Bilen, anlayan olmamış… Öldüğüne dair bir işaret de bulunmadığı için, padişah babası ile sultan annesi :
Sihirli bir el değmiş, kızımızı alıp götürmüşler, bir gün çıkagelir elbet! diyerek üzüntülerini azaltmaya çalışmışlar.
Sarayın bahçesinde çok değerli bir elma ağacı varmış. Fakat bu ağaç, senede bir tek elmadan başka elma vermezmiş, vermezmiş ama, bu elmanın renginin güzelliğine de başka elmalarda rastlanmaz, hele tadına hiç doyum olmazmış. Onun için, padişah, elmayı her sene törenle kopartır, küçük küçük doğratarak hoşaf kaynattırır, bütün saray halkına birer yudum içirtirmiş. Kimsenin gönlü kalsın istemezmiş.
O yıl elma yine olmuş. Elmayı kopartmak için tören günü bahçede toplanıldığı zaman ağaçta yapraklardan başka bir şey görememişler. Saray halkından hiç kimse elmayı koparmayacağı için, bu işi dışardan biri yapmıştır, diye düşünmüşler.
Ertesi yıl elma yine olmuş. Birisi koparmasın diye, elmanın iyice olacağı güne kadar ağacın dibinde nöbet bekletmeye karar verilmiş. Padişahın büyük oğlu :
Baba, demiş, nöbeti ben beklemek istiyorum…
Babası, büyük şehzadenin bu düşüncesine hayır dememiş. Büyük şehzade, ağacın dibine oturmuş, beklemeye başlamış. İlk gece uyku bastırdığı halde uyumamış, sabahı dar etmiş. Elma yerinde duruyormuş. İkince gece uyku daha çok bastırdığı halde, büyük şehzade, o gece de uyumamış. Üçüncü gece yorgunluğu artmış olan büyük şehzade, göz kapaklarının kapanmasını engel olamamış, kendini tatlı uykunun derinliklerine farkında olmadan bırakmış.
Sabahleyin güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açan büyük şehzade, bir de başını kaldırmış bakmış ki, elma yerinde yok… Yüreği hoplamış, aklı başından gitmiş ama, elden ne gelir? Koşa koşa gidip babasını bulmuş, durumu anlatmış, üzüntüsünü belirtmiş.
Ertesi yıl ortanca şehzade nöbet tutmuş. O da ağabeysi gibi iki yıl gece uykusuzluğa dayanabilmiş. Üçüncü gece uyuyakalınca elma yok oluvermiş…
Daha ertesi yıl nöbet sırası küçük şehzadeye gelmiş. Birinci, ikinci geceler o da uyumamış. Üçüncü gece uyuya kalmamak için elinin küçük parmağını bir yerinden kesmiş, üzerine de tuz bastırmış. Acısından gözüne uyku girmek şöyle dursun, aklına bile gelmemiş. Hiç kıpırdamadan bekleye dururken, tam gece yarısında bir kanat sesi işitmiş. Ay ışığı etrafı epeyce aydınlattığından, kocaman bir kuşun gelip elma ağacına konduğunu görmüş. Kuş hemen elmayı kapmış. Kaçarken şehzade bir ok atmış. Ok kuşa değmiş ama, onu öldürmemiş, kanadından bir tüyü yere düşürmüş, o kadar… kuş uçup gitmiş, gözden yok olmuş.
Küçük şehzade, sabahı beklemeden tüyü almış; hemen yukarı çıkarak babasını uyandırmış, ona göstermiş, olanları bir bir anlatmış.
Kuşun tüyü o kadar güzel, renkleri o kadar çok, hem de o kadar göz alıcı imiş ki, padişah da, sultan da şehzadeler de hayran kalmışlar.
Büyük şehzade :
Babacığım, demiş, tüyü bu kadar güzel olan kuşun kim bilir kendisi ne kadar güzeldir? Ben bu kuşu arayıp bulacağım.
Padişah bu tüyden kendisine bir kalem yaptırmış, kullanmaya başlamış. Büyük oğluna da bu altın kuşu bulması için izin vermiş.
Büyük şehzade, sarayın ceylan gibi koşan bir atına binmiş. Heybelerine altın doldurmuş. Üstüne de demir bir elbise geçirerek yola düşmüş. “Bir aya kadar dönmezsem beni ararsınız” diye de tenbih etmiş.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş… Altı ay bir güz gitmiş. Yorulmuş, bir pınar başında atından inmiş. Eliyle pınardan su içerken, karşısına kar gibi beyaz, sevimli bir tavşan çıkmış. Bir insan gibi dile gelerek şehzadeye sormuş :
Ünlü şehzadem, böyle nereden gelip nereye gidiyorsun?
Şehzade, tavşanın insan gibi konuşmasına hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Derdini dökmeye başlamış :
Altın kuşu bulmaya gidiyorum Pamuk Tavşan. O, dört yıldan beri bizim sarayın bahçesindeki elmayı çalıp kaçıyor. Onu her ne pahasına olursa olsun bulmam gerek… Ne olur, sen onun bulunduğu yeri biliyorsan bana gösterir misin?
Pamuk Tavşan, uzun bıyıklarını oynata oynata güldükten sonra :
Mademki onu ele geçirmek için bu kadar yoldan geliyorsun, demiş, ben de sana onun bulunduğu yeri söyleyeyim : Şu karşıki dağı aştıktan sonra önüne uzun bir yol çıkacak. Bu yolun ortasında karşılıklı iki han vardır. Hanlardan birinde yatmak için çok para verilir… Ötekinde ise az para alırlar. Birinci handa her türlü içki eğlence, oyun vardır. İkinci handa hiçbir şey yoktur. İkinci hana girersen altın kuşun bulunduğu yeri öğrenebilirsin! Haydi güle güle!
Pamuk Tavşan şehzadeyi kulakları ile selamlamış. Oda başıyla karşılık vererek dağın yolunu tutmuş.
Git gitmez misin… Git gitmez misin… Geceler gündüz olmuş, gündüzler de gece… Şehzade bir hafta sonra dağı aşmış, yola ulaşmış. Çok geçmeden hanların bulunduğu yere varmış. Bakmış ki, hanın biri saraya benziyor. Öteki ise bir kulübe gibi, hem de pis… Tavşanın sözlerini unutarak o saray gibi olan hana girmiş. Çok geçmeden içkiye, eğlenceye dalmış, altın kuşu da, elmayı da unutmuş…
Günler günleri, günler de haftaları doldurmuş, aradan bir ay geçtiği halde büyük şehzade saraya dönmemiş. Padişah da, sultan da oğullarını merak etmişler.
Ortanca şehzade :
Bari ben gideyim de, demiş, hem altın kuşu bulayım, hem de ağabeyimi arayıp bularak getireyim.
Padişah ortanca oğluna da izin vermiş. Şehzade, sarayın kuş gibi uçan bir atını seçmiş. Heybelerine altın doldurmuş, kendisi de bir demir elbise giyerek :
Eğer bir aya kadar dönmezsem beni de ararsınız! demiş, yola koyulmuş.
Az gitmiş, uz gitmiş… Konarak, göçerek, tam bir güz gitmiş. Bir de arkasına dönüp bakmış ki, daha arpa boyu kadar bir yol gitmiş. Tekrar yola koyulmuş. Gide gide yorulmuş. Bir su başında attan inmiş. Yüzünü yıkarken karşısına o sihirli tavşan çıkmış. Tavşan buna da altın kuşun nerede bulunacağını söylemiş, hanları tarif etmiş. Ortanca şehzade, atını kuş gibi uçurarak günlerce sonra hanların bulunduğu yere gelmiş. O da ağabeysi gibi ucuz hanı beğenmeyip öteki hana girmiş. Orada ağabeyisi ile birleşmiş. Beraber içkiye, eğlenceye dalmışlar. Altın kuş onun da aklından çıkmış, gitmiş…
Ortanca şehzade gittikten sonra da bir ay olmuş. Çocuklarının ikisi de gidip gelmeyince, padişahı bir merak sarmış. Kendi kendisine “Bunda bir iş var ya, elbet anlaşılır” demiş.
Bu sefer de küçük oğlan :
İzin verirseniz babacığım, demiş, gidip hem ağabeylerimi bulayım, hem de altın kuşu ele geçirip getireyim.
Padişah :
Hayır, diye karşılık vermiş, onlar gitti, gelmedi. Öldürdüler mi, kaldılar mı, bilmiyoruz. Sen de gidip dönmezsen sonra ne yaparız?
Küçük şehzade, babasına yalvarmış, yakarmış, ağabeyleri uyuyakaldıkları halde altın kuşu kendisinin vurduğunu söyleyerek :
Kuşu yine ben ele geçireceğim, demiş. Hem göreceksiniz, ağabeylerimi de bulup getireceğim…
Padişah, küçük oğlunun ağabeylerinden daha akıllı olduğunu hatırlamış. Onun bu işi de başarabileceğini düşünerek gitmesine izin vermiş.
Küçük şehzade, sarayın rüzgâr gibi giden atlarından birini seçmiş. Heybelere altın doldurmuş. Sırtına da bir demir elbise geçirerek yola düşmüş.
Rüzgâr gibi giden at, onu bir anda su başına ulaştırmış. Atı su içerken kendisi de yüzünü yıkamaya başlamış. O sırada yanında Sihirli Tavşan belirmiş. Tavşan dile gelip, ona da nereye gittiğini sormuş.
Şehzade, altın kuşu yakalamaya, ağabeylerini bulmaya gittiğini söyleyince, Sihirli Tavşan, buna da dağı gösterip hanların yolunu tarif etmiş.
Sakın yanlış yere gitmeyesin, diye de ilave etmiş.
Küçük şehzade, Sihirli Tavşana teşekkür ederek yanından ayrılmış. Rüzgâr gibi giden atını dört nala sürmüş. Dereler, tepeler, dağlar, atının ayakları altında uçuyormuş sanki… Çok geçmeden, Sihirli Tavşanın gösterdiği dağı aşmış, uzun yola ulaşmış. Gide gide hanların yanına varmış. Hanlardan biri pek göz alıcı imiş. Öteki ise, tersine, bir kulübeye benziyormuş.
Küçük şehzade, Sihirli Tavşanın sözlerini hatırlayarak o gözalıcı hana girmemiş, doğruca gidip ucuz hana yerleşmiş.
Akşam olduğundan, karnını doyurup bir tahta üzerine uzanmış. Kendi kendine, “acaba altın kuşu ne zaman görebileceğim” diye düşünüyor, gözüne uyku girmiyormuş.
Gece yarısından sonra, bir aralık kulağına bir ses gelmiş.
Birisi :
Geleyim mi?! Geleyim mi?! diye sesleniyormuş. Şehzade, bu sesi tanımadığı için karşılık vermemiş. Hem kendisine seslendikleri ne malûm? Olduğu yerde daha çok büzülmüş, sesini çıkarmamış.
Sabah olmuş. Biraz hava almak için hanın kapısına çıkmış. Bir aşağı, bir yukarı dolaşırken, Sihirli Tavşan görünmez mi? Zıplaya zıplaya küçük şehzadenin önüne gelerek :
Akşam seslendim, seslendim, karşılık vermedin, demiş. Karşılık verseydin işimiz daha kolay olacaktı. Ama şimdi biraz yorulacaksın. Haydi atla sırtıma!
Küçük şehzade hemen tavşanın sırtına binmiş. Tavşan hem koşuyor, hem de şehzadeye şunları söylüyormuş :
Seni şimdi altın kuşun bulunduğu saraya götürüyorum. Bu saray kuşlar padişahının sarayıdır. Sarayın bahçe kapısı önünde seni indireceğim. Bahçede iki kapı vardır. Birisi açık, öteki kapalıdır. Açık kapıyı kapayacak, kapalı kapıyı açacaksın. İçerde bir arslanla bir at karşılıklı otururlar. Arslanın önünde ot, atın önünde et vardır. Eti arslanın önüne koyacak, otu ata vereceksin. Altın kuş ortadaki gül ağacında oturur. İki tarafında iki kafes asılıdır. Kafesin biri tahtadan, diğeri altındır. Kuşu alır, tahta kafesin içine koyarak dışarı çıkarsın, sakın altın kafese koyayım demeyesin, kuşlar padişahı seni yakalatır, zindana attırır, sonra karışmam.
Sihirli Tavşan zıplaya zıplaya koşuyor, yokuşlar çıkıyor, tepeler aşıyormuş. Nihayet yüksekliği minare boyunda duvarlarla çevrili, büyük bahçe içinde bir sarayın önünde durmuş, şehzadeyi sırtından indirmiş, gözden kaybolmuş. Şehzade, duvarların ortasındaki açık büyük kapıdan içeriye girmiş, kapıyı güç halde kapatmış. Biraz ötede kapalı bir kapı varmış. Bütün vücuduyla yüklenip kapıyı açmış, içeriye girmiş. Hemen koşup arslanın önündeki otu alarak ata götürmüş. Atın önündeki eti de arslana vermiş. Her ikisi de önlerine konan şeyleri iştahlı iştahlı yerlerken doğruca gül ağacına koşmuş. Altın kuş güneşin altın ışıkları altında pırıl pırıl yanan rengiyle sağa, sola dönüyor, gagasını gül yaprakları arasına sokuyormuş. Şehzade onu incitmemek için yavaş yavaş elini uzatmış, daldan almış kuşun güzelliği karşısında âdeta kendinden geçmiş, herşeyi unutmuş. Kuşu elinden götürürken üzmemek için kafese koymaya karar vermiş. Bakmış ki, tahta kafes pek kötü, halbuki altın kafes hem çok güzel işlemeli, hem de pırıl pırıl yanıyormuş… Gönlü ona kaymış. Gidip yerinden alarak altın kuşu içine koymuş. Altın kuş, kafese o kadar yakışmış, o kadar yakışmış ki, küçük şehzade onlara hayran hayran bakmaktan kendini alamamış. Kafesi eline alıp kapıya doğru yürümüş. Yürümüş ama, kapının önünde, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kocaman iki arap görünce, aklı başına gelmiş. Araplar bunu kolundan tuttukları gibi Kuşlar Padişahının karşısına çıkarmışlar. Padişah, altın kuşu çaldığından dolayı bunun zindana atılmasını emretmiş. Fakat Padişahın karısı :
Yazık bu delikanlıya, demiş. Eğer bize altın kızı getirirse altın kuşu ona veririz. Hem de zindandan kurtulmuş olur.
Padişah, karısının bu düşüncesini yerinde bulmuş, küçük şehzadeyi bırakmışlar.
Şehzade dışarı çıktığı zaman Sihirli Tavşanla karşılaşmış. İçerde gördüklerini, yaptıklarını, başına gelenleri tavşana anlatmış. Tavşan söz dinlemediği için buna kulakları ile bir güzel dayak atmış. Sonra :
Haydi bin sırtıma, gidelim! demiş.
Şehzadeyi sırtına alarak yola koyulmuş.
Az gitmişler… Uz gitmişler… Dere tepe düz, dağ, ova dümdüz gitmişler, dik kayaların ortasında çok yüksek bir sarayın önünde durmuşlar. Sihirli Tavşan : İşte burası Kızlar Padişahının sarayıdır, demiş. İçeri girerken bir zorluğa uğramayacaksın. Bahçenin ortasında büyük bir havuz var. Havuzun etrafı türlü türlü çiçeklerle süslüdür. Çiçeklerin arasında geniş yapraklı bir çınar ağacı göreceksiniz. Ağaca çıkıp saklanırsın. Çok geçmeden altın kız gelip havuza girerek banyo yapar. Havuzdan çıktığı zaman gitmesine meydan vermeden yakalarsın. Alıp dışarı çıkabilirsin. Eğer elbiselerini giyerse, Kızlar Padişahı seni yakalar, hapse attırır. Haydi yolun açık olsun!
Küçük şehzade, sözlerini tutacağına dair tavşana başını sallamış, sarayın bahçe kapısından içeriye girmiş. Bahçenin ortasında fıskiyelerinden sular akan mermer bir havuz varmış. Suyun şırıltısına türlü türlü kuş sesleri karışıyor, havuzun etrafındaki çiçeklerin kokuları, insana yeniden hayat veriyormuş.
Şehzade, doğruca çınar ağacının yanına gitmiş, üstüne çıkıp yapraklar arasına saklanmış. Dalın birine yaslanıp havuzda sularla güneşin oynaşmasını seyrederken, uzaklardan kulağına genç kız gülüşmeleri, kahkahalar gelmiş. Geriye dönmüş bakmış ki ince beyaz entariler içinde birçok genç kız, saçlarını rüzgârda uçura uçura havuza doğru koşuyorlar. Olduğu yerde biraz daha büzülmüş. Ağacın geniş yapraklarını kendisine siper edip saklanmış.
Kızlar koşa koşa gelip havuzun etrafına dizilmişler. Biraz sonra, tül elbiseler içinde, güneş kadar parlak sarı saçlı, ayın ondördü, günün onbeşi gibi güzel altın kız gelmiş, havuza girmiş. O, havuzda yıkanırken dışardaki kızlar da, şarkı söylüyor, ellerini çırpıyorlarmış.
Altın kızın yıkanması çabuk sona ermiş. Bir el işareti ile dışardaki kızları uzaklaştırmış. Kendisi havuzdan çıkmış. Elbiselerini giyerken, küçük şehzade ağaçtan atlayıp bileğine yapışmış, kızı dışarıya sürüklemeye başlamış. Bu beklenmedik durum karşısında şaşkına dönen altın kız, elbiselerini giymek için şehzadeden izin istiyor, şehzade olmaz dedikçe altın kız yalvarıyormuş. Böylece kapıya kadar geldiği halde, şahzade, altın kızın yalvarmalarına dayanamamış, elbiselerini giymesi için onu bırakmış. Kız havuz başına koşup elbiselerini giydikten sonra, ellerini çırpmış. Ellerini çırpmasıyla beraber, küçük şehzadenin yanında dev gibi iki adam görünmez mi? Şehzade, bunlar nereden geldiler diye araştırırken, adamlar onu kolundan yakaladıkları gibi bir hamlede saraya götürüp Kızlar Padişahının karşısına çıkarmışlar.
Kızlar Padişahı :
Söyle bakalım delikanlı, demiş, sen ne cesaretle benim sarayıma giriyorsun? Hele havuz başında saklanıp kızlarımı yıkanırken seyretmeye utanmadın mı? Altın kızın bu sarayın incisi olduğunu bilmiyor musun? Cezan ölümdür.
Sonra elini çırpmış, içeriye giren harem ağasına :
Şunu cellatlara götürün! diye emir vermiş.
Küçük şehzade, korkusundan tir tir titrerken, Kızlar Padişahını ihtiyar lalası söze karışmış :
Ünlü Padişahım, demiş izniniz olursa, bu delikanlı bize altın atı getirsin. Eğer getiremezse, o zaman başını kestirirsiniz. Ama getirecek olursa, altın kızı ona veririz, alır, gider…
Kızlar Padişahı, ihtiyar lalanın bu düşüncesini yerinde bulmuş, altın atı bulup getirmek şartıyla şehzadeyi salıvermiş.
Neye uğradığını bilemeyen şehzade, şaşkın bir halde kendisini sokağa dar atmış. Sihirli Tavşan, şehzadeyi bir kaya dibinde bekliyormuş. Şehzadenin anlattıklarını dinledikten sonra, sözünü tutmadığı için kulakları ile onu bir kere daha dövmüş. Sırtına dönerek :
Haydi atla! demiş. Nedir bu senden çektiğim? Sözümü tutmuş olsaydın altın kuşu çoktan ele geçirmiş, saraya dönmüştük…
Küçük şehzade, Sihirli Tavşanın sırtına binmiş. Derelerden tepelerden geçerek, dağlardan, taşlardan aşarak, bir ovaya varmışlar. Bu uçsuz bucaksız ovanın ortasında, etrafı alçak duvarlarla çevrili, gayet büyük bir bahçe varmış. Bahçenin tam ortasında küçük, fakat şirin bir köşk göze çarpıyormuş. Bahçenin her tarafı yemyeşil gür otlarla çevrili imiş.
Sihirli Tavşan, bahçenin önünde durarak :
İşte, demiş, Atlar Padişahının sarayına geldik. Altın at, Atlar Padişahının biricik oğludur. Çok uysal bir hayvandır. Bahçe kapısından içeriye girdiğin zaman etrafına bakmadan doğruca yürüyeceksin. Atlar Padişahının sarayının arka tarafında küçük bir köşk vardır. Altın at orada bulunur. Kapısı açıktır. İçeriye girip korkmadan yanına yaklaşacaksın. “Sırma yeleli, altın nallı, altın atım, seni görmeye geldim, yüzünü öpmeye geldim” diyeceksin. Eğer sözlerinden hoşlanırsa, keyifli keyifli kişner. O zaman gümüş dizginlerini tut; o senin arkandan kendiliğinden gelir. Ama, kişnemez de sessiz sedasız durursa, anla ki senden hoşlanmadı. Arkana bakmadan uçar gibi koşarak kaç, yoksa Atlar Padişahı seni yakalatır, atların ayakları altında çiğnetir…
Küçük şehzade, bahçe kapısından içeriye girmiş ama yüreği de hop hop ediyormuş. Bahçe o kadar güzel, otlar o kadar canlı, o kadar yeşilmiş ki, küçük şehzadenin, etrafına doya doya bakınmak için içi gidiyormuş… Fakat, Sihirli Tavşanın sözleri de kulağında çınladığından sağa sola bakmadan yürümüş, yürümüş… Atlar Padişahının sarayının arka tarafına geçmiş, küçük köşkle karşılaşmış. Köşkün kapısı açıkmış. Ayaklarının ucuna basarak içeriye girmiş ki, gözlerine inanamamış: Altın at o güne kadar gördüğü atların, hatta hayvanların en güzeli imiş. Gözleri ışıl ışıl parlıyor, altın tellere benzeyen yelesi, ata bir gelin güzelliği veriyormuş. İnce yüksek bacakları yerinde duramıyor, bırakılsa kuş gibi uçacakmış hissini veriyormuş. Derisinin parlaklığı, düzgünlüğü hiçbir hayvanda yokmuş…
Küçük şehzade, altın atı böyle hayran hayran seyrederken, birden Sihirli Tavşanın sözleri hatırına gelmiş. Altın atın yanına iyice yaklaşıp:
Sırma yeleli, altın nallı, altın atım, demiş, seni görmeye geldim. Yüzünü öpmeye geldim…
Küçük şehzade daha sözünü bitirmemiş ki, altın at keyifli keyifli kişnemeye başlamış. At kişneyince, şehzadenin de yüreğine su serpilmiş. Hemen atın gümüş dizginlerini tutmuş, öne düşmüş.
O gitmiş, at gelmiş, o gitmiş, at gelmiş, bahçe kapısından dışarıya çıkmışlar. Sihirli Tavşan orada bekliyormuş.
Tavşan, şehzadeye:
Bin atın sırtına! demiş.
Şehzade, altın ata sıçramış. Tavşan da bir zıplamada şehzadenin arkasına oturmuş, elleriyle şehzadenin omuzlarından tutmuş. Şehzade gümüş dizginlere yapışır yapışmaz, altın at bir ok gibi fırlamış. Hayvan görülmemiş bir hızla gidiyor, şehzadenin âdeta başı dönüyormuş. Dağlar, tepeler bir anda arkada kalıyor, rüzgâr bile altın ata yetişemiyormuş.
Gözü açıp kapayıncaya kadar, altın at, Kızlar Padişahının sarayına varmış. Küçük şehzade, atın üzerinden inip saraya girmiş, Kızlar Padişahının karşısına çıkarak altın atı getirdiğini bildirmiş. İzni olursa altın kızı alıp götüreceğini söylemiş.
Kızlar Padişahı, bu küçük delikanlının cesaretine, yılmazlığına hayran kalmış. Altın kızı verdiği gibi, altın atı da ona bırakmış.
Küçük şehzade, altın kızı alıp saraydan çıkmış. Kızı altın ata bindirmiş. Kendisi de Sihirli Tavşana binmiş, hemen yola koyulmuşlar. Kuşlar gibi uçup, rüzgârlar gibi eserek Kuşlar Padişahının sarayına varmışlar.
Küçük şehzade, altın atla Sihirli Tavşanı kapıda bırakmış. Altın kızı yanına alarak içeriye girmiş. Doğruca Kuşlar Padişahının karşısına çıkmış. Yerlere kadar eğilip selam verdikten sonra:
Ünlü padişahım, demiş, emrinizi yerine getirdim. İşte istediğiniz altın kız…
Kuşlar Padişahı yerinden kalkıp şehzadenin yanına gelmiş. Onun sırtını okşadıktan sonra demiş ki:
Aferin delikanlı, cesur ve yılmaz bir genç olduğunu ispat ettin. Bu kadar güç şeyleri başardıktan sonra bir gün gelip altın kuşu da ele geçirebileceğini anlamıştım. Onun için altın kuşu ben sana kendi elimle veriyorum. Altın kız da senin olsun. Haydi güle güle gidiniz!
Küçük şehzade, Kuşlar Padişahını selamlamış. Altın kuşu almış, altın kız da yanında olduğu halde dışarıya çıkmış. Altın kızı altın atın üzerine bindirmiş. Altın kuşu eline vermiş. Kendisi de Sihirli Tavşana binmiş, yola düşmüşler.
Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Sihirli Tavşanın şehzadeleri karşıladığı su başına varmışlar. Tavşan orada durmuş:
Ünlü şehzadem, demiş, ben burada kalıyorum. Yalnız senden bir dileğim var. Okunu eline al ve beni öldür!
Tavşanın bu sözleri karşısında, şehzade hayrete düşmüş:
Nasıl olur Pamuk Tavşan, demiş, ben senden gördüğüm iyiliğimi şimdiye kadar hiç kimseden görmedim, seni öldürmeye ellerim nasıl varır ki?
Sihirli Tavşan:
İyiliğimi istiyorsan beni öldürmen lazım, demiş. Ama mademki bunu yapamayacaksın, hiç olmazsa söylediklerimi dinle: Sakın bir kuyu başında oturma, sonra pişman olursun!
Küçük şehzade, bunca zamandır beraber gezip dolaştığı Sihirli Tavşandan ayrılacağı için gözleri yaşarmış. Tavşan, kulaklarını dikip sallayarak bunları selamlamış. Hoplaya sıçraya gidip gözden kaybolmuş.
Küçük şehzade altın atın arkasına atlamış. Yola düzülmüşler. Çok geçmeden hanların bulunduğu yere varmışlar. Küçük şehzade, ağabeylerini handa bulmuş. Bulmuş ama, onlar hana geldikleri günden beri kumar masasından kalkmadıkları için bütün altınlarını, hatta elbiselerini, atlarını, herşeylerini kaybetmişler. Birisi gelir de bizi kurtarır elbet diye perişan bir halde bekliyorlarmış. Küçük şehzade, altın atın semerini hancıya vererek ağabeylerinin borçlarını ödemiş, handan çıkmışlar. Hep beraber oradan uzaklaşmışlar.
Yolda giderlerken, küçük şehzade bütün başından geçenleri anlatmış. Ağabeyleri, bunun yaptıklarını kıskanmışlar. Kendi kendilerine: “Babamız onun başardığı işleri öğrenince bizi ayıplayacak. Biz saraya hangi yüzle gideceğiz. Bari şuna bir oyun edelim de kızı, kuşu, atı alıp saraya biz götürelim” demişler.
Karınlarının acıktığını bahane ederek bir su başında oturmak istediklerini söylemişler. Görünürlerde su başı yokmuş. Uzaklarda bir kuyu varmış. Oraya gidip yanına oturmuşlar. Biraz yiyecek yemişler. En büyükleri:
Susadım, demiş, şu kuyudan biraz su alsak. En küçüğümüzün kuyuya inip yukarıya su göndermesi lazım!
Küçük şehzadenin aklına bir fenalık gelmediği için, ağabeysinin sözüne itiraz etmemiş. Bellerinden kuşaklarını çıkartıp birbirine ekleyerek küçük şehzadeyi kuyuya sallandırmışlar. Eline de bir tas vermişler.
Şehzade kuyuya indikten sonra yukarıya tas tas su göndermiş. Yukarıdakilerin hepsi bol bol su içmişler. Fakat ağabeyleri onu tekrar yukarıya çekmemişler. Kuşağı olduğu gibi kuyunun içine bırakmışlar.
Kuşak elimizden kaçtı, demişler. Gidip ip getirelim de seni kuyudan çıkaralım!
Ağabeylerinin kendisine fenalık yapacağını hatırına getirmeyen küçük şehzade, onların bu sözlerine inanmış. O, kuyunun içinde bekleye dursun, biz gelelim ötekilere: Bunlar altın atı, altın kızı, altın kuşu alarak saraya gelmişler. Padişah, sultan, bütün saray halkı bunların dönüşüne sevinmişler. Fakat geldikleri günden beri, altın kız konuşmuyor, altın kuş ötmüyor, altın at da kişnemiyormuş. Padişah ne yaptı, ne ettiyse bunlara bir çare bulamamış. En küçük şehzadenin dönmemesine de üzülüp duruyorlarmış.
Biz bırakalım onları kendi hallerine. Gelelim küçük şehzadeye: Küçük şehzade, günlerce kuyunun içinde kalmış. Açlıktan nerede ise ölecekmiş. Arada bir su içerek kendine geliyor, sonra baygınlıklar geçiriyormuş. Sihirli Tavşan burada da onun imdadına yetişmiş. Gelip kuyunun başına, kuyruğunu aşağıya uzatmış. Küçük şehzade kuyruğa tutunarak yukarıya çıkmış. Tavşan, söz dinlemediği için küçük şehzadeye bu sefer de uzun kulaklarıyla bir temiz dayak atmış :
Haydi git artık yoluna, demiş bundan sonra söz dinlemeye çalış. Çünkü ben artık bir daha yardıma gelemeyeceğim…
Küçük şehzade, eline geçirdiği yabani meyvelerle karnını doyura doyura, perişan bir halde memlekete gelmiş. Sarayın içinde ne olup ne bittiğini anlamak için kendisini tanıtmamış. Aşçının yanına çırak olarak girmiş.
Küçük şehzadenin saraya ayak bastığını hisseder etmez, altın at kişnemeye, altın kuş ötmeye, altın kız da konuşmaya başlamaz mı? Uşaklar koşup durumu padişaha bildirmişler. Padişah :
Bugün sarayıma kim geldi? diye sormuş. Aşçının bir çırak aldığını söylemişler. O çırağı çabuk getirmelerini emretmiş.
Küçük şehzade babasının karşısına çıkar çıkmaz hemen ellerine sarılmış. Padişah da onu tanımış, sarmaş dolaş olmuşlar. Küçük şehzade başından geçenleri babasına anlatmış.
Padişah, küçük kardeşlerini kıskanıp ona fenalık yaptıkları için en büyük oğlu ile ortanca oğlunu saraydan çıkarmış, ağır görevlerle memleketin en uzak köşelerine yollamış. Bunlar ömürlerinin sonuna kadar orada kalacaklarmış.
Padişah, küçük oğlunu cesaretinden, yılmazlığından, başardığı işlerden ötürü kutlamış. Kır gün, kırk gece düğün yaparak altın kızla onu evlendirmiş.
Bir yıl sonra şehzadenin topuz gibi bir oğlu dünyaya gelmiş. Oğlan bir yaşını geçip sarayın bahçesinde oynamaya başlamış. Bir gün yine bahçede oynarken bir tavşan gelip bu küçük oğlanı kovalamış. Tavşan ertesi gün de gelip oğlanı kovalayınca, iki gündür tavşanı gören uşaklar şehzadeyi bundan haberdar etmişler. şehzade ertesi gün bahçenin bir köşesine saklanmış, eline oku alıp beklemeye başlamış.
Hayvan her zaman ki gibi gelip küçük oğlanın peşine düşünce, babası nişan alıp okunu atmış. Ok tavşana değer değmez, tavşan bir anda yok olmuş. Fakat onun yerinde bir genç kız ortaya çıkmamış mı? Küçük şehzade “bu da ne?” gibi şaşkın şaşkın bakarken, genç kız :
Beni tanımadın mı ağabey, demiş. Küçük kardeşini bu kadar çabuk mu unuttun? Genç kız, sözlerini tamamlamadan küçük şehzadeye doğru yürürken, şehzadenin de aklı başına gelmiş, küçük yaşta iken ortadan kaybolan kardeşini hatırlamış, o da ona doğru koşmuş. İki kardeş birbirlerine sarılmışlar. Sonra el ele verip saraya koşmuşlar.
Hiç ummadıkları bir zamanda, yıllarca önce kaybolan kızlarına tekrar kavuştukları için padişah da, sultan da son derece sevinmişler. Kız, başından geçenleri şöyle anlatmış:
Bahçede oynarken önüme bir tavşan çıktı. Gülerek beni çağırdı. O gitti, ben gittim, o gitti, ben gittim. Bir mağaraya girdi. Ben de arkasından girdim. Bana bir toprak tası işaret ederek içindeki şeyden içmemi istedi. Ben de içtim. İçer içmez sihirli bir tavşan oldum. Hem tavşanların dilinden anlayarak onlarla düşüp kalkıyor, hem de insanlarla konuşuyordum. Ağabeylerimin önüne çıkıp yol gösteren, küçük ağabeyimi felaketlerden kurtaran tavşan, bendim, anladınız mı şimdi?
O yıldan sonra, sarayın bahçesindeki elma ağacının değerli elmasını hiçbir kuş almamış.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…
|
https://www.masaloku.net/nasreddin-hocadan-cocuklar-icin-fikralar/
|
Nasreddin Hoca'dan Çocuklar için Fıkralar Masalı
| null | null | null |
Subaşının Eşeği Fıkrası
Günlerden bir gün,eşeği kaybolan Subaşı, ateş püskürmüş:
-Çabuk benim eşeğimi bulun, yoksa karışmam! Diye bağırmaya başlamış. Herkesi bir telaş, bir korku almış. Eşeği aramak için dört bir tarafa dağılan Akşehirliler, yolda Hoca’ya rastlamışlar: -Aman Hocam, bize yardım et. Yolda sahipsiz bir eşek bulursan hemen yakala n’olur. -Eşek kimin? -Subaşının. Demişler. Hoca da: “Peki ararım” demiş ve türkü söyleye söyleye yolunu sürdürmüş. Karşısına çıkan bir köylü : -Hocam, böyle türkü söyleyerek ne yapıyorsun? Deyince , Hoca: -Subaşının kaybolan eşeğini arıyorum! demiş. Adam, yine sormuş: -Peki , böyle türkü söyleyerek eşek mi aranır a Hoca? -El elin eşeğini elbette türkü söyleyerek arar. Hele eşek zorla aranıyorsa. Üstelik Subaşınınsa….
Sünnet Fıkrası
Nasreddin Hoca’nın evine bir gün üç molla misafirliğe gelmiş. Üçü de birbirinden oburmuş. Hoca ne yemek çıkarmışsa silip süpürmüşler. O kadar ki sahanlarda yemek bitince, bunları da “sünnettir” diye ekmekle iyice sıyırmışlar. Bu sırada odaya Hoca’nın oğlu girmiş, Mollalar Hoca’yı memnun etmek için:
-Aman ne güzel çocuk…Adı ne bunun? diye sormuşlar.
Hoca: -Adı Farz, demiş.
Mollalar şaşırıp birbirlerine bakmışlar: -Bu ne biçim isim Hoca Efendi? demişler. -Şimdiye kadar böyle bir isim hiç duymamıştık.
Hoca hemen taşı gediğine koymuş: -Ya, sünnet diyeyim de onu da mı yiyesiniz?
Onun Her İşi Terstir
Nasreddin Hoca’nın bütün gayretlerine rağmen maalesef kötü huylarından vazgeçiremediği bir yakını varmış. Namazdan sonra camiden çıkmakta olan cemaate doğru bir çocuk koşarak gelmiş ve o adamın suya düştüğünü haber vermiş. – “Falanca kişi ırmak kenarında gezerken ırmağa düştü. Azgın sularla boğuşuyor” demiş. Hoca birkaç arkadaşıyla birlikte koşarak ırmak kenarına gelmiş ve suyun geldiği tarafa doğru ilerlemeye başlamış. Köylüler: – “Su öbür yana doğru akıyor Hocam” demişler. “Aşağıda aramak gerekmez mi?” Hoca başını sallamış; – “Bu adamın ne aksi, ne ters biri olduğunu siz bilmezsiniz. Onun her işi terstir” demiş.
Zaten İnecektim
Nasreddin hoca eşeğine binmiş. Alımlı, çalımlı köyün içinde geziyormuş. Tam bir köylüsünün yanından geçiyormuş ki, dengesini kaybedip eşeğin üzerinden düşmüş. Adam başlamış gülmeye. Çalımı bozulan Hoca fena öfkelenmiş. Ne gülersin be adam diye bağırmış. Düşmesem de inecektim zaten.
Ya Ceviz Ağacında Kabak Yetişseydi
Bir yaz günü Ramazan’da Nasreddin Hoca biraz serinlemek için ceviz ağacının gölgesine oturmuş. Biraz ilerideki kocaman helvacı kabakları gözüne ilişince, kendi kendine:
“-Şu Allah’ın işine bak, otun üstünde koskoca kabak yetişiyor, şu dalları yere göğe uzanmış, bir evleklik yer tutan ceviz ağacının ufacık meyveleri var. Şimdi bu adalet mi?” diye düşünürken, tam o sırada başına bir ceviz düşmüş.
Hoca:
– “Ah başım!” diyerek yerinden fırlamış, başlamış tövbe etmeye:
– “Tövbe ya Rabbi! Bir daha senin işine asla karışmam! Ya ağaçta ceviz yerine kabak yetişseydi !…” demiş.
Aklıma Bir Şey Gelmiyor
Nasreddin hoca bir Ramazan günü, namaz vaktinden epeyce önce, vaaz dinlemek üzere mahalle mescidine gitmiş. Kürsünün yakınına bir yere oturup, cemaatle birlikte vaaz edecek hocayı beklemeye başlamış. Bir süre sonra mescidin imamı gelmiş ve çıkmış kürsüye. Uzunca bir süre düşünüp etrafına sıkıntılı sıkıntılı baktıktan sonra:
-“Ey cemaat” demiş, “Benim size söylemekten aciz bir adam olmadığımı biliyorsunuz. Fakat bugün aklıma bir şey gelmiyor, konuşacak bir şey bulamıyorum.”
Kürsünün hemen yakınında bulunan Nasreddin Hoca, ayağa kalkmış ve yetiştirmiş cevabı:
-“Aklına bir şey gelmiyorsa, kürsüden inmek de mi gelmiyor be mübarek adam?”
Mektubunuzu Okur Musunuz?
Nasreddin Hoca, yazdığı mektupları eliyle götürür, kendisi okuduktan sonra alıcısına teslim edermiş. Bir gün,
– “Efendi” demişler, “mademki mektup yazıyorsun, ne diye onca zahmete katlanıp, gidip orada mektubunu sen okuyorsun ?”
– “Ben gitmezsem okumazlar. Mektuba da yazık olur. Baksanıza en önemli konu olan eceli hakkında sık sık mektup alan insanoğlu, o mektupları okuyor mu? Son gününde nasıl da şaşırıyor!..”
Kavuğun İçinde Ben de Vardım
Hoca Nasreddin bir gün arkadaşıyla konuşuyormuş arkadaşı demiş ki: – “Ya hocam dün sizin evden bir ses çıktı. Neydi o?”
Hoca: – “Hiç sadece hanımla biraz tartıştık kavuğum merdivenlerden yuvarlandı”, demiş.
Arkadaşı: – “Yahu hocam hiç kavuktan bu kadar ses çıkar mı?”, demiş.
Hoca da: – “Ya anlasana içinde ben de vardım”, demiş.
|
https://www.masaloku.net/kumbara-masali/
|
Kumbara Masalı
| null | null | null |
Kumbara Masalı
Çocukların odasında, gar dolabın üstünde oldukça yüksek bir köşede baykuş biçiminde içi ağzına kadar para dolu bir kumbara varmış. Gar dolabın tepesinde yer aldığı için odada olup biteni seyredebiliyor, karnındakilerle her şeyi satın alabileceğini düşünüyor, bu da onu çok mutlu ediyormuş.
Odadaki tüm oyuncaklar beraberce oynarlarmış fakat kumbarayı oyuna çağırmak için davetiye göndermek gerekiyormuş. Çünkü aşağıdaki konuşmaları duyamayacak kadar yüksekte imiş. Aşağıdaki oyunları, eğlenceleri yalnızca seyretmekle yetinirmiş. Kumbara bu duruma çok üzülmüş çok kızmış ve hayallere dalmış.
Bir süre sonra patt… diye bir ses duyulmuş, baykuş kumbara paramparça yerde yatıyormuş. Tabi içinden fırlayıp dört bir yana saçılan paralarda oradan oraya yuvarlanıyor, dans edip duruyorlarmış. Paralar dünyaya yeniden gelmişçesine bir anlık dahi olsa özgürlüğün tadını çıkararak dans ederken baykuş kumbaranın parçaları da bir kutuya konuyormuş.
Her şeyin bir başı bir sonu vardır derler çocuklar. Umarız yeni kumbaranın başına aynı şeyler gelmez.
|
https://www.masaloku.net/vadideki-nine/
|
Vadideki Nine Masalı
| null | null | null |
Vadideki Nine Masalı Su akar gider denize kavuşur. Ay güneşi kovalar gece olur. Ve masallar diyarında bir masal başlar..
Padişahın ülkesinde bir telaş var; Padişah kızının bu geceki masalı hazır mıdır? Aynacık nerede? Hadi acele edin. Uyku krallığı bizden önce davranırsa gücümüzü yitiririz.
Ve sevgili aynacık son anda nefes nefese bir masal ile gelir: Kusurumuza bakmayın prensesim. Ceylanları bir araya getirmek zaman aldı…
Adı belki de hiç duyulmamış ülkenin birinde, bir delikanlı annesiyle beraber yaşarmış. Küçük bir dağ köyünde, minicik evlerinde güzel günler ve güzel geceler geçirirlermiş. Sofralarından bereket, yüzlerinden tebessüm hiç eksik olmazmış. Babalarını çok çok eskiden, delikanlı henüz bir bebekken kaybetmişler. İşte o zaman anne-oğul yalnız kalmışlar. Üzülmüşler, ağlamışlar; fakat yapabilecekleri bir şey yokmuş.
Küçük bir bahçeleri varmış minik evlerinin önünde. Onu ekip-dikerle, onun sayesinde karınlarını doyururlarmış. Ne az diye yakınırlarmış, ne de daha çok olsun diye aranırlarmış.
Aradan yıllar geçmiş. Çocuk, fidan gibi boy atmış, delikanlı olmuş. Fakat yıllar annesinin gücünü azaltıyormuş gitgide. Artık eskisi gibi bahçeye gidip çalışamıyormuş. Saçlarına aklar düşmüş. Dizlerinde derman kalmamış. Delikanlı da zaten onun yorulmasını hiç istemiyormuş. Bahçenin ekimini tek başına yapmaya başlamış. Dağa da çıkıyormuş arada bir, odun kesmek için. Bu odunları eve getirir, soğuk günlerden onlarla ısınırlarmış. Artan odunları da şehirde satarlar üç-beş kuruş kazanırlarmış.
Delikanlının annesi artık iyice yaşlanmış. Güzel mi güzel, şirin mi şirin bir nine olmuş. Tatlı dilli, hoşsohbet bir ninecik… Komşuları onu pek severlermiş. Üzülmesine hiç dayanamazlarmış. Delikanlı da istemezmiş tabiî annesinin üzülmesini.
Ninecik yemek pişiremiyor, evi temizleyemiyormuş artık. Devamlı yalvarıyormuş:
– Bir tek oğlum var. Onun mutlu olmasını isterim. Ne olur, onun gibi iyi bir gelin ver bana. Bu evin neşesi eksilmesin.
Güzel ninecik böyle düşünmeye devam ederken birgün oğlunu yanı başına çağırmış. Düşüncesini söylemiş ona:
Ey oğul, ben hiçbir iş yapamaz oldum. İhtiyaçlarımızı karşılayamayacak kadar yaşlandım. İsterim ki bir gelin gelsin, evimize çeki-düzen versin. Sen ne dersin oğul?
Delikanlı annesinin söylediklerini bir gün düşünmüş, iki gün düşünmüş… Sonun da onun da bakıma ihtiyacı olduğuna karar vermiş. Sonra da;
– Anneciğim sen nasıl istersen öyle olsun, demiş.
Böylece iyi kalpli, tatlı dilli, güler yüzlü bir gelin adayı aramaya başlamışlar. Ninecik hanım hanımcık olsun istiyormuş. Çok geçmeden evin içinde üçüncü bir kişi gezinir olmuş bile. Delikanlıyı evlendirmişler. Gelin hanım da artık o evin bir parçası olmuş çıkmış.
Önce öyle güzel geçiyormuş ki günleri. Gülüyor, eğleniyorlarmış hep beraber. Sabah, oğul ile gelin bahçeye çeki-düzen veriyorlarmış. Sonra delikanlı odun kesmeye dağa gidiyormuş. Annesi ile eşi kendisini beklediklerinden işini bitirir bitirmez evin yolunu tutuyormuş. Ne zaman güneş kızarmaya başlasa, her şeyini toplayıp düşüyormuş yollara.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış. Mevsimler bir bir değişmiş. O eski güzel günler yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Artık bağrışmalar dökülüyormuş evin pencerelerinden dışarıya. Zavallı ninecik bu tartışmalara engel olabilecek hiçbir şey yapamıyormuş. Çünkü tartışmanın sebebi kendisiymiş. Gelin, sabah-akşam söylenir olmuş:
– Annene bakmak zorunda değiliz. Onu bu evden götür. Gitsin yanımızdan. Mutluluğumuza engel oluyor. İstemiyorum onu.
Delikanlı sabırla;
– Nereye gidecek? Onun benden başka kimsesi yok ki, diyormuş. Hem neden gitsin? O, bizim annemiz. O, bizim en sevdiğimiz olmalı bu dünyada. Bir köşede oturmaktan başka hiçbir şey yapmıyor. Neden onu istemiyorsun? Önüne yemek koymasan, günlerce aç kalabilir. Senden bir lokma istemez. Hiç şikayet etmez. Nedir ondan alıp-veremediğin. Zaten yapabilecek gücü olsa ne senden bekler yardım, ne de benden.
Ama bütün bu sözlere rağmen gelin hanım, ısrarla ninenin gitmesini istiyormuş. Delikanlı bir gece annesinin yanına varmış. Bir bir söylemiş her şeyi:
– Anneciğim, beni affet. Karım senin bu evden gitmeni istiyor. Benim de artık ona gücüm yetmiyor.
Ninecik kısık bir sesle;
– Biliyorum evladım, demiş. Her şey den haberim var. Sen hiç üzülme. Beni buradan çoook uzaklara götür ve bırak. Ben başımın çaresine bakarım. Beni bir koruyan çıkar.
Delikanlı çok sevdiği annesinden ayrılmayı hiç istemiyormuş, fakat karısının sözlerini duymaktan da bıkmış. Bu yüzden bir gün sabahın aydınlığı ortaya çıkmadan, horozlar yeni yeni uyanıyorken annesinin koluna girmiş ve birlikte ağır ağır yürümeye başlamışlar. Evden belki on, belki yirmi kilometre, belki de daha fazla uzaklaşmışlar. Bir vadiye gelmişler. Akşam olmak üzereymiş. Delikanlı annesine;
– Anneciğim, seni getirebileceğim tek yer burası, demiş. Beni affet.
Ninecik yüzünde minik bir tebessümle oğlunu uğurlamış:
– Güle güle evladım. Dertler sizden uzak olsun. Hep mutlu olun inşallah. Hadi yolun açık, yüreğin ferah olsun.
Delikanlı, annesini akşam vakti o vadide bırakmış evine dönmüş. Günler geçmiş üzerinden. Fakat içi bir türlü rahat etmiyormuş. Aklına kötü kötü şeyler geliyormuş, uykularından korkuyla uyanıyormuş
– Kim bilir orada ne büyük kurtlar, vahşi hayvanlar vardır. Annemi belki de paramparça etmişlerdir.
Karısına da söyleniyormuş:
– Yarın annemi bıraktığım yere gittiğimde, onu bulamayacağımdan eminim. İstediğin oldu işte. Bunun için mutlusundur. Ama ben annemi kendi ellerimle öldürdüm. Bunu nasıl yapabildim, nasıl senin sözlerinle annemi dağ başına attım!
Karısı ise bu sözleri hiiiiç mi hiç umursamıyor, duymazlıktan geliyormuş. Onun bu hâlini gören delikanlı daha bir öfkeleniyor, daha bir kendisine kızıyormuş.
Ertesi sabah, delikanlı koşa koşa vadiye gitmiş. Bir yandan da kendi kendine;
– Hiç olmazsa annemin kemiklerini toplayıp toprağa gömeyim, diye düşünüyormuş.
Fakat delikanlı vadiye vardığında gözlerine inanamamış. O da nesi. Bu vadi sanki o vadi değil. Cennetten bir köşe olup çıkmış. Kurtlar yerine her yanda güzel gözlü ceylanlar geziniyormuş. Annesinin çevresinde dolaşıyorlar, onun dizlerinde uyuyorlarmış. Delikanlı heyecanla annesinin yanına koşmuş:
– Anne! Anne, şükürler olsun ki yaşıyorsun. Hâlâ buradasın!
Güzel ninecik güler yüzle karşılamış oğlunu. Sevgiyle kucaklaşmışlar. Delikanlı merakla sormuş olanları. Ninecik de anlatmış:
– Sen gittikten sonra bol bol dua ettim. Sonra bu güzel hayvanlar geldi buraya. Beni hiç yalnız bırakmadılar. Bana yiyecek getiriyorlar. Var git yoluna oğul, ben burada rahatım. Merak da etme.
Delikanlı, annesi her ağzını açtığında daha çok hayrete düşüyormuş. Çünkü annesi konuşurken ağzından çil çil altın saçılıyormuş yerlere. Güzel yüzünde güller açmış sanki. Her taraf mis gibi kokuyormuş. Gözlerine inanamamış. Biraz daha oturmuş annesinin yanında. Sonra düşünceli düşünceli yola koyulmuş.
İçi rahat, sevinçle dönmüş evine. Haberi karısına vermek için sabırsızlanıyormuş. Nihayet karısı bütün olanları öğrenince çıldırmış:
– Ne! Olamaz! Çabuk benim de annemi o vadiye götür. Mutlaka o vadinin sihirli güçleri vardır. Benim de annemin ağzından çil çil altın dökülür. Ne çok zengin olacağım, düşünsene. Çabuk ol! Ne duruyorsun daha?
Delikanlı annesinin ağzından dökülen altınlara şaşırmaktan vazgeçip karısının bu halini hayretle seyretmeye koyulmuş. Ama diyecek söz bulamamış. Neler olacağını merak ederek karısının annesini de almış o vadiye götürmüş. Vadiye bıraktıktan sonra evine dönmüş. Ertesi sabah sabırsızlıkla karısı onu vadiye göndermiş:
– Şu keseleri de yanına al. Altınları doldur içine. Hiç oyalanmadan geri gel. Altınlarıma bir ân önce kavuşmak istiyorum. Kim bilir ne kadar çok olmuşlardır. Köşklerde yaşayacağım artık. Muhteşem bir şey bu. Hizmetçilerim olacak. Şu evin içinde yaşlanıp gitmekten kurtulacağım. Zengin olacağım, zengin!
Karısı böyle hayâl kura dursun, delikanlı vadiye doğru yola çıkmış. Fakat vadiye vardığında gördükleri onu çok korkutmuş. Vadi, o vadi değil sanki. Ceylanlar gitmiş yerine dev kurtlar gelmiş. Üzgün bir şekilde eve dönmüş delikanlı. Karısına bütün gördüklerini anlatmış:
– Annen ölmüş. Kurtlar onu paramparça etmiş. Bulduğum parçaları toprağa gömdüm. Annemi görmedim. Orada değildi. Ceylanlar onu alıp kim bilir nereye götürdü.
Karısı hiçbir şey söyleyememiş. Susmuş… susmuş… günlerce, aylarca tek kelime etmemiş. Ve bir daha da hiiiç konuşmamış
Nazife ÇİFTÇİOĞLU
|
https://www.masaloku.net/gul-perisi/
|
Gül Perisi Masalı
| null | null | null |
Gül Perisi Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar, periler ülkesinde bahçenin tam ortasında bir gül ağacı varmış. Güllerle dolu bu ağacın üzerinde bir gül perisi yaşıyormuş. Peri öylesine küçükmüş ki kimse onu göremiyormuş. Kanatları omuzlarından ayaklarına kadar iniyormuş. Bu minik sevimli perinin her gül yaprağının altında minik bir yatağı varmış. Gülün incecik yapraklarından oluşan odaları mis gibi gül kokarmış.
Gül Perisi yazın, ılık güneşin altında incecik kanatlarıyla çiçekten çiçeğe uçar; kelebeğin kanatları üzerinde dans eder; ıhlamur yapraklarında koşup oynarken akşam olurmuş.
Gül perisi en çok yaz mevsimi seviyormuş, çünkü yazın havalar sıcak oluyor ve bütün çiçek arkadaşlarıyla daha çok vakit geçirebiliyor, oyunlar oynuyormuş. Gül perisinin bu düşüncelerini duyan yağmur damlacıkları ise çok üzülmüş,
-Gül perisi beni ve bulutları sevmiyor, diye düşünmüş ve uzun süre gül perisinin yanına yağmur damlacıkları olarak gelmemiş,
Bir gün gül perisinin kanatları çok kirlenmiş ve yağmur damlacıklarına ihtiyacını olduğu anlamış, ama onları ne zamandır görmediğini fark etmiş ve seslenmiş;
– Heyyy, yağmur damlacıkları nerdesiniz?
Gül perisi cevap alamamış ve meraklanmış tekrardan;
-Yağmur damlacıkları sizi özledim, haydi gelinde dans edelim’ demiş.
Yağmur damlacıkları gül perisi duyuyormuş ama gül perisine dargınmış,
– Çok işim var gül perisi şimdi gelmeyeceğim, seninle ile Sonbaharda görüşürüz demiş.
Gül perisi yağmur damlacıklarının kalbini kırdığından habersiz, yağmur damlacıkları ise gül perisini yanlış anladığını farkına varmadan uzun zaman birbirlerini göremeden yaşamışlar. Özlemişler birbirlerini ama bu masal burada böyle bitmiş.
|
https://www.masaloku.net/kedi-gelincik-ve-yavru-tavsan/
|
Kedi, Gelincik Ve Yavru Tavşan Masalı
| null | null | null |
Kedi, Gelincik Ve Yavru Tavşan Masalı
Gördüğünüz bu saray evvelce tavşanındı. Bir sabah uyandı bayan gelincik zaptetti sarayı hemencecik. Vay akıllı, vay! Ev sahibi evde olmadığından kolay oldu bu iş çok kolay. O gün şafakla çıkıp gitmişti tavşan. Kırlar kekik kokuyordu, mis gibi kekik. Bizimki yiyip içip mahzenine döndüğü zaman gelincik pencereye dayamıştı burnunu. Tavşan orda görünce onu:
“- Hey, bayan, dedi, çıkınız hemen baba yadigarı evimden.
Yoksa haber yollarım bütün farelere ben.
Cevap verdi sivri burunlu türedi:
“-Toprak onu ilk ele geçirenindir,” dedi.
Savaşılmaya değerdi doğrusu ya, Tavşanın bile sürünerek girdiği yuva. “-Ne tuhaf iş, dedi gelincik, ne tuhaf iş. Burası bir krallık olsa bile, Tapusunu şuna, buna, hatta bana değil de filanca oğlu falanca tavşana kim vermiş?”
Falanca tavşan söz açtı geleneklerden:
“- Ben, dedi, ben, kanun kuvvetiyle sahibim bu yere. Burası babadan oğula kalır kanuna göre. Böylelikle filandan kaldı falana falandan da kaldı bana. Sanki ‘ele ilk geçirmek’ kanunu daha mı iyi?”
Gelincik dedi ki:
“-Uzatmayalım hikayeyi. Davamızı halletsin, gidip görelim de Samur’u.”
Keşiş gibi inzivada yaşayan bir kediydi bu. Yüzü de gülerdi her zaman. Evliya gibi bir şey, yağlı, tüylü, şişman. Karışık işleri halletmekte de uzman. Teklifi kabul etti tavşan. İşte ikisi de kürklü beyin karşısındadır.
“-Yaklaşın çocuklarım, yaklaşın, dedi Samur, Artık ihtiyarladık da sağır oldum biraz sağır.”
Yaklaştı ikisi de çekinmeden. Bizim sofu babalık da tam vaktinde doğruldu, attı iki pençesini hemen davacıları yutup aralarını buldu.
İşte çok defa böyle hakemlik eder küçüklere büyükler.
Yazar: La Fontaine
Çeviri: Nazım Hikmet
Adam Yayınları, Kasım 1991
|
https://www.masaloku.net/keloglan-ve-kokulu-cicek/
|
Keloğlan ve Kokulu Çiçek Masalı
| null | null | null |
Keloğlan ve Kokulu Çiçek Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken kuzular berber iken, bir dağın başında, bir ormanın yanı başında Keloğlan’ın yaşadığı köy varmış. Keloğlan’ın bir tek anacığı, anacığının da bir tek Keloğlan’ı varmış. Dünyada başka kimseleri olmadığı için hep birbirlerine destek olurlar, kuru ekmek yeseler kimselere belli etmezler, padişahlara layık yemekler yedik diyerek kötü durumlarından kimseleri haberdar etmezlermiş.
Keloğlan çok akıllıymış ancak akıllı olduğu kadar da tembelmiş. Anası hadi oğlum, bahçeden bir soğan al dese, iki saat düşünür, üç saat hesap yapar, o soğanı bahçeden ayağına nasıl getirtebilir, onu düşünürmüş. Sonunda bir yolunu bulurmuş ama annesi de bu arada çıldırır dururmuş. Günler böyle gelip geçerken, Keloğlan’ın anacığı bir gün hastalanmış, bütün iş güç Keloğlan’a kalıvermiş. O tembel Keloğlan gitmiş, yerine aklı başında çalışkan bir Keloğlan gelivermiş. Anası yattığı yerden Keloğlan’a emirler yağdırıyor, bizimki de oradan oraya koşuyormuş. Bu böyle günlerce sürmüş, Keloğlan sonunda yorgunluktan bir köşeye düşmüş. O sırada bir fare Keloğlan’ın yanına gelip:
– Keloğlan keleş oğlan, her işi beleş oğlan, nasıl ama çalışmak, zor geliyor değil mi? demiş. Keloğlan gözünü aralamış, fareyi kovalamış. Fare tekrar gelmiş bu sefer iyice yaklaşıp;
– Heeyyy. Duydun mu prensesin başına gelenleri, Her kim prensesi iyileştirse, kral onu kızıyla evlendirecekmiş, demiş. Sonra bir çırpıda anlatmış, güzeller güzeli prenses aylardır ağlayıp duruyormuş ve onu kimseler susturamıyormuş. Kızımı güldüren her kim olursa, onu prens yapacağım demiş kral. Keloğlan bunu duyduktan sonra, “Bu iş böyle olmayacak, başka şeyler yapmak lazım “diye hoplayıp zıplamaya başlamış. Öyle hoplayıp zıplayarak evlerinin yakınındaki dağın eteklerine kadar gelmiş. Dağın eteklerinde açan çiçekleri toplamış. Bu çiçeklerin özelliği insanları kıkır kıkır güldürebilmesiymiş. Anasından öğrendiği kadarıyla, hepsini bir araya getirirse, prensesi güldürebileceğini biliyormuş. Bütün gün topladığı çiçekleri bazı karışımlarla suladıktan sonra, çiçekleri alıp, sarayın yolunu tutmuş. Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş, sarayın kapısına geldiğinde iki takla atıp, sırada bekleyenlerin yanında sıraya geçmiş. Akşama doğru ona sıra geldiğinde neredeyse yorgunluktan uyuyacak hale gelmiş. Onu içeri almışlar.
Keloğlan elindeki kağıdın içinde sakladığı çiçekleri prensese uzatmış. Prenses çiçekleri eline alır almaz kıkır kıkır gülmeye başlamış, öyle çok gülüyormuş ki, kral ,kraliçe ve beraberindeki herkes prensesle gülmeye başlamış.
Prenses mutluluktan uçuyor gibiymiş. Keloğlan o gün kurulan düğünle prensesle evlenmiş, anasını hasta yatağından aldırmış ve saraya getirmiş. Anası da kel oğlunun kel kafasına kocaman bir öpücük kondurmuş.
Gökten üç elma düşmüş biri masalı yazanın başına biri okuyanın başına biride bu masalı dinleyenin başına..
|
https://www.masaloku.net/zurafa-ile-tirtil/
|
Zürafa ile Tırtıl Masalı
| null | null | null |
Zürafa İle Tırtıl Masalı
Günlerden bir gün, uzun bir çına ağacın altında, uzun boynunu uzatarak dallardaki yaprakları yiyen zürafanın gözüne bir tırtıl ilişmişti ki, ağacın koca gövdesinde ağır ağır ilerliyordu.
Zürafa dayanamayıp seslendi:
– Üzüldüm halinize bay tırtıl, bunca zahmetle sürünerek bir yaprak yiyebilmek niyetiyle geçeceksin koca ağacın gövdesini.. Doğrusu acıdım size. İyi ki benim uzun boynum var; İstediğim yapraksa, anında uzanıyorum.
Bay tırtıl cevap verdi:
– Benim için üzülmeyiniz efendim, başımın çaresine bakabilirim. Az bir zaman sonra zürafa başını kaldırdığında, ağacın en tepesindeki tırtılı gördü. Kendisinin dahi ulaşamayacağı dallardaki taze yaprakları afiyetçe yiyordu. Tırtıl günlerce de oradan ayrılmayacaktı.
Zürafa anlamıştı hatasını. Vardır her canlının kendine göre yeteneği;
O yüzden kimseyi küçümsememeli.
|
https://www.masaloku.net/aslanla-cakal/
|
Aslanla Çakal Masalı
| null | null | null |
Aslanla Çakal Masalı
Günlerden bir gün, bir aslan ile çakal arkadaş olmuşlar. Dağlarda bayırlarda geze geze yorulmuşlar, acıkmışlar.
Aslan demiş ki:
— “Çakal kardeş, dağ bayır geze geze yorulduk. Gel bir av bulalım da aç karnımızı doyuralım.” demiş.
Çakal, aslanın bu teklifini kabul etmiş, beraber av bulmak için yola düşmüşler. Çok geçmeden yılkı atlarının otlandığı bir çayıra varmışlar.
Aslan:
Tam ağzımıza layık görünüyorlar. Şu genç yılkı atlarından birini avlayalım da karnımızı bir güzel doyuralım demiş. Fakat bir sorunumuz var çakal kardeş demiş. Benim ava çıkmadan önce kızışmam gerekiyor.
— Çakal sormuş; tamam da aslan kardeş sen nasıl kızışırsın? Aslan olduğu yerde gerinmeye, titremeye başlamış ve çakala dönerek:
— Çakal kardeş gözlerime bak bakalım, gözlerim kanlandı mı? demiş.
Çakal aslanın gözlerine bakmış:
— Evet aslan kardeş, gözlerin kanlanmış demiş.
Aslan:
— O zaman av için hazırım demektir. Bak da gör, o yılkı atını tek hamlede nasıl avlayacağım.
Aslan kükreye kükreye yılkı atlarının yanına varıp, gözüne kestirdiği genç bir ata pençe atmış. Zavallı at pençeyi yer yemez, yere yığılıp kalmış. Aslanla çakal kendilerine güzel bir ziyafet çekerek, karınlarını doyurmuşlar.
Aradan günler geçmiş, haftalar geçmiş; aslanla çakal yine acıkmışlar. Yine yılkı atlarının otladığı çayıra doğru gitmişler. Bu defa çakal konuşmuş:
— Aslan kardeş, geçen defa karnımızı senin avınla doyurduk. Bu sefer avlanmak sırası bende. Hem senin nasıl avlandığını da gördüm. Ben de senin yaptığın gibi yapacağım, önce kızışıp sonra avımı avlayacağım.
Aslan hiç bozuntuya vermemiş..
Çakal aslanın yaptığı gibi gerinmiş, titremiş, kendini silkelemiş.
— Aslan kardeş bak bakalım, gözlerim kanlandı mı? demiş.
Aslan bakmış:
— Çakal kardeş, gözlerin kanlanmamış demiş.
— Yahu boş ver sen onu; kanlanmış de.
— Eh, madem öyle dememi istiyorsun; peki öyleyse: Tamam kanlanmış.
— Tamam öyleyse. Seyret bak, atı tek hamlede nasıl avlayacağım.
Çakal o hışımla, uluyarak atın yanına bir varış varmış ama at buna arka ayaklarıyla bir çifte atmış. Zavallı çakalın gözleri mosmor olmuş, adeta kan çanağına dönmüş. Çakalın başına gelenleri uzaktan seyreden aslan, çakalın yanına yaklaşmış ve:
— Şimdi gölerin kanlanmış işte çakal kardeş demiş.
Çakala, geçenlerde ormanda rastladım. Baktım gözleri hala mosmor zavallının. Bu masalımız da burada bitti.
|
https://www.masaloku.net/alin-teri/
|
Alın Teri Masalı
| null | null | null |
Alın Teri Hikayesi
Çocuklar için ders alınacak harika bir hikaye daha.. Evvel zamanların birinde, evlilik çağına gelen bir delikanlı herkes gibi evlenmek istiyordu. Bu niyetini ailesine açtığında, babası ona şöyle dedi:
“Elbette oğlum, elbette evlenebilirsin. Bana kendi alın terinle kazandığın bir altın getirdiğinde, seni hemen evlendireceğim.”
Delikanlı babasının bu sözlerine gülümsedi. Ne kadar da kolay bir sınavdı bu böyle! Ertesi gün, istenilen altın lirayı götürüp gururla babasının avucuna koydu. Babası hiçbir şey söylemeden, altını evlerinin yanından akan nehre fırlattı.
Çocuk, altının düştüğü nehre şaşkınlıkla bir-iki saniye baktıktan sonra, babasına döndü ve sordu:
“Şimdi evlenebilirim, değil mi babacığım?”
Babası başını iki yana salladı:
“Hayır oğlum. Sana kendi alın terinle ve emeğinle kazandığın bir altın getirmeni söylemiştim. Bu altını sen kazanmamışsın ki.”
Genç delikanlı babasının gerçeği nasıl keşfettiğini anlayamamıştı. Ertesi gün bu defa annesinden bir altın borç aldı ve parayı babasına götürdü.
Babası altını aldı ve yine nehre fırlattı. Çocuk bir kez daha şaşırmıştı:
“Bunu niye yapıyorsun baba, anlamadım. Ama işte sana bir altın getirdim, artık evlenebilir miyim?”
Babası bu defa da izin vermedi oğluna:
“Bu altını da sen kazanmamışsın!”
Delikanlı babasının yanından ayrıldıktan sonra, uzun uzun düşündü. Başkasından borç alıp getirdiğinde babası parayı yine nehre atacaktı ve bu gidişle de evlenemeyecekti. O yüzden, genç adam bir iş bulup çalışmaya ve altını kendi emeğiyle kazanmaya karar verdi.
Günler geçti ve kazandığı bir altını babasına götürdü. Babası her zamanki gibi parayı nehre atmaya hazırlanıyordu ki, oğlu can havliyle babasının kolunu tuttu ve bağırmaya başladı! :
“Hayır baba! O altını nehre atamazsın! Onu kazanmak için günlerce çalıştım ve sırtım ağrılar içinde kaldı!”
Babası, yüzünde ışıltılı bir gülümseme ile elini oğlunun omzuna koydu ve:
“Oğlum işte şimdi evlenebilirsin” dedi. “Çünkü emeğinin karşılığı olan bu paranın değerini artık biliyorsun ve eminim ki onu akıllıca harcayacaksın.”
Gökten üç elma düşmüş; biri okuyanın başına, biri dinleyenin başına, biri de alın terinin ne demek olduğunu öğrenenlerin başına olsun..
|
https://www.masaloku.net/salyangoz-ve-evi/
|
Salyangoz ve Evi Masalı
| null | null | null |
Salyangoz ve Evi Masalı
Sevgili çocuklar, sizlere minik salyangozun masalını anlatacağım. Salyangozları bilir misiniz? Onlar da tıpkı kaplumbağalar gibi evlerini sırtlarında taşır. Bir zamanlar evini sırtında taşımaktan hoşlanmayan sevimli bir salyangoz yaşarmış. Üstelik evinin rengini de hiç beğenmezmiş. Bizim sümüklü böcek kelebek ve uğur böceğini çok severmiş. Arada bir onlarla dertleşir evini şikayet edermiş. “Ah keşke evimi sırtımda taşımak zorunda olmasaydım. Hadi taşıyorum bari sizin elbiseleriniz gibi bol desenli ve renkli olsaydı.”
Kelebek ve uğur böceği bir gün sümüklü böceğe “Sevimli arkadaşımız hani evim renkli olsun diyorsun ya biz onun bir çaresini bulduk. Ressam olan bir tırtıl var. Seni ona götürürsek evini rengarenk boyar.”
Sümüklü böcek buna çok sevinmiş. “Ne duruyoruz. Hemen gidelim.” Demiş. Böylece düşmüşler yola. Tırtılın kapısını çalmışlar. Gelen misafirleri dinleyen tırtıl boyalarını ve fırçasını alıp çalışmaya başlamış. Sonunda tırtıl sümüklünün evini çok güzel desenlerle bezemiş. Sümüklü böcek yeni görüntüsünü beğenmiş beğenmesine ama yine de evinin sırtında olmasına çok üzülüyormuş.
Dönüş yolunda üç arkadaş şiddetli bir yağmura yakalanmış. Kelebek ve uğur böceği öyle ıslanmışlar ki sele kapılmaktan son anda kurtulmuşlar. Oysa sümüklü böcek hemencecik evine girmiş. Yağmur dinip de evinden dışarı çıkınca arkadaşlarının perişan halini görüp üzülmüş. Sonra da kendi kendine şöyle düşünmüş.
“İyi ki saklanabileceğim bir evim var. Rengi olmasa da beni yağmurdan koruyor ya.” Sevimli sümüklü böcek bu olaydan sonra bir daha evini sırtında taşımaktan şikayetçi olmamış.
|
https://www.masaloku.net/keloglanin-sazi/
|
Keloğlan'ın Sazı Masalı
| null | null | null |
Keloğlan’ın Sazı Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Bizim bilmediğimiz ama çok da eski olmayan zamanların birinde, köylerden şirin mi şirin bir köyde, yaşamakta olan ailelerden biri de Keloğlan ile anasıymış. Fakirlik adeta yazgılarıymış. Onca yıl, anası bu fakirlikten kurtulmak için çok uğraşmış, ama, bir türlü kurtulamamış.
Keloğlan ne mi yaparmış? Birkaç keçi ile bir de eşeği varmış. işte her gün, gün doğarken eski püskü evinden çıkar, meralara, çayırlara uzanır, eşeği ve keçilerini bir güzel doyurduktan sonra, türkülerle, şarkılarla evine dönermiş.
Keloğlan’ın arkadaşları, kendisini her gördüklerinde:
– Yaşlı kadının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı, diyerek dalga geçerler, bir de kahkahalarla kendilerinden geçerlermiş. Her keresinde, şikayet dilli olarak, bütün bunları anasına aktarınca, işittiği sözler ekseriya şöyle olurmuş:
– A benim biricik kel oğlum, ne yapalım? Bizim de kaderimiz böyleymiş. Gelen giden ne olsa söyler. İnsanların ağzı torba değil ki büzeyim. Üzme tatlı canını, hem de bu ihtiyar ananı.
Keloğlan, bu sözlere itiraz etmiş:
– Hayır ana, arkadaşlarımın lafları çok dokunuyor bana. Yarından tezi yok ineceğim kasabaya. iş bulacağım kendime, çok para kazanıp döneceğim evime. Görsünler neymiş Keloğlan…
Ne yapsın, ne desin anası:
– Peki oğlum, madem öyle düşündün. Bildiğin gibi yap, ama, beni de unutma. Yolun açık olsun. Varmış kasabaya Keloğlan. Tuvalete gitmiş, bekçinin yerinde olmadığını görmüş. Fırsatı değerlendirmiş. Gelenlerden aldığı parayı cebine atmış. On beş kuruş, para kazanmış. Bir miktar yiyecek ve yün almış. Evine gelmiş.
– Ana, demiş, işte yiyecekler. Şu da yün. Eğir, çorap yap, satayım.
Şikayetlenmiş anası:
– Gözlerim görmez oldu Keloğlanım. Yapamam, anla beni. Tabii, nihayet anası. Susmuş. Hâlâ arkadaşları takılırlarmış.
– Yaşlı kadının Keloğlan’ı, eşeğinin bile yoktur palanı. Bu gibi laflara, artık daha fazla dayanamayan Keloğlan, ne yapıp edip, şu fakirlik belasından kurtulmaya yemin etmiş. Birçok plan, program yapmış, amma bunların hemen hepsi kocaman birer hayalmiş. Bir akşam köyde bir düğün varmış. Keloğlan anasından izin alıp düğüne gitmiş.
Bir delikanlı, elinde sazı çok güzel türküler söylermiş. Halk adeta keyfinden yerlere yatarmış. Türküler bitmiş, herkes delikanlıya bahşiş vermiş. Bir bohçayı dolduran delikanlı, bu türkülerin üstüne bir türkü da ha söylemiş.
Keloğlan, bayılmış bu işe. Bu sazcı gibi saz çalıp türkü söylemeye heveslenmiş.
Böylece çok bahşiş atıp anası ile birlikte fukaralığa son vermek istermiş. Önce, bir saz gerekiyor tabii. Parası yokmuş ki, gidip bir saz alsın. Arkadaşı yokmuş ki ödünç istesin. Dedesinden kalma bir dut ağacı varmış. En kalın dalını kesmiş, götürmüş bir saz ustasına.
– Ustam, demiş, büyük hayır alırsın, bana bir saz yap, işte dut dalı.
– Önce para, önce para Keloğlan, diye söylenmiş adam.
– Yok, karşılığını vermiş bizimki.
– Öyleyse, benden de saz yok, hadi yaylan bakalım, diyerek, sözünü bağlamış adam. Lakin, kafayı bir kere takmış ya Keloğlan, üstelemiş.
– Bir sazlık dal getireyim sana, olur mu?
– Hah demiş, kelini şimdi çalıştırdın, beni de razı ettin. Sazını üç gün sonra gel ol. Ama gelirken de bir sazlık dut dalı getirmeyi unutma, yoksa avucunu yalarsın. Hoplaya zıplaya çıkıp gitmiş Keloğlan, şimdiden eline aldığı değneklerle saz çalma provaları yaparmış. Üç gün sonra, dut dalını da alıp saz ustasının dükkanına varmış. Ama saz çalmayı bilmediği için, yalvarmış.
– Ey ünlü sazcı, gel de bana acı. Budur derdimin ilacı, hem de başımın tacı. Kurbanın olam senin, şu sazı öğret…
Usta:
– Ulan Keloğlan, iyi günüme denk geldin, illaki beni mecbur ettin… Otur bakayım şuraya, demiş ve tarif etmiş.
Saz çalmayı kısa sürede öğrenen Keloğlan, her sabah önüne kattığı keçileri ve eşeğiyle akşamlara kadar saz çalıp, türkü söylermiş. Tın tın tellere vurur, hop oturur hop zıplarmış. Fakat henüz köylüleri, onun ne güzel saz çalıp, türkü söylediğini bilmezlermiş. Bu nedenle hep alay ederlermiş.
Keloğlan, böyle söyleyenlere şöyle dermiş:
Gülün ey insanlar siz gülün Ne getireceği belli olmaz yarınki günün Gülün ey insanlar siz gülün İyi bir saz ustası olayım da görün. Sabrın elinden ne kaçabilir!.
Keloğlan, artık yavaş yavaş düğünlere gitmeye, saz çalıp türkü söylemeye başlamış. Hâlâ ciddiye almayanlar varmış. Onlara da şöyle demiş:
Alay etmeyin öyle benimle İşim olmaz artık sizinle Sazımı alacağım bakın elime Paraları atacaksınız cebime.
Yine kahkahalar, köyün semalarında dalgalanmış. Buna sinirlenen keloğlan, almış sazı eline, vurmuş yanık teline.
Ben bir garip Keloğlanım Eşeğimin yok palanı Varım yoğum doğruluktur Hiç de sevmem ben yalanı.
Tabii, bir süre sonra bahşişler gelmeye başlamış. Cepleri almaz olmuş. Doğru anasına koşmuş. Anası nasıl sevinmesin ki…
Böyle düğünlere gide gide, artık ünlü bir türkücü ve sazcı olmuş Keloğlan.
Anası bir gün,
– Ah Keloğlanım, görüyorsun artık perişanım, demiş. Gözlerim görmez, ellerim tutmaz oldu. Ocağımızda bir gelin olsa da, ben bir kenara çekilsem. Ha! Ne dersin dazlak kafalı oğlum?
Keloğlan acımış anasına.
– Benim öyle biri aklımda yok ana, senin varsa söyle, demiş.
Anası bir kızı önermiş:
– Küpçü Ali’nin kızı tam bize göre…
– Olmaz ana, diye karşı çıkmış oğlu, olmaz. Küpçü Ali çulsuzun biri. O dediğin kızı kendime karı, sana gelin yapmayacağım.
Anası, boynunu bükmüş:
– Ah saf oğlanım, vah Keloğlanım! Zengin kapısı bize açılmaz. Bırak bu ham hayali, görüyorsun işte bu halimi. Ne yapsın Keloğlan, anasından geçememiş.
– Peki, sırf seni kırmamak için, ses çıkarmıyorum. Nasıl biliyorsan öyle olsun. Kadıncağız belini tuta tuta gitmiş, Küpçü Ali’nin kapısını tıklatmış.
– Allah’ın emri, peygamberin kavli ile kızını oğluma eş, kendime gelin yapmaya geldim, demiş.
Küpçü Ali, kötü kötü sırıtmış.
– Bak sen bizim Keloğlan’ın anasına. Var git işine be kadın. Yemeye ekmeğiniz yok, bir de gelmişsin kapıma kız istiyorsun. Bu sözleri kapı aralığından dinleyen kız, çok üzülmüş. Çünkü bir düğünde saz çalıp türkü söylerken gördüğü Keloğlan’a aşıkmış. Ama, hiçbir şey diyememiş, çünkü babasından çok korkarmış.
Kadın, evine dönünce halinden anlamış oğlu ve konuşmuş.
– Ana ne bu halin, vermedi mi yoksa kızını Küpçü Ali?
Ağlamış ihtiyar kadın:
– Kovdu beni, sen önce yemeye ekmek bul, dedi.
Keloğlan, bu olaya üzülmemiş doğal olarak. Fakat, zenginlik neymiş, nasıl olurmuş, gösterecekmiş Küpçü Ali’ye. Eşeğini çıkarmış ahırdan, sazını vurmuş omzuna, öpüp anasının ellerinden, duasını almış. Eşeğine binip yollara düşmüş…
Masalın devamını burada okuyabilirsiniz; Keloğlan’ın Sazı Masalı Oku
|
https://www.masaloku.net/keloglanin-sazi-masali/
|
Keloğlan'ın Sazı Masalı 2 Masalı
| null | null | null |
Keloğlan’ın Sazı Masalının devamı..
Keloğlan’ın Sazı Masalı 2
Tam Küpçü Ali’nin evinin önünden geçerken, bir türkü tutturmuş:
İyi dinle Küpçü Ali Bugün günlerden salı Hor gördün beni ve anamı Anlayacaksın biraz bekle zamanı
Fakir deyip kızını vermedin Güya kendince kibirlendin Küçük gördün beni ve anamı Anlayacaksın biraz bekle zamanı
Küpçü Ali, peşi sıra bakınıp homurdanırken, kızı, bostandan kederli kederli seyretmiş Keloğlan’ı. Bakakalmış öylece…
Köyünden çıkan Keloğlan, gitmiş gitmiş, eşeği yorulunca inmiş, yularından tutmuş, yolu çok uzakmış. Kimsenin bilemeyeceği kadar çok bir zaman yol almış. Yollarda görenler, “bir garip oğlan, kim bilir hali ne yaman, elinde var bir sazı, yüzünde görünüyor bir sızı derlermiş. Haftalar mı desem, aylar mı, belki de yıllar mı; vara vara kocaman bir şehre ulaşmış Keloğlan.
Şehir mehir dememiş, zaten bağrı hasretten yanarmış, almış sazı eline, vurmuş garip garip teline, asılmış en güzel türküsüne. Bir sarayın önünden geçermiş ama, nereden geçtiğini bile bilmezmiş. Giderek sesi açılmış ve herkesi meraklandırmış. Padişahın kızı, pencereye yanaşıp sesli sesli türkü söyleyen yabancıya dikkatle bakmış.
Şöyle bir türkü söylermiş o anda Keloğlan:
Kocakarı bir anam var, Birkaç tavuk bir de inek, Her gün konar kel kafama, Evsiz kalmış birkaç sinek.
Keloğlanım budur özüm, Haram malda yoktur gözüm, Garip hakkı yiyenlere, Elbet vardır birkaç sözüm.
İnce gönüllü, dünyalar güzeli prenses bayılmış, sanki kendinden geçmiş…
Hem de güneşin vurup ayna gibi parlattığı kel kafası, öyle hoşuna gitmiş ki, sorulmasın. Bir demet kırmızı gül atmış, o da Keloğlan’ın kel kafasına düşmüş. Keloğlan, yukarı kaldırıp başını, bir de ne görsün? Periler kadar güzel bir kız kendisine bakmıyor mu?
Üstelik, bir de el sallarmış. Utana sıkıla karşılık vermiş Keloğlan. Prenses, pencereden çekilmiş.
– Galiba gündüz düşü gördüm, diye diye yürümüş de gitmiş Keloğlan. Bir zaman sokak aralarında dolaşmış, olmuş akşam. Nerede kalsın Keloğlan. Bulmuş bir han. Üç beş kuruşu varmış. Çorba içmiş, kendine gelmiş. Hep aklında prenses varmış, inadına çıkmazmış. “Ham hayal benimkisi”, diyerek, almış sazını eline, vurmuş garip garip teline.
Hancı çıkagelmiş:
– Ey yabancı oğlan, eli sazlı, gönlü yanık oğlan!..
Nedir bunca yolu tepmenin sebebi?
Aşık mısın? Kaçak mısın? Gezgin misin? Nesin? Diye sormuş.
Memnun olmuş bizimki:
– Sağolasın Hancı baba, ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Derdim çoktur, hangisini anlatayım? Gelir gelmez bir kor düştü içime, bir dert daha yüklendi garip gönlüme…”
Hancı bu çocuğu çok sevmiş, üstelik nedense acımış da. İyice deşmek istemiş derdini.
– Bir kıza mı aşık oldun ay Keloğlan? Halin pek yaman!
– He ya, Hancı baba, diye içlenmiş, fakat, boşuna bir aşk benimkisi.
Nedenini sormuş Hancı:
– Niye bu kadar ümitsizsin a be Keloğlan? Ümit olmadan yaşanmaz bilmez misin bunu?
Ne varsa aklında dökmüş ortaya Keloğlan:
– Saray penceresinden bana bakan kim olabilir Hancı baba? Olsa olsa bir prenses olur değil mi ya? Gül attı, düştü kel kafama, sandım ki bir peri kızı girdi rüyama…
Hancı hayretlere düşmüş:
– Vay be, olacak iş mi be yahu? Keloğlan, amma da şanslıymışsın ha, desene ki, prenses sana aşık oldu. Yoksa, o kimseye gül atmaz, ben çok iyi bilirim.
Yine ümitsiz konuşmuş Keloğlan:
– Kel kafam tuhafına gitmiştir be Hancı baba, ne aşık olması. Hem de bilemeden düşürmüştür gülü…
Hancı, merhametli biriymiş, şöyle demiş:
– Bu handa istediğin kadar kalabilirsin Keloğlan. Yemek de yiyebilirsin, yatabilirsin de. Bunları dert edinme, yüzü pak, gönlü ak oğlan…
Böyle birkaç zaman geçmiş.
Sarayın etrafında dönermiş Keloğlan, hemen her gün.
Prenses de, her keresinde onu izlermiş, pencere arkalarından, tabii ki kimselere sezdirmeden. Her izleyişinde biraz daha yanar kavrulurmuş. Fakat, tabii, koskoca bir padişah olan babası, şu yabancı, şu kel kafalı oğlana kız mı verirmiş? 0 yüzden prenses, pek umutsuzmuş… Bir Allah’ın kuluna hiçbir şey dememiş.
Bir keresinde Keloğlanla göz göze gelmiş. Sanki birbirlerine “seviyoruz”, demişler ikisi de. Geceleri uyuyamıyormuş artık prenses. Keloğlan, arada bir sazı alıp, hanın penceresini açar, prensese türküler yakarmış. Sabahlara kadar, pencerelerde kalan Padişah kızı, neredeyse verem olacakmış. Hâlâ hiç kimseye bir şey diyememiş prenses.
Şu dünyada ne olmadık işler olur, ne beklenmedik olaylar gelişir… Sapasağlam padişah, bir gün aniden ölüp gitmiş. Prenses hem üzülmüş, hem sevinmiş. Sarayda ve şehirde tam kırk gün yas tutulmuş.
Keloğlan artık iyiden iyiye ümitlenmeye başlamış, kızın gözlerinden de bunu anlamış. Eşeğinin sırtına binip, sazını eline almış, sarayı dört tarafından dolaşmış. Türküleri ile prensesi yine dertlendirmiş. Ama, saray görevlileri, Keloğlan’ı yaka paça tutup getirmişler saraya. Fakat yeni padişah henüz gelmemiş. Çünkü, şehzade, uzak bir seferdeymiş. Bu yüzden, mecburen Vezir’in huzuruna çıkarmışlar.
Vezir pek merhametli bir adammış.
– Nerelisin Keloğlan? Ne gezinip durursun sarayın çevresinde? Deli misin? Divane misin? Yoksa, bir bilinmez casus musun, diye sormuş.
Kel başını bir kaşımış, iki kaşımış, ağzını burnunu eğip bükmüş, nihayet cesarete gelmiş ve şöyle konuşmuş.
-İşte gördüğün gibiyim Vezir hazretleri. Uzaklardan, çok uzaklardan gelmiş bir garibim. Gördüğünüz gibi bir eşeğim, bir de sazımlayım. İş arıyorum, ne ki akla karayı seçtim, ama hala bulamıyorum.
Vezir
– Sen hangi işten anlarsın be çocuk?
Keloğlan:
– Çok güzel saz çalarım, çok güzel de türkü söylerim. Yetmez mi?
Vezir memnun olmuş:
– Öyleyse sana güzel bir iş çıktı Keloğlan.
Sultan Hanım, Padişah Efendimiz öleli beri ne gülüyor, ne konuşuyor. Seni, O’nu neşelendirmek için görevlendiriyorum. Becerirsen, çok büyük ödül alacaksın. Beceremezsen Cehennem Vadisi’ne atılırsın.
Keloğlan, hemen bir türkü söylemiş, Sultan Hanım’ı bir güzel neşelendirmiş. Bütün bu konuşmaları ve türküyü dinleyen Prenses, sevinçten uçmuş. “Kısmet ayağıma geldi” demiş. Bir akşam üstü, saray bahçesinde gezinen Prensesi gören Keloğlan, omzunda tuttuğu sazını almış eline, oturmuş bir ağacın dibine, bir türkü dillendirmiş;
Bir eşeğim var, bir de sazım Kendimden başkasına geçmez nazım Çoktan beri açlıktan kokar ağzım Bana bir saray kızı lazım.
Keloğlan’ın kendisine naz yaptığını anlayan Prenses, beklemiş ki yanına gelsin, aşkını söylesin, evlenme teklif etsin. Nerede? Çünkü bizim garip oğlan, çok utangaçmış. Yanına bile yaklaşamamış. Hizmetçi kızlardan birini el işaretiyle yanına çağıran Prenses:
– Git, şu Keloğlan’ı tut kolundan, al getir bana. diye emir vermiş.
Keloğlan, utana sıkıla gelmiş:
– Buyursunlar Prensesim beni emretmişsiniz. İşte geldim. Hizmetçi kıza git işareti yapmış Prenses, Keloğlanla biraz konuşmuş. Sonra esas istemini söylemiş. Düşündüm taşındım seninle evlenmeye karar verdim. Kel kafan öyle güzel parlıyor ki. İçim açılıyor seyrettikçe. “Vezir, sana ne istediğini soracak. Prensesi istiyorum de…
Rüyalarda olduğunu sanmış Keloğlan. Bir ara şüphelenmiş kafasını bir ağaca vurmuş, rüyada olmadığını anlamış. Koşa koşa yürümüş, sarayın bir kapısından girip kaybolmuş.
Veziri çağırmış huzuruna:
– Söyle bakalım muradını Keloğlan, demiş, Sultan Hanım, artık iyi oldu. Bundan sonra sarayda kalmana gerek yok.
Dobra dobra mırıldanmış Keloğlan:
– Prensesle evlenmek istiyorum… Sultan Hanım hiç itiraz etmemiş. Hemen düğün hazırlıklarına başlanmış.
Keloğlan, prensesi tek başına bir kenara çekmiş ve diyeceğini demiş.
– Ben seni köyüme götürürüm. işte, bunu kabullenmemiş prenses. Hemen ret cevabı vermemiş, verememiş açıkçası:
– Güneş doğarken kararımı sana söylerim, demiş. Sabaha kadar, ne cevap vereceğini düşünen prenses, inmiş havuz başına gün doğarken, kuşların sesine bayılmış, saçlarını da suya bakarak bir güzel taramış. Bu arada, Keloğlan, karşısına çıkmış. Kel kafası sabah güneşiyle ayna gibi parlarmış.
– De bana, demiş dobra dobra, benimle köyüme gelecek misin, gelmeyecek misin?”
– Ne manasız bir teklifin var senin Keloğlan, diye çıkışmış prenses. Hiç akıl yokmuş sende. Şu görkemli saray hayatı bırakılır da köye gidilir mi? El alem türkü yakar bana. Hem Sultan anam izin de vermez. Boynunu büküp inlemiş Keloğlan:
– Bir garip anacığım var. Aklım hep O’ndadır. Ne yer, ne içer kaç senelerdir. Belki de ölmüştür.
Prenses, bu sözlerden sonra sarsılmış, bir acayip olmuş. Çoktan vazgeçecekmiş ama, Kel kafasının ışıltısını nasıl unuturmuş?. Hele o güzel türkülerini…
Yine kararsız kalmış prenses. Yarın sabah gün doğarken yine aynı yerde son kararını söyleyeceğini bildirip bir gölge gibi sessizce süzülüp gitmiş. Keloğlan iki arada bir derede kalmış. Kafası atmış, o gece gizlice saraydan kaçacakmış. Fakat tam o esnada, bir ihtiyar belirmiş birden bire karşısında. Şöyle demiş:
– Hata yapma Keloğlan, sağdır anan acele etme, prensesin, bekle kararını. Hayırlı ise olsun değilse bitsin, de…
Gece yarılarına kadar uyuyamayan prenses, vazgeçmemiş Keloğlan’dan. Gizlice kaçarsa, şehzade ağabeysinin peşinden geleceğinden korkmuş. Varıp Sultan annesini uyandırmış:
– Keloğlan, pek yaman, Sultan anne. Bir köye gidelim lafı tutturmuş, akşam sabah karga gibi ötüp duruyor. Ne ettim, ne dedimse de, burada kalmaya razı edemedim. Gönlüm gitmek ister, izin ver bana. Gün olur dönerim saraya…
Anası öyle ağlamış ki, gözyaşları sel olmuş:
– Sana mutluluklar dilerim sevgili kızım. Yeter ki sen saadetli bir ömür sür. Çok sıkılırsan, bırakır gelirsin, demiş. Çok neşeli, çalgılı sazlı, bir düğün yapılmış, en çok sazı çalan, en güzel türküleri söyleyen de Keloğlan olmuş. Almış prensesi yanına, düşmüş köyünün yollarına. Eşeği ikisini birden götüremediği için yaya yürümüş. Keloğlan.
Yolda Prensesi görenler:
– Dünyanın sonu geldi galiba, hiç böylesini de görmemiştik, derlermiş. Nice dağları, sayısız köyleri, birçok kasabaları ine çıka geçip köye gelmişler. Keloğlan’ı bir prensesle birlikte karşılayan anası, o kadar sevinmiş ki, ne yapacağını şaşırmış. Bir zaman sonra anası ölmüş Keloğlan’ın. Dünya bu. Neyin ne olacağı belli mi olur? Dönmüşler tekrar saraya… Darısı, muratsızların başına…
(En Güzel Keloğlan Masalları, Emel İpek, Papatya Yayınları)
|
https://www.masaloku.net/kucuk-coban/
|
Küçük Çoban Masalı
| null | null | null |
Küçük Çoban Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak ülkelerin birinde, yemyeşil ağaçların arasında yaşayan, doğa sever ve hayvanlarıyla oldukça ilgili olan küçük bir çoban yaşarmış. Bu çoban oldukça da zekiymiş. Kendisine yöneltilen her soruya anında doğru cevap vererek herkesi kendine hayran bırakırmış. Günlerden bir gün bu küçük çobanın ünü kralın kulağına gitmiş. Kral derhal küçük çobanın huzuruna getirilmesini emretmiş.
Küçük çoban,kralın kendisini çağırdığını duyunca çok heyecanlanmış. Hemen telaşla hazırlanarak kralın huzuruna çıkartılmış.
Kral, küçük çobana karşısına alarak; “Heyy zeki çocuk! Sana üç tane soru soracağım eğer bunları doğru cevaplarsan seni saraya yanıma alacağım, divan üyesi yapacağım, ülke hakkındaki önemli meselelerde görevli olan istişare kuruluna dahil edeceğim. Sarayda yatıp kalkacaksın, her türlü hizmetin burada hizmetçiler tarafından karşılanacak. Lakin bu üç sualde birini dahi bilemezsen hakkını kaybedeceksin. Kabul mü? diye sormuş.
Küçük çoban hemen cevap vermiş:
“Sevgili kralım, nasıl arzu edersiniz. Sorularınızı bekliyorum.” demiş.
Kral sormuş; “Yer yüzündeki hangi denizde kaç damla su vardır, onu nasıl öğrenebiliriz?” diye sormuş.
Küçük çoban: “Sevgili kralım bunu hesaplayabilmek için denizleri besleyen kaynakları ve bulutları kontrol altına almak lazım. Bulutlardan sürekli yağmur damlaları denizlere dökülür, derelerden de oluk oluk sular her gün denizlere akar. Bu kaynakları kontrol altına almadan denizlerdeki damlacıkları sayamayız.” demiş.
Peki demiş kral. İkinci sorum da şu demiş;
“Evrendeki sonsuzluğun süresi ne kadardır?” diye sormuş.
Küçük çoban yine çok kısa bir süre içerisinde:
“Kafdağı’nın yükseklik mesafesi 1 saat, derinliği 1 saat, genişliği de 1 saattir. İşte bu da demek oluyor ki Anka Kuşu her yüz yılda bir Kafdağı’na ulaşır ve dağı gagalamaya başlar. Kafdağı’nı gagalayıp bitirdiği zaman tam olarak 1 saniye geçmiş demektir. Böylece sonsuzluğun 1 saniyesi geride kalmış olur.” diye cevap vermiş.
Küçük çobanın bu cevabından sonra kral üçüncü soruya geçmiş.
“Zeki çoban! Söyle bakalım; Gökyüzünde kaç yıldız var?” diye sormuş.
“Sevgili kralım, bana boş bir beyaz kağıt parçası verin, yalnız çok büyük olsun. Bir de bir kalem rica edeceğim.” demiş. Kalem ve kağıdı temin ettikten sonra başlamış beyaz kağıdın üzerine noktalar koymaya.. O kadar çok nokta çizmiş ki bunları saymak mümkün değilmiş. Kim saymaya başlamışsa bir süre sonra birbirine karıştırarak pes etmiş.
Çocuk krala dönerek, “Burada ne kadar çok nokta varsa işte gökyüzünde de o kadar yıldız var, saymak size kalmış.” demiş. Küçük çoban.
Kral bu cevaplardan sonra sonucu açıklamış.
“Aferin zeki çocuk! Üç soruyu doğru cevapladın. Seni divan üyesi yapacağım, ülke ile ilgili önemli kararların alındığı istişare kurulunda da görev alacaksın.” demiş. Kral ve küçük çoban ülkeyi beraber yönetmeye başlayıp, yaşayıp gitmişler..
|
https://www.masaloku.net/sevgi-agaci/
|
Sevgi Ağacı Masalı
| null | null | null |
Sevgi Ağacı Hikayesi
Güneş ne kadar kızgın olursa olsun, ağaçların yaprakları hep yemyeşil ve parlakmış. Kızgın güneşin sıcağından bunalıp kaçan tüm hayvanlar, bu ağacın gölgesinde dinlenir, esen rüzgarın tüylerini okşayışına kendilerini kaptırıp, kaygısızca uyuklayıp rüya alemlerine dalarmışlar. Ağacın dalları arasına yuva yapmış olan kuşlar, yaprakların gölgesinde güneşten korunup, kanat çırparak daldan dala uçuşur, şarkılar söylermişler mutluluk içinde.
Çölün ortasında, kızgın kumlarla çevrili bu ağacın nasıl beslendiğini mi merak ediyorsunuz? Söyleyeyim: Sevgi ve mutlulukla beslenirmiş bu ağaç. Diğer ağaçlar gibi topraktaki suyu ve besinleri çölde bulamadığı için, sevgi ve mutluluktan sağlarmış gereksinimini. Bu ağacın sevgiden oluşan besini, diğer tüm ağaçlardan ayrı bir özellik katarmış ona. Yaprakları daha canlı, gölgesi daha serin, gövdesi daha güçlüymüş. Ona “Sevgi Ağacı” derlermiş.
Gölgesinde barınan hayvanların sevgisi, dallarında ötüşen kuşların neşesi, ağacı sevindirirmiş. Bu uçsuz bucaksız çölde işe yaradığını anlayıp, daha çok sevgi ve mutluluk yaymak için yaşarmış. Güneş bile, o kavurucu sıcağını tüm çöle yayan, suyu buharlaştıran, toprağı kurutan acımasız güneş bile, ona sevgiyle eğilir, ışınlarını ağacın üstüne yansıtmamaya çalışırmış. Ağaç, dibindeki hayvanların sevgisi çoğaldıkça büyür, büyüdükçe dallarını açar, yapraklarını kabartır, daha çok gölge yapmaya çalışırmış. Rüzgar da onu pek severmiş. Çölde köşe bucak dolaşıp, kumları öfkeyle bir yerden ötekine savurup duran rüzgar bile, ağacın çevresine gelince yumuşar, gölgesinde uyuklayan hayvanları serinletmeye çalışırmış. Hafif hafif estikçe, ağaç da yapraklarını sallar, çöl sıcağını uzaklaştırırlarmış el birliğiyle.
Çöl ortasındaki Sevgi Ağacı, gölgesinde yaşayan hayvanların sevgi ve mutluluğuyla beslenip büyürken, gölgesindeki hayvanları da mutlulukla doyururmuş. Ağacın gölgesinde kediyle fare kucak kucağa uyurken, köpekler kedilerin tüylerini yalarmış. Ağacın gölgesi büyüdükçe, altında daha çok hayvan barınır olmuş. Ağacın yaprakları büyüdükçe kalp biçimini alıyor, sevgiyle çarpıyormuş “pıt, pıt” diye.
Bir gün, tüm havyanlar Sevgi Ağacı’nın gölgesinde mutluluk içinde yaşayıp giderken, uzaktan bir tilkinin kumlar üzerinde sürünerek ağaca doğru geldiğini görmüşler. Hepsi birden el etmişler tilkiye, “Çabuk yürüsün, ağacın gölgesine sığınsın” diye. Tilki tam ağaca yaklaşacağı sırada, sıcak çöl güneşi onun tüm gücünü emivermiş. Zavallı tilki, bitkin bir durumda kumlar üzerinde serilip kalmış boylu boyunca. Hemen üç küçük çöl faresi, kumların arasında yuvarlana yuvarlana, ölmek üzere olan tilkiye koşmuşlar. Kuyruğundan ve ayaklarından çekiştire çekiştire, ağacın gölgesine taşımışlar onu bin bir güçlükle.
Tilki kendinden geçmiş bir durumda, ağacın gölgesinde hareketsiz yatarken, tüm hayvanlar sevinç çığlıkları atmışlar: “Yaşasın tilkicik kurtuldu” diye. Hepsi de Sevgi Ağacı’nın gölgesinin tilkiyi iyi edeceğini, bitkin ve baygın yatan tilkinin bir süre sonra kendine geleceğini biliyorlarmış. Sevgi Ağacı, çevresindeki hayvanların düşündüklerini doğrularcasına, kalp biçimindeki yapraklarını eğmiş tilkinin üzerine. Dallarını ve yapraklarını sallamış, serinletmiş sıcaktan bitkin düşen tilkiyi. Sonra rüzgar yardıma gelmiş. En yumuşak okşayışıyla serin serin üflemiş tüylerini. Diğer hayvanlar sevinç gösterisini sürdürmüşler, “Ağaç daha çok beslensin, tilkiyi kurtarsın” diye. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşmüşler, “Yapraklara renk gelsin, pıt pıt kalp gibi çarpsın” diye.
Sevgi ve mutluluk ilacını alan tilki, yavaş yavaş kendine gelmeye başlamış. Önce soluk almış derinden. Ciğerlerine sevgi ve mutluluğu çekmiş bir nefeste. Kanı ısınmış. Kuyruğunu sallamış mutlulukla. Ayaklarını oynatmış yavaşça. Kendine gelip gözlerini açınca, çevresinde oynaşan, mutluluk çığlıkları atan hayvanlara bakmış gülümseyerek. Sevgi Ağacı onu iyileştirip, eski gücüne yeniden kavuşunca, kendine gelmiş ve birden ayağa kalkmış. Şöyle bir gerindikten sonra silkinmiş. Tüylerine yapışmış çöl kumlarını temizlemiş daha güzel görünmek ve rahatlamak için. Kumlardan arındıktan, Sevgi Ağacı’nın gölgesinde mutluluğu kana kana içip, kendine geldikten sonra, tüm hayvanlara teşekkür etmiş, yardımlarını esirgemeyip, kendisini hayata döndürdükleri için.
Ama tilki bu rahat durur mu? Hayvanların arasında dolaştıkça sinsi sinsi, birinden aldığını diğerine, bire bin yalan katıp, aktarmaya başlamış. Hayvancıklar eskisi gibi birbirlerini sevgiyle okşayacaklarına, birbirlerine hırlamaya başlamışlar. Dişlerini gösterip, bir diğerini kovalamışlar düşmanca. Onların birbirlerine kızıp hırlamaları tilkiyi pek sevindirmiş. Sinsice gülmüş: “Yaşasın, aralarındaki dostluğu yıktım” diye. Dostluk ve sevgi yıkılıp, hayvanlar birbirlerine düşünce, birlikteliklerinden doğan güçleri kalmayacak, tilki de bir yolunu bulup, tek tek tuzağa düşürüp yiyecekmiş hayvanları. Kurgusunu sinsice uygularken düşünememiş Sevgi Ağacı’na zarar verdiğini. Hayvanların birbirlerine olan sevgisi ve güveni azalınca, ağaç beslenemez olmuş. Önce yaprakları küçülmüş, mutluluk suyunu içemediği için. Sonra güneşin yakıcı ışınlarına engel olamamış. Küçülen yaprakların arasından sızan ışınlar, gölgesini azaltmış. Barış yok olmuş. Barışın yerini korku ve kuşku almış. Kuşlar dallar arasında kaçışıp durmuşlar, tilkinin tuzağından kurtulmak için. İçlerine bir korkudur girmiş. Korkan kuş ötebilir mi? Susmuşlar hepsi de. Sevgi olmayınca güçsüz kalan ağacın dalları zayıflamış, yaprakları dökülmüş süzülerek. Rüzgar da yardım edemez olmuş ağaca. Sıcak kumlar üflemiş gölgesine. Tüm hayvanlar, kum fırtınalarından korunmak için kovuklara sinmişler, birbirlerinden uzak. Kaçışan, kovalanan hayvanlar varmış ağacın tükenmek üzere olan gölgesinde…
Bu duygusal yıkımı gören üç küçük fare bir kenara çekilip, aralarında bir plan yapmışlar; Diğer hayvanlar görmeden, kimse ne yapmak istediklerini bilmeden, tilki duymadan. Bir gün tilki sıcakta uyuklarken miskin miskin, yanına yaklaşmışlar sessizce. Zayıflamış gölgeden sürükleyerek, kızgın çöl kumunun üzerine taşımışlar tilkiyi uyandırmadan. Sıcak çöl güneşi durur mu? Hemen atılmış tilkinin üzerine. Daha önce yarım kalan işini bitirmiş. Almış tilkinin tüm gücünü. Sıcak çöl güneşi tilkinin gücüyle doyarken, üç küçük fare, zayıflamış gölgenin altında duran diğer hayvanlara seslenmişler. Aralarındaki kavgaya son vermelerini, yoksa sevgi ağacının tümüyle güçsüz kalacağını, kendi sonlarının da tilkininkinden pek farklı olmayacağını anlatmışlar dilleri döndüğünce. Önce hayvanlar homurdanmış ve farelerin sözlerine kulak asmak istememişler, ama her an gücü tükenen Sevgi Ağacı’nın acı dolu yakarışları ve ağlayarak dökülen yapraklarını görünce çaresiz boyun eğmişler söylenenlere. Birbirlerine sarılıp özür dilemişler. Eskisi gibi barış, sevgi ve mutluluk içinde yaşamak istediklerini dile getirmişler ağlayarak. Utanç gözyaşları oluk oluk aktıkça, birbirlerine duydukları kini temizlemiş kalplerinden. Sonra, kıpır kıpır çarpıntılarla sevgi yeniden filizlenmiş. Çiçekler açmaya başlamış kalplerde. Gülmüşler olanlara, kurnaz tilkinin yaptıklarını düşünüp. Kuşlar da ötmeye başlamışlar mutluluğu müjdeleyerek. Aralarındaki sevgi yeniden yeşerince, Sevgi Ağacı da susadığı mutluluktan içmiş kana kana. Böylece Sevgi Ağacı yeniden canlanıp büyümeye başlamış. Hem de eskisinden daha güçlü ve daha görkemli olmuş…
-Yaşamları eski günleri aratmayıp daha da iyi olunca, tüm hayvanlar bir araya gelmişler. Bir tanecik Sevgi Ağacı’nı korumak istemişler. Onu her yere yaymak için kuşlar görevlendirilmiş. Kuşlar sevgi ağacının tohumlarını uçurup, her gittikleri yere dikeceklermiş. Böylece, Sevgi Ağacı bir yerde solup, yok olmaya yüz tutsa da, bir başka yerde büyümeye devam edebilecekmiş. Sevgi Ağacı’nı olası tehlikelerden uzak tutmak ve onu daha güvenle büyütmek için, görünmez yapmaya karar vermişler. Kuşlar, görünmeyen Sevgi Ağacı tohumlarını, dünyanın her yerine yaymışlar.
Zamanla her yerde Sevgi ağaçları büyümüş, kocaman yaprakları, upuzun dallarıyla birbirlerini kucaklamışlar, “Tüm sevgiler ve mutluluklar birleşsin, birbirlerinin gücüne güç katsın” diye.
|
https://www.masaloku.net/hilebaz-tilki-ile-ahmak-esek/
|
Hilebaz Tilki ile Ahmak Eşek Masalı
| null | null | null |
Hilebaz Tilki ile Ahmak Eşek
Günlerden bir gün, yedikleri, içtikleri ayrı gitmeyen iki arkadaş bir yolculuğa çıkmışlar. İki arkadaş, aynı zamanda ortaklardır. Çok ilerlemeden yol üstünde bir küp altın bulurlar ve sevinç ve neşe içinde şehre dönerler. Eşek, buldukları altınları yarı yarıya bölüşmeyi tilkiye teklif eder. Ancak tilkinin adil bir paylaştırmaya hiç niyeti yokmuş. Aklına bir kurnazlık gelmiş ve eşeğe şöyle demiş: “Sevgili dostum, biz bunları şimdi hemen bölüşmeyelim, bize yetecek kadarını yanımıza alalım, geri kalanını da, derenin dibindeki şu ağacın altına gömelim. Böylesi daha güvenli, altınların yerini ikimizden başkası bilmez, ne zaman ihtiyacımız olsa gelir yine alırız. Diyerek eşeği ikna etmiş. Her ikisi de bir miktar altın alıp geri kalan altınları ağacın dibine gömerler, oradan giderler.
Eşek ile tilki ağacın yanından ayrıldıktan kısa bir süre sonra hilebaz tilki hemen ağacın yanına gelir, gömdükleri altınların hepsini alır ve oradan gider. Bir kaç gün sonra paraya ihtiyacı olan eşek, hilebaz tilkinin yanına gelir ve paraya ihtiyacı olduğunu söyleyip, gömünün yanına gitmelerinin gerektiğini söyler. Tilkiyle beraber gömünün yanına doğru giderler, hilebaz tilki toprağı ayaklarıyla kazmaya başlar ancak altın küpünü yerinde bulamaz. Bunun üzerine tilki, eşeğe bağırmaya başlar. “Ah ah! Ben senin gibi bir ahmağa neden güvendim ki! Benden gizli buraya gelip küp dolusu altınları çaldın, değil mi?”
Eşek yemin billah ederek, altınları çalmadığını söyler, çalan kişiye beddualar eder. Ancak tilki, eşeğe söz hakkı bile vermeyip, sesini daha çok yükselterek; “Gömünün yerini ikimizden başka bilen yoktu. Altınlar nerede? Kim çaldı altınlarımızı? diyerek, eşekle uzun süren bir tartışmaya girer. Tartışma uzayınca, beraber bir mahkemeye gitme kararı alırlar. “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır.” derler ya, bizimkisi de o hesap. Tilki mahkemede de iddialarını sürdürür, altınları eşeğin çaldığını söyler. Eşek iddiaları kabul etmeyerek sürekli kendini savunur, çalmadığını söyler. Hakim tilkinin konuşmalarından şüphelenir, “Madem bu kadar eminsin eşeğin altınlarını çaldığına, o zaman bize bir delil göster bakalım.” demiş. Hilebaz kem küm eder, “Bir şahidim var efendim, gömüyü dibine gömdüğümüz ağaç bu olayın şahididir.” demiş.
Hiçbir inandırıcı olmayan bu delil karşısında şaşıran hakim istifini bozmadan, “Madem ki ağaç bu olaya şahittir, o halde gidip soralım.” demiş. Tilki, eşek ve hakim çok geçmeden ağacın yanına varırlar. Önceden kardeşini ağacın kovuğuna gizleyen hilebaz tilki, kardeşine hakimin sorularına cevap vermesini tembihlemiştir. Hakim ağacın yanına doğru gelerek, ağaca: “Ey yaşlı çınar ağacı! Dibindeki bir küp altını kim çaldı?” diye sormuş. Ağacın Kovuğunda gizlenen kardeş tilki, ağaç konuşuyormuş gibi:
– “Ahmak eşek çaldı” demiş.
Hakim bu işe çok şaşırmış. Kulaklarını ağaca dayamış ve bir süre bekledikten sonra “Bu ağaç lanetlidir. Hemen ateşe verin!” diye adamlarına emir vermiş. Ağaç yanmaya başlayınca içerideki tilki basmış çığlığı, “Yardım edin, lütfen yardım edin, yanıyorum! diye feryat etmeye başlamış. Hakim ateşin söndürülmesini emredip, tilkiyi ağacın kovuğundan çıkartmış. Hilebazın kardeşi her şeyi itiraf etmiş. Hakim tilkiden altınları alıp eşeğe teslim etmiş. Tilkinin payına düşen altınları da serbest kalma kefaleti olarak, devletin hazinesine aktarıp tilkiyi hapse koymayıp onu salıvermiş. Tilki kendine söz vermiş, bir daha asla hile yapmamak için.
|
https://www.masaloku.net/limon-kiz/
|
Limon Kız Masalı
| null | null | null |
Limon Kız Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken eski hamam içinde…Hamamcının tası yok. külhancının baltası yok… Arap bacı hamama gider, koltuğunda bohçası yok… Handadır handa, yetmiş iki deli ile bir manda. Yedik, içtik, dişimizin dibi et yüzü görmedi… Bereket versin hacı cambaza… Bize bir at verdi, dorudur diye… At bize bir tekme vurdu. Geri dur diye… Deniz ortasına vardık kıyıdır diye…Tophane güllesini cebimize doldurduk, darıdır diye… Kız kulesini belimize soktuk borudur diye… Tuttu bizi bir zaptiye, delidir diye… Attı tımarhaneye, bir gün, iki gün, üç gün…Tuttuk pirenin birisini, yüzdük derisini, çadır kurduk Üsküdar’dan berisini… Masaldır bunun adı… Söylemekle çıkar tadı… Her kim ki dinlemezse, hakkından gelsin topal dadı…
Vakti zamanında çok iyilik sever bir padişah varmış… Fakirlere ramazanlarda yiyecek, bayramlarda giyecek dağıtırmış… Yılda bir gün de sarayının karşısındaki çeşmenin bir musluğundan yağ, bir musluğundan da bal akıtır, herkesin duasını alırmış…
Gene böyle çeşmenin musluklarından yağ ile bal aktığı bir gün, ihtiyar bir kadın çeşmeye gelmiş. Elindeki ağzı kırık testiye yağ doldurmuş.
O sırada, padişahın yaramaz oğlu da, sarayın penceresinden çeşmeye gelip gidenleri seyrediyormuş. İhtiyar kadın çeşmenin yanından uzaklaşırken, okunu çektiği gibi onun testisini parçalamış. Yağ yerlere dökülmüş.
Şehzade, ihtiyar kadının haline kahkahalarla gülmeye başlamış. Neye uğradığını anlayamayan kadıncağız, başını kaldırıp, şehzadeye:
Hey oğlum! diye seslenmiş, ben sana ne yaptım da testimi kırdın? Dilerim Allah’tan, Limon Kız’a aşık olasın da, onu göremeyesin!
O günden sonra şehzadeyi bir düşüncedir almış… Acaba bu Limon Kız nasıl bir şeydir, diye akşamlara kadar düşünüyor, meraktan çatlayacak hale geliyormuş.
Oğlunun bu düşünceli haline canı sıkılan padişah, bir gün onu yanına çağırarak sebebini sormuş. Şehzade de Limon Kızı merak ettiğini, izin verirse gidip onu arayacağını söylemiş.
Padişah, çaresiz razı olmuş. Şehzade, hazırlandıktan sonra bir gün padişah babası ile sultan annesine veda ederek yola düşmüş…
Az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş… Günlerce yol almış… Nihayet bir dağ başında ihtiyar bir adama rastlamış. Selam verip ihtiyarın elini öpmüş.
Bu delikanlının kendisine saygı gösterip elini öpmesine pek memnun olan ihtiyar:
Hayır ola evlat, diye sormuş, böyle tek başına nereye gidiyorsun?
Şehzade:
Bir Limon Kız varmış, diye cevap vermiş. Onu pek merak ediyorum da, aramaya çıktım. Ama, günlerden beri yol yürüdüğüm halde hâlâ bir iz bulamadım…
İhtiyar gülerek:
Ben Limon Kız’ın bulunduğu yeri biliyorum, demiş. Sana tarif edeyim: Şuradan doğru yürü. Karşıki dağın arkasına git. orada önüne bir gül bahçesi çıkacak. Gül ağaçlarının kocaman, kocaman dikenleri vardır. “Ne güzel güller” diyerek bir gül koparıp kokla. Ellerinin kanamasına bakma! Oradan çıkıp yürü… Suyu kan gibi kırmızı akan bir dere ile karşılaşacaksın. Yanına gidip “aman ne temiz su” diyerek biraz iç… Yoluna devam et… Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlanmış bir at ile bir köpeğe rastlayacaksın. Atın önündeki eti köpeğin önüne, köpekin önündeki otu da atın önüne koy… Oradan uzaklaş… İlerde karşına iki kapı çıkacak. Bir kapalı, öteki açıktır. Kapalı kapıyı aç, açık kapıyı kapa! Açılan kapıdan geçerek yürü… Büyük bir bahçeye gireceksin. Burası devin sarayının bahçesidir. Bahçede binlerce meyve ağacı arasında bir tane de limon ağacı vardır. O ağacı arayıp bul! Üzerinde üç tane limon göreceksin. Bu üç limonu da kopar, arkana bakmadan geri dön! Geldiğin yerlerden geç… Bu limonları keserken her birinden bir kız çıkar. Senden bir şey isteyecekler: İstediklerini yaparsan ne âlâ…
Yapmazsan ölürler. Dikkatli davran… Haydi yolun açık olsun evladım!
Şehzade, ihtiyara teşekkür etmiş, elini öpmek için eğildiği zaman karşısında kimseyi bulamamış. İhtiyar birdenbire ortadan yok olmuş.
Hemen yola çıkarak yürümeye başlamış. Çok geçmeden dağın arkasına varmış. Biraz sonra gül bahçesine ulaşmış. Güllerin arasına dalmış. Elleri dikenlerden kan içinde kaldığı halde, bir gül koparıp “ne güzel güller” diye koklamış. Oradan çıkmış. Suyu kan gibi akan dere ile karşılaşmış. Kenarına gidip eğilmiş, “aman ne temiz su” diyerek biraz içmiş, kalkıp yoluna devam etmiş. Bir köşe başında zincirlerle ağaçlara bağlı at ile köpeği görmüş. Köpeğin önündeki otu, atın önüne, atın önündeki eti de köpeğin önüne koyarak oradan uzaklaşmış. Biraz sonra karşısına iki kapı çıkmış. Açık kapıyı kapamış, kapalı kapıyı da açarak içinden geçmiş ve devin meyve bahçesine girmiş.
Koca bahçede araya araya limon ağacını bulmuş. Hakikaten ağaçta üç tane limon varmış. Üç limonu da koparıp geriye dönmüş. Tam bahçenin kapısına yaklaştığı zaman, dev, bahçesinden limonların koparıldığının farkına vararak, yeri göğü inleten sesi ile bağırmış:
Tutun kapılar! Şu oğlanı tutun!
Açık kapı dile gelip deve cevap vermiş:
Ben kaç yıldır kapalı duruyordum. Kimse bana halin nedir diye sormadı. Bu delikanlı beni açtı, biraz ferahladım. Ben onu tutamam! Güle güle gitsin!
Şehzade, kapıdan geçmiş.
Dev, bu sefer at ile köpeğe seslenmiş:
At! Köpek! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!
At ile köpek birlikte cevap vermişler:
Biz onu tutmayız. Yıllardan beri birimize zorla et, birimize de ot yediriyorsun. O bizi bundan kurtardı. Etle otun yerini değiştirdi. Allah ondan razı olsun. Biz ona fenalık yapamayız!
Şehzade, atla köpeğin önünden de geçmiş.
Bu sefer dev, dereye seslenmiş:
Kanlı dere! Kanlı dere! Şu oğlanı bırakma!
Dere, dile gelip cevap vermiş:
Ben ona fenalık yapamam. Sen her zaman “kanlı dere” diye benim suyumu içmezdim. Halbuki o, “aman ne temiz su” diyerek içti, gönlümü hoş etti. Varsın geçsin, yolu açık olsun!
Şehzade, dereden de geçerek gül bahçesine girmiş.
Dev, arkadan gene seslenmiş:
Dikenli güller! Dikenli güller! Şu oğlanı tutun! Bırakmayın!
Güller de dile gelip hep bir ağızdan deve cevap vermişler: Sen tenezzül edip de bir gün olsun bizi koklamadın. Her zaman “dikenli güller” diye hakaret ettin. Halbuki bu delikanlı dikenlerimize bakmadı. Ellerinin kanamasına aldırmadı. Bizden bir tane kopararak “ne güzel güller” diye kokladı. Bizi sevindirdi. Allah da onu sevindirsin. İşi rastgitsin!
Şehzade, gül bahçesinden de çıkıp yola koyulmuş.
Dev, çaresiz kalınca, bahçesinden çıkarak oğlanın arkasından koşmaya başlamış. Kapılardan, sonra da atla köpeğin önünden geçmiş, dereye gelmiş. Fakat, dere ona yol vermemiş. Sularını kabartmış, kabartmış… Her tarafı kaplamış, devi boğmuş.
Şehzade, her şeyden habersiz olarak yol alırken, limonlardan birini kesmeyi düşünmüş. Yol kenarına oturarak bıçağı ile limonun birini kesmiş. Limon iki parça olur olmaz, içinden son derece güzel bir kız çıkmış. Şehzadeye:
Su! Su! diye seslenmiş.
Şehzade, kızın su istediğini anlamış. Etrafına bakınmaya başlamış. Aksi gibi oralarda ne bir dere, ne de bir çeşme görememiş. Zavallı kız da:
Su! Su! diye diye ölmüş.
Şehzade bu hale fena halde üzülmüş. Ama ne çare? Yerinden kalkmış. Kederli kederli yol almaya başlamış. Biraz yorulmuş. Bir ağaç altına oturarak dinlenmeye koyulmuş. Bu sırada ikinci limonu da kesmiş.
Bu limondan da göz kamaştıracak kadar güzel bir kız çıkmaz mı? O da, evvelki gibi:
Su! Su! demeye başlamış.
Fena halde telaşlanan şehzade, sağına soluna bakınarak su aramış. Fakat Allah’ın dağında ne bir pınar, ne de bir dere yokmuş. Çaresizlik içinde bu kızın da:
Su! Su! diye diye inleyerek öldüğünü görmüş.
O kadar üzülmüş ki, neden bu ikinci limonu bir su kenarında kesmedim diye kendi kendine kızmış.
Kederli kederli yerinden kalkmış. Düşünceli düşünceli yola koyulmuş. Ne olursa olsun üçüncü limonu bir su kenarında kesmeye karar vermiş.
Böylece epey zaman yol almış, nihayet bir şehre yaklaşmış. Şehre girmeden yol kenarında ağaçlıklı bir bahçe görmüş. Bahçenin ortasında kocaman bir havuz varmış. Etrafta da kimsecikler yokmuş.
Gidip havuzun kenarına oturmuş. Elleri titreye titreye üçüncü limonu çıkarıp kesmiş.
Bu sefer, içinden, evvelkilerden daha güzel, ayın ondördü gibi bir kız çıkmış. Başlamış:
Su! Su! demeye…
Şehzade hemen onu tutup havuzun içine atmış.
Bol suya kavuşan Limon Kız, kana kana içmiş, doya doya yıkanmış. Şen kahkahalar atmaya başlamış.
Limon Kız’ı ölmekten kurtardığı için şehzadenin sevincine son yokmuş… Neşe içinde Limon Kız’ı seyrediyormuş.
Limon Kız havuzda yıkanırken, şehzade:
Sultanım, demiş, sizi bu halde sarayımıza götüremem. Burada bekleyin. Ben gidip size güzel bir elbise getireyim. Askerlerimi de alayım. Saraya öyle döneriz.
Limon Kız:
Peki şehzadem, demiş, ben sizi şurada ağacın üzerine çıkarak beklerim. Yalnız, saraya gittiğiniz zaman annenizle babanıza, alnınızdan öptürmeyin. Sonra beni unutursunuz.
Şehzade “peki” demiş. Sonra parmağındaki yeşil taşlı yüzüğü çıkararak:
Limon Kız, diye seslenmiş, al bu yüzüğü de, parmağına tak! Birbirimizi kaybedersek, bununla kolay buluruz…
Yüzüğü havuza doğru fırlatmış. Limon Kız yakalayarak parmağına takmış. Şehzade de oradan uzaklaşıp gitmiş.
Saraya varır varmaz, oğullarına yeniden kavuşan padişah ile sultan, onu kucaklamışlar, önce alnından, sonra da yanaklarından öpmüşler.
O andan itibaren de, şehzade Limon Kız’ı unutmuş.
Şehzade unutadursun, biz gelelim Limon Kız’a:
Şehzade uzaklaştıktan sonra, Limon Kız sudan çıkmış. Havuzun kenarında yüksek bir çınar ağacı varmış. Ona yaklaşarak:
Eğil çınar ağacı! Diye seslenmiş.
Çınar ağacı yavaş yavaş eğilmiş. Limon Kız dallarından birine oturduktan sonra, ağaç düzelmiş.
Limon Kız, ağaçta yapraklar arasına gizlenmiş. Bir taraftan da başını uzatarak havuzun durgun suyunu seyrediyormuş.
O sırada, şehirdeki evlerden birinin arap hizmetçisi havuza su almaya gelmiş. Elindeki testiyi havuza daldıracağı sırada, birdenbire durmuş. Havuzun suyunda Limon Kız’ın güzel hayali varmış. Arap kız bunu kendi hayali zannederek hayran hayran seyre dalmış. Sonra, kendi kendine:
Ben bu kadar güzelim de, demiş, bana ne diye hizmetçilik yaptırıyorlar?
Testiyi doldurup havuz başından uzaklaşmış. Eve geldiği zaman, hanımına:
Havuzdan testiyi doldururken suda kendimi gördüm, demiş. Ben çok güzel bir kızmışım. Ne diye bana hizmetçilik yaptırıyorsunuz? Bundan sonra ben su getirmeye falan gitmem!
Hanım gülmüş:
Hay aptal kız hay, demiş, bir kere başını kaldırıp da ağaca baksaydın, o zaman kimin güzel olduğunu anlardın!
Arap kız, bu söz üzerine, evden çıkarak doğruca havuzun kenarına gitmiş. Hayali gördüğü yerde başını kaldırarak ağaca bakmış. Dallar arasında ayın ondördü kadar güzel bir kız görünce, hanımına hak vermiş. Hemen Limon Kız’a seslenmiş:
Güzel kız! Cici kız! Ne olur, beni de yukarı alsana!
Şehzadenin dönmesi geciktiği için Limon Kız’ın canı sıkılıyormuş. Biraz konuşup vakit geçirmek için arap kızı yukarıya almaya razı olmuş. Derhal:
Eğil çınar ağacı, eğil! diye seslenmiş. Arap kız, ne oluyor diye şaşkın şaşkın bakarken, çınar ağacı yere doğru eğilmeye başlamış. Limon Kız’ın oturduğu dal toprağa iyice yaklaşınca, arap kız, yanına oturmuş. Çınar ağacı düzelmiş.
Öteden beriden konuşmaya başlamışlar. Sonra da, vakit geçsin diye, Limon Kız ona başından geçenleri anlatmış.
Arap kız, onun hayatını öğrendikten sonra:
Mademki sen bir peri kızısın, demiş, elbet bir tılsımın vardır. Bana söylemez misin?
Aklına hiçbir fenalık getirmeyen Limon Kız:
Benim tılsımım başımdaki küçücük altın taraktır, diye cevap vermiş. Eğer bu küçük altın tarak, yerine konmazsa, ben kuş olup uçarım…
Sonra gene konuşmaya dalmışlar. Bir aralık arap kız:
Sultanım, demiş, saçlarınız pek dağınık. Başınızı eğinde biraz tarayayım…
Limon Kız başını eğmiş. Arap kızı da küçük altın tarakla onun saçlarını taramaya başlamış. Tarama işi bittikten sonra, tarağı çıkardığı yere değil, saçlarının başka bir tarafına takmış. Limon Kız da beyaz bir güvercin olup uçmuş…
Limon Kız kuş olup uçtuktan sonra, arap kız sevincinden geniş bir nefes almış. Sonra üzerindeki elbiseleri çıkarıp Limon Kız gibi ağacın yaprakları arasına gizlenmiş. Şehzadeyi beklemeye başlamış.
İşte bu sıralarda, şehzade, Limon Kız’ı hatırlamış. Hemen askerlerini toplamış. Bir kat ipekli sultan elbisesini de yanına alarak yola çıkmış. Atını önden sürerek havuzun olduğu yere varmış. Başını kaldırıp ağaçta arap kızı görünce, şaşırmış:
Kız sana ne oldu böyle? diye sormuş.
Arap kız, üzüntülü görünerek:
Ne olacak şehzadem, demiş, beni unuttunuz. Burada otura otura güneş vurdu kararttı, rüzgâr esti sararttı. Ağlamaktan gözlerim bozuldu.
Şehzade bu sözlere inanmış. Arap kız güzelce giyindikten sonra şehzadenin yardımı ile aşağıya inmiş.
Hep beraber saraya dönmüşler.
Padişahla sultan anne arap kızı görünce şaşırmışlar. Şehzade’nin dediği gibi bu kızın hiç de güzel tarafı yokmuş. Çaresiz kalarak oğullarının hatırı için ses çıkarmamışlar.
Kırk gün, kırk gece düğün yaparak bunları evlendirmişler.
Düğünden sonra sarayın bahçesine beyaz bir güvercin dadanmış. Hergün bir ağaca konar, bahçıvana:
Bahçıvan başı! Bahçıvan başı! diye seslenirmiş. Şehzade uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları yağ bal olsun! Arap kızı uyuyorsa, uyusun, uyansın, uykuları zehir olsun. Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun!
Sonra uçup gidermiş. Böylece her gün konduğu ağaçların dalları kuruyormuş.
Bir gün sarayın bahçesine inen şehzade, bazı ağaçların dallarını kurumuş görünce, bahçıvana:
Neden bu ağaçlara iyi bakmıyorsun? diye çıkışmış.
Bahçıvan da, dalların neden kuruduğunu anlatmak zorunda kalmış.
Bunun üzerine şehzade:
O halde bütün dallara zift sür, güvercini yakala! demiş.
Bahçıvan, şehzadenin dediklerini hemen yapmış.
Ertesi gün güvercin gelip dallardan birine konarak:
Bastığım dallar kurusun, çiçek, meyve vermez olsun! demiş. Fakat, uçarken ayakları zifte yapıştığı için dalda kalakalmış.
Şehzadeye hemen haber vermişler. Güvercini alıp bir kafese koymuşlar.
Şehzade, güvercini çok sevmiş. Kafesi alıp kendi odasına götürerek bir köşeye asmış.
Güvercin, şehzade odada iken, bir şeyler cıvıldar, âdeta bir insan gibi konuşur, o odadan çıkınca, susarmış.
Arap kız, güvercini görünce tanıdığı için, onu yok etmeyi düşünüyormuş. Bir gün yalandan hastalanarak:
Benim canım beyaz güvercin eti istiyor, demiş, yoksa ölürüm…
Şehzade, çarşıdan bir beyaz güvercin aldırmaya kalkmış. Arap kız:
İlle bu güvercin olacak! Başkasını istemem! diye tutturmuş. Şehzade, ne yaptı, ne ettiyse, arap kızı razı edememiş. Kafesteki beyaz güvercini kestirmiş.
Sarayın bahçesinde güvercini kestikleri yer kıpkırmızı kan olmuş. Kanların olduğu yerde o anda kocaman bir selvi ağacı meydana gelmiş.
Arap kız, selvi ağacını görünce, dayanamamış, bu sefer de:
Bu selvi ağacından bana bir taht yaptırın! diye tutturmuş. Başka bir selvi ağacı bulup keselim demişlerse de, anlatamamışlar. Çaresiz selviyi kesmişler. Arap kıza güzel bir taht yapmışlar.
Artan tahta parçalarını fakir bir kadına vermişler. O da ocakta yakmak için dua ederek alıp evine götürmüş, bir kenara koymuş. Öteberi almak için çarşıya çıktığı bir sırada, tahta parçaları kımıldamaya başlamış. Çok geçmeden tahtaların arasından Limon Kız ortaya çıkmaz mı? Hemen kollarını sıvayarak evi baştan aşağıya temizlemiş, gül gibi yapmış. Sonra mutfağa giderek yemekler pişirmiş, bulaşıkları yıkayıp kurulamış, kapları yerine kaldırmış. Yemek sofrasını kurmuş. Her iş bittikten sonra da, bir dolaba girip saklanmış.
O sırada fakir kadın eve gelmiş. İçeri girer girmez şaşırmış.
Acaba bunları kim yaptı diye evi aramaya başlamış. Kimseyi göremeyince:
İn misin, cin misin? diye seslenmiş. Limon Kız, saklandığı yerden çıkarak:
Ne inim, ne de cin, demiş. Bir peri kızıyım. Ama artık senin gibi bir insan oldum…
Sonra gidip kadının elini öpmüş. Başından geçenleri ona anlatarak, evlatlığa kabul etmesini rica etmiş. Yalnızlıktan zaten canı çok sıkılan fakir kadın, onu hemen evlatlığa kabul etmiş.
O günden sonra, güzel güzel geçinmeye başlamışlar. Günlerden bir gün, şehzade hastalanmış. Hekimler bol bol çorba içmesini söylemişler. Her gün bir evden çorba gönderiliyor, şehzade beğenirse hepsini içiyor, beğenmezse bir kaşık alıp bırakıyormuş.
Limon Kız bunu haber alır almaz güzel bir çorba pişirmiş. Şehzadenin havuz başında kendisine verdiği yeşil taşlı yüzüğü çorbanın içine atmış. Fakir kadına:
Anneciğim, demiş, şehzademiz için ben de bir çorba yaptım. Ne olur saraya götürür müsün?
Kadıncağız:
Hay hay yavrum! diyerek çorba tasını almış, saraya gitmiş. Askerler, üstü başı eski olan bu kadını saraya sokmak istememişler. Şehzade, kadını pencereden gördüğü için askerlere bırakmalarını emretmiş.
Kadın yukarıya çıkarak çorbayı şehzadeye vermiş. Odadan çıkarken, şehzade çorbadan bir kaşık içmiş, beğenmiş. Arkasından ikinci kaşığı almış. Ağzına katı bir şey gelmiş. Bir de çıkarıp bakmış ki, Limon Kız’a verdiği yeşil taşlı yüzük değil mi?
O zaman anlamış ki, Limon Kız diyerek evlendiği arap kız, başka biri. Arkasından adam koşturup fakir kadını çağırtmış. Odaya gelince:
Teyze, demiş, senin kızın var mı?
Kadıncağız:
Var oğlum, diye cevap vermiş, hem de bir peri kızı. Ama şimdi o da bizim gibi bir insan sayılır…
Kadının bu sözleri şehzadeyi o kadar sevindirmiş ki, birdenbire hastalığı falan geçmiş. Kadını yanına oturtarak, ne biliyorsa anlatmasını rica etmiş.
Fakir kadın da Limon Kız’ın anlattıklarını şehzadeye bir bir söylemiş.
Şehzade işin doğrusunu öğrenince, ellerini çırpmış. Odaya giren arap uşağa:
Çabuk bizim kadını çağırın! diye emir vermiş.
Biraz sonra arap kız odaya girmiş. Korkudan tirtir titriyormuş.
Şehzade:
Seni yalancı, hain kadın seni! diye bağırmış. Söyle bakalım, kırk katır mı istersin, yoksa kırk satır mı?
Arap kız:
Kırk satırı ne yapayım, diye cevap vermiş, kırk katır isterim ki, memleketime döneyim!
Arap kızı hemen kırk katırın kuyruğuna bağlayıp dağlara salmışlar.
Sarayda yeniden düğün hazırlıkları yapılmış. Şehzade ile Limon Kız’ı kırk gün, kırk gece süren görülmemiş şenliklerle evlendirmişler.
|
https://www.masaloku.net/keloglan-ve-kuyudaki-dev/
|
Keloğlan ve Kuyudaki Dev Masalı
| null | null | null |
Keloğlan ve Kuyudaki Dev Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir kasaba varmış. Bu kasabanın kenar mahallelerindeki bir kulübede, çok fakir bir keloğlan ile ihtiyar annesi yaşamakta imiş. Keloğlan çok akıllı ve becerikli olmasına rağmen çalışmaktan hoşlanmaz, tembel tembel evde oturmayı, ne buldu ise yiyip, içmeyi ve uyumayı severmiş. Tembel mi tembel, saçsız kafası ile de çok çirkin olduğu için herkes ona keloğlan dermiş. Keloğlanın ihtiyar annesi ise el çamaşırı yıkar, hem kendini, hem de tembel keloğlanı beslemeye çalışır, zorluklar içinde geçinirlermiş.
Her nasılsa Keloğlanın canı çarşıya çıkıp dolaşmak istemiş. Bir de bakmış ki, uzakta bir kalabalık var. Kalabalığın ortasında bir adam bağıra bağıra bir şeyler söylüyor. Kalabalıktaki insanlarda onu dinlermiş. Bizim Keloğlanda kalabalığa sokularak bu adamın dediklerini dinlemiş. Adam meğer şehrin tellallarından biriymiş. Keloğlanın dinlemekte olduğu tellal şöyle demekteydi.
-Ağır bir iş için bir adama ihtiyaç vardır. Bu işi görecek adama yüz altın verilecektir. Talip olacak kimse varsa ortaya çıksın….
Keloğlan etrafta toplanan kalabalıktan ses seda çıkmadığını görünce ve bu işin sonunda yüz de altın verileceğini öğrenince tellala:
-Bu işi ben yaparım, yalnız bu yapılacak işi hemen bana söyle, demiş.
Tellal Keloğlanı şöyle bir süzdükten sonra, gözü tutmamış olacak ki:
-Oğlum, sen bu işi yapamazsın, iş çok zordur. Bunu ancak akıllı, becerikli ve cesur adamlar başarabilir. Ben bunları sende göremiyorum, deyince; Keloğlan:
-Ummadığın taş baş yarar. Ben bu işi başarırım, diye cevap vermiş. Etrafta toplanan kalabalıktan alaylı gülüşmeler yükselmiş. Bu sırada tellal onun biraz da fakir haline acıyarak:
-Pekala oğlum…Madem ki kendine güveniyorsun sana şimdi yapacağın işi tarif edeyim…Uzak bir ülkeden mal getirmeye gidilecek… Yolculuk at sırtında olacak, ama sen bu yolculuğa katlanabilecek misin?.. diye sorunca.
Keloğlan:
-Ben yaparım dediğim her şeyi yaparım. Elbette katlanırım, karşılığını vermiş. Tellal:
-Madem ki bu kadar güvenin var, bende sana bu işi veriyorum…Paranı şimdi mi, yoksa dönüşte mi istersin? Keloğlan da:
-Şimdi verinde birazı yanımda bulunsun, geri kalanını anneme harçlık bırakırım, der.
Bu şartlarla anlaşmaya varan Keloğlan sevinçle annesine koşarak durumu anlatır ve
yanındaki parayı annesine bırakarak veda edip yapacağı işe gider.
Toplantı yerine gelen Keloğlan, yolculuğun hazır olduğunu ve kafilenin kendisini beklemekte olduğunu görür. Kafile başkanı Keloğlana hazır olup olmadığını sorar. hazır olduğunu öğrenince küçük kafile hemen atlara binerek yola koyulur… İki gün durup dinlenmeden yol alırlar. Üçüncü gün Keloğlanın at sırtındaki yolculuktan vücudunun her tarafı ağrımaya başlar. Ama verdiği sözü ve aldığı parayı düşünerek sabırla yola devam eder. Artık akşam yaklaşmıştır. Kafile başkanı mola için kervanı durdurur. Keloğlan biraz dinleneceği için sevinmiştir. Ama bu sevinci çok sürmez. Atlar bağlandıktan sonra kafile başkanı kendini çağırır.
Keloğlana der ki:
-Keloğlan, şurada bir kuyu görüyorsun…
-Evet, der bizim Keloğlan.
-İşte şimdi, o kuyuya ineceksin… Korkmazsın değil mi?…
Keloğlan kuyunun yanına gider bir sağına, bir soluna ve eğilip içine bakar, kafile başkanına dönerek:
-Ne var bunda korkacak, elbette inerim. der. keloğlan korksa bile korktuğunu belli etmemeğe çalışarak kuyuya inme hazırlığına başlar. Etrafını saran yol arkadaşları Keloğlan’ın beline kalın bir ip bağlarlar, kuyuya sarkıtırlar.
Keloğlan kuyunun yarısına gelince sağ tarafında karanlıkta aniden bir kapı açılır. Adamın biri Keloğlan’ı kucakladığı gibi bu kapıdan içeri çeker… Neye uğradığını anlayamayan Keloğlan kendine gelince, bir de ne görsün!.. Geniş bir bahçe ve bu bahçenin ortasında büyük bir saray durmuyor mu?.. Sarayın bahçesinde güllerin arasında Dünya güzeli bir kız oturmuş, arkasında bir dudağı yerde, bir dudağı gökte iri ve koyu siyah renkte bir zenci ayakta durmakta. çiçeklerin arasında bir tavus kuşu dolaşmaktadır. Şaşkınlıkla bunları seyre dalan Keloğlan birden arkasında gürleyen bir sesle aklı başından gider. Dönüp bakınca, ne görsün?… Koca bir dev. Arkasında durmuyor mu!.. Dev korkunç bir sesle:
-Eyyyy, adem oğlu!… Söyle bakalım, şu gördüklerinden hangisi daha güzel?..
Keloğlan korkudan tir tir titremeye başlar. Ne cevap vereceğini şaşırır ama, biraz sonra aklı başına gelir ve biraz düşündükten sonra:
-Gönül neyi severse güzel odur sultanım, der.
Dev, aldığı cevaptan memnun gibi görünür ve Keloğlan’a tekrar sorar.
-Şu kız çok güzel, şu tavus kuşu çok hoş ama, şu zenci çok çirkin, çok kötü!.. Buna ne dersin?..
Keloğlan artık ilk şaşkınlık ve korkudan kurtulmuştur. Yine cevabı yapıştırır:
-Gönül neyi severse, güzel odur sultanım, diye tekrar aynı cevabı yapıştırır.
Aldığı cevaptan çok hoşlanan dev, Keloğlan’a:
-Aferin, sen akıllı bir çocuğa benziyorsun diye Keloğlan’a hemen yanındaki, ağaçtan kopardığı üç tane büyük narı verir. Ve:
-Al bu narları. Dönüşte annenle birlikte yersin, diyerek Keloğlan’ın yanından ayrılmış.
Meğer Dev, her kuyuya inen insana bu soruları sorar fakat, bir türlü istediği akıllıca cevabı alamayınca çok kızar, hemen kellesini uçurur, sonra da etlerini yer, kafa tasını sarayın duvarlarına asarmış. Böylece kuyuya inenlerin çoğu, Dev’in bu soruları karşısında kimi kız güzel, kimi tavus kuşu diye Dev’e cevap verirlermiş. Bu cevaplardan memnun kalmadığı için kuyuya inen bir daha yukarı çıkamazmış. Dev’in yanından ayrılan Keloğlan tekrar çıkış kapısına gelip yukarı nasıl çıkacağını düşünürken birden yukarıdan, su almak için sarkıtılmış bir kovanın kendisine doğru geldiğini görünce, Keloğlan hemen bu kovadan tutarak yukarı çıkar.
Keloğlan’ı sapasağlam yukarı çıktığını gören arkadaşları, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık, gözlerine inanamazlar ve birbirlerine bakışırlar. Zira kervancılar bu kuyudan su almak istedikleri zaman her seferinde Dev’e bir insanı kurban vermeleri adetmiş. Yol arkadaşları onu böyle sapasağlam, güler yüzlü görünce tabii şaşkınlıktan kendilerini alamamışlar. Kafile başkanı merakını yenemeyerek Keloğlan’a:
-Şimdiye kadar bu kuyuya salladığımız adamlardan hiçbiri geri dönmemiştir. Sen nasıl oldu da bu kuyudan sağlam çıktın evlat?…
Keloğlan güler yüzle şu cevabı verir:
-Nasıl çıktıysam çıktım.. Çıktım ya!… Siz ona bakın.
Yeniden kafile yola koyulmuş. Varacakları o uzak ülkeye varmış.Atlara malları yükleyerek memlekete dönmüşler.
Keloğlan elindeki Narları sevinçle evine dönünce, annesi yine her zamanki gibi, el çamaşırı yıkamakta bulur. Annesi de oğlu geldiği için sevinmiştir. Yemekler yenir.Yemekten sonra da Keloğlan, Dev’in verdiği Narlardan birini çıkarıp yemek için ikiye böler. Bir de ne görsün? Dev’in verdiği Nar tanelerinin her biri meğer çok kıymetli birer mücevher değilmiymiş… Bunun değerini anlayan Keloğlan, zaman zaman bunların her birini azar azar satmış.. Ve Keloğlan öylesine zengin olmuş ki, artık ne kelliği kalmıştır, ne de çirkinliği, ne de annesinin çamaşırcılığı. Mutlu bir hayata kavuşmuşlar..
|
https://www.masaloku.net/gezgin-kirlangic-ve-yavru-kuslar/
|
Gezgin Kırlangıç ve Yavru Kuşlar Masalı
| null | null | null |
Gezgin Kırlangıç ve Yavru Kuşlar Masalı
Bir kırlangıç dünyayı geze dolaşa çok şeyler öğrenmiş. Atalarımız ne demiş:
“Bir şeyler kalır çok görenin kafasında.”
Bizim kırlangıç önceden bilirmiş Büyük küçük bütün fırtınaları, Gemiciler ondan alırmış haberi. Bir gün, bir yerde, kırlangıç bakmış, Tarlasına, sıram sıram Kenevir tohumu ekiyor köylünün biri. Kırlangıç çağırmış küçük kuşları, — Bakın, demiş, sizin kuyunuzu kazıyor bu adam. Bana göre hava hoş, çeker giderim burdan, Ama korkarım sizin haliniz duman. Şu elin savurduğu tohumlar yok mu, Başınıza örülen bir çoraptır sizin, Her attığı tohum bininizin öksesi, Benden size söylemesi. Günü gelip kenevir sicim oldu mu Seyreyleyin size kurulacak dolapları. Ya ölüm, ya zindan gayrı sizlere: Kiminize kafes, kiminize tencere. Onun için, gelin, dinleyin beni, Yeyin şu tohumların hepsini.
Yaz günü kırlangıcı kim dinler, Küçük kuşlar diledikleri yemi yemişler. Kenevir başlamış büyümeye yeşil yeşil. Kırlangıç bir kez daha uyarmak istemiş Dünyadan habersiz küçük kuşları: Koparın, demiş, bir bir koparın Bu kötü tohumdan çıkan yaprakcıkları. Onlar büyüdü mü kendinizi yok bilin. Kuşlar kırlangıca kızmış,
— Aman ne şom ağızlısın, demişler, hem sonra kaç bin kuş ister Bütün o filizleri yolmak için? Kenevir büyüdükçe büyümüş, Kırlangıç, kuşları bir kez daha uyarmış:
— Bakın, demiş işler kötü, kötü tohum yurdunuzda aldı yürüdü. Bugüne dek inanmadınız bana, peki, Ama bir gün baktınız ki insanoğlu buğdayları büyüye dursun tarlada, vakit bulmuş kuş avlamaya şurda burda, kurmuş ağlarını dağda bayırda, siz küçük kuşları avlamak için. Ya hiç çıkmayın yuvanızdan, ya da göç edin başka bir yere: Ördek, turna ne yapıyorsa siz de onlar gibi yapın. Ama siz küçüksünüz, doğru, geçemezsiniz bizim gibi çölleri, denizleri.
Size göre iş değil yeni dünyalar aramak. Yapabileceğiniz tek şey bence duvar deliklerine saklanmak olacak. Kuşcağızlar yorulmuş kırlangıcı dinlemekten, Başlamışlar cıvıl cıvıl ötüşüp durmaya. Tıpkı Troyalılar gibi, zavallı Kassandra başlarına geleceği haber verirken. Onlara olan bizimkilere de olmuş, nice kafesler kuşlarla dolmuş. Hep böyle kendi bildiğimizi okuruz yalnız Bela başımıza gelmedikçe inanmayız.
|
https://www.masaloku.net/holle-kadin/
|
Holle Kadın Masalı
| null | null | null |
HOLLE KADIN MASALI
Grimm Kardeşler’den dünya klasikleri arasına giren bir masal, Holle Kadın Masalı. Keyifli okumalar..
Dul bir kadının iki kızı varmış. Biri hem güzel, hem de çalışkanmış. Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş; ama kendi öz kızı olduğu için kadın bunu daha çok severmiş. Evde her işi güzel kıza gördürürmüş. Zavallı kızcağız her gün sokakta bir kuyunun başında oturup bez dokurmuş. Hem de o kadar çok çalışırmış ki, parmaklarından kan fışkırırmış.
Günün birinde iplik sardığı makara kan içinde kalmış. Bunun üzerine kız kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. fakat makara elinden kayıp kuyuya düşmüş.
Kızcağız ağlaya ağlaya üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış. Kadın çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da çocuğa hiç acımadan:
– Makarayı kuyuya nasıl düşürdünse öyle alıp getireceksin. Sonra karışmam ha… diye bağırmış.
Bunun üzerine kız kuyunun başına dönmüş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için “ne olursa olsun” diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığında, kendini güzel bir çayırlıkta bulmuş. Güneş parıldıyor, çevrede binlerce çiçek görünüyormuş. Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek kıza seslenmiş:
– Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım, çoktan piştim ben… Kız fırına yaklaşmış, ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoluna gitmiş. Karşısına bir ağaç çıkmış; ağacın üzerinde pıtrak gibi elmalar sallanıyormuş, ağaç kıza seslenmiş:
– Beni silkele, beni silkele… Biz elmalar hep olduk!..
Kız ağacı sallamış, elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız ağacın üzerinde hiç elma kalmayıncaya kadar silkelemiş. Elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, sonra yine yola koyulmuş..
Sonunda küçük bir eve varmış. Penceresinden bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişleri pek iriymiş. Bunları görünce kızın içine korku girmiş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat yaşlı kadın arkasından seslenmiş:
– Sevgili çocuk, neden korkuyorsun? Gel burda kal; evin bütün işlerini güzelce yaparsan sana bir kötülüğüm dokunmaz. En çok dikkat edeceğin şey yatağımı güzel düzeltmek, iyice silkelemektir. Bunu yapınca yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle Kadın’dır.
Kocakarı böyle tatlı tatlı konuşunca kızın içi ferahlamış; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işine başlamış. Evin her işini seve seve yapıyormuş, yatağı her zaman o kadar güçlü silkeliyormuş ki, tüyler kar parçaları gibi uçuyorlarmış. Bu yüzden kadının evinde rahat bir yaşam geçiriyor, kötü söz işitmiyor, her gün kızartmalar, kebaplar yiyormuş. Küçük kız uzun zaman Holle Kadın’ın yanında kalmış; fakat içinde hep bir üzüntü duyuyor, bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş. Sonunda bunun farkına varmış; yurdunu özlemişmiş. Her ne kadar buradaki yaşamı kendi evindekinden bin kat daha iyi geçiyormuşsa da, o yine evine dönmek istiyormuş. Bir gün dayanamamış, Kocakarı’ya demiş ki:
– Evimi çok göreceğim geldi. Bu ayrılık acısına dayanamıyorum. Burada, yerin altında geçen yaşamım çok iyi ama artık daha fazla kalamayacağım. Yine yukarıya dönmek istiyorum. Holle Kadın:
– Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti. Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni ben kendi elimle yukarı çıkaracağım, demiş. Kızı elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız tam kapının altına geldiği zaman güçlü bir altın yağmuru başlamış. Durduğu yerle annesinin evi arasında çok az aralık varmış. Kız evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötmeye başlamış.
– Ö ö rö ö, altından küçük bayanımız yine geldi! Kız eve girmiş, annesinin yanına gitmiş. Her yanı altınla kaplı olduğu için kendisini hem annesi, hem üvey kız kardeşi güleryüzle karşılamışlar.
Kız başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nasıl elde edildiğini öğrenince çirkin, tembel kızına da bunları kazandırmak istemiş. bu kızını da kuyunun başına oturtarak bez dokutmaya başlamış. Makarasının kana bulanması için kız parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere vurmuş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. Öbür kız gibi kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış: – Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar, yoksa yanacağım. Çoktan piştim ben!..
Fakat tembel kız: – Doğrusu üstümü başımı kirletmeye vaktim yok!.. demiş yoluna gitmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç seslenmiş:
– Ne olursun, beni silkele, kuzum beni silkele… Biz elmalar hep olduk! Kız:
– Ya… çok bilmişsin… seni silkeleyim de kafama elmalar düşsün değil mi? demiş; geçip gitmiş. Holle Kadın’ın evine vardığı zaman hiç korkmamış. Çünkü onun koca dişlerini önceden duymuşmuş. Hemen kadının hizmetine girmiş. İlk gün çok çalışmış. Holle Kadın’ın her dediğini yapmış. Kocakarının kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün bu tembellik bir kat daha artmış. Sabah bir türlü yatağından kalkmak istemiyormuş. Tembel kız Holle Kadın’ın yatağını da yapmıyormuş. Bu yüzden tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın’ı kızdırmış. Kızı işinden çıkarmış.
Tembel kız buna seviniyormuş. Altın yağmurunun yağacağını umuyormuş. Holle Kadın onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından aşağı boşalmış. Holle Kadın:
İşte bu da senin hizmetlerinin ödülü!… demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız eve dönmüş. Her yanı zifte bulanıkmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:
– Ö ö rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi diye ötmeye başlamış. Kıza bulaşan bu zift ömrü oldukça üzerinde kalmış.
|
https://www.masaloku.net/guzel-ve-cirkin/
|
Güzel ve Çirkin Masalı
| null | null | null |
Güzel ve Çirkin Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Eski zamanlarda zengin bir tüccar varmış. Üç kızı olan bu tüccarın kızlarının ikisi son derece bencilmiş. Ama üçüncüsü, yani adı Güzel olanı hem iyi kalpli hem de sevgi doluymuş.
Bir gün tüccar, gemilerinin şiddetli bir fırtınada battığı haberini almış. Zavallı adam varını yoğunu kaybetmiş, geriye bir tek kasabadaki küçük evi kalmış. Açgözlü iki kardeş bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Yatakta yatmak ve oflayıp puflamaktan başka bir şey yapmaz olmuşlar. Evin bütün işleri Güzel’e kalmış.
Bir zaman sonra tüccar kayıp gemilerinden birinin limana ulaştığını duymuş. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan önce kızlarına, dönüşte size ne hediye getireyim, diye sormuş. Açgözlü iki kardeşin neşeleri hemen yerine gelmiş.
“Elbiseler ve mücevherler!” isteriz demişler. “Peki ya sen Güzel?” diye sormuş tüccar. “Bir gül. O bana yeter,” demiş Güzel.
Birkaç gün sonra tüccar evine dönmek üzere üzgün üzgün yola koyulmuş. Yine yoksulmuş, çünkü son gemiden ona kalan paraları da dolandırıcılara kaptırmış. Akşam karanlığı bastırırken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgar yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş.
Tüccar nereye gittiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken birden ileride pencerelerinden dışarı parlak ışıklar sızan son derece güzel bir şato görmüş. Ama bu çok garip bir şatoymuş, çünkü şöminelerinde harıl harıl ateş yanmasına, bütün odaları gün gibi aydınlık olmasına rağmen ortada kimsecikler yokmuş. Tüccar seslenmiş, seslenmiş, cevap veren olmamış. Sonunda, beklemenin bir anlamı olmadığını anlayınca, atını ahıra bağlamış ve salondaki uzun masanın üzerinde hazır bekleyen yemeği yemiş. Sonra bir yatağa yatıp uyumuş.
Sabah uyandığında onun için bırakılmış yeni giysiler bulmuş yanı başında. Aşağıda da güzel bir kahvaltı onu bekliyormuş.
“Bu şato, bana acıyan iyi kalpli bir periye ait herhalde,” demiş tüccar. “Ona bir teşekkür edebilseydim keşke.”
Tüccar şatodan ayrılırken, bahçedeki gülleri fark etmiş. ‘Hiç yoksa Güzel’e verdiğim sözü yerine getireyim,’ demiş içinden. Güllerden birini koparmış. Ama koparır koparmaz müthiş bir kükremeyle inlemiş her yan. Çalıların arkasından korkunç görünüşlü bir canavar çıkmış. Öylesine korkunçmuş ki, tüccar neredeyse korkusundan bayılacakmış.
“Seni değer bilmez adam!” diye kükremiş Canavar. “Hayatını kurtardım! Seni besledim, giydirdim! Sen kalkmış güzel güllerimi çalıyorsun. Hemen ölmeyi hak ettin!”
Tüccar Canavar’ın karşısında diz çökmüş. “Gülü kızlarımdan birine götürecektim efendim,” demiş.
“Ben efendi falan değilim, bir Canavar’ım,” diye hırlamış yaratık. Sonra tüccarın tepesine dikilmiş. “O değerli kızlarına gelince… Git, sor bakalım onlara, hayatına karşılık içlerinden biri gelip benimle birlikte yaşar mı? Bu teklifimi kabul eden olmazsa, üç ay içinde öleceksin.”
Tüccar gün ışığıyla aydınlanmış ormanın içinden, üzgün bir şekilde atını sürüp evine dönmüş. Evde iki bencil kız kardeş babalarının başından geçen korkunç maceraları dinlerken kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Babaları onlara giysi ve mücevher getirmedi diey küplere binmişler. Ama Güzel onlar gibi yapmamış.
“Baba, izin ver ben gideyim,” demiş hiç tereddüt etmeden. “Tabii sen gideceksin, suç senin,” demiş kardeşleri. “Gül isterim diye tutturmasaydın, Canavar babamızı öldürmeyi düşünmeyecekti.”
Üç ay geçince tüccar şatoya Güzel’le birlikte gitmiş. Her şey orayı ilk gördüğü gibiymiş: etrafta yine kimsecikler yokmuş, sofra hazırmış. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde Canavar ortaya çıkmış. Güzel korkusundan tir tir titremeye başlamış, çünkü Canavar babasının anlattığı kadar korkunçmuş, hatta daha da korkunç!
“Buraya kendi isteğinle mi geldin?” diye sormuş Canavar. “Evet,” demiş Güzel. “O zaman baban sabah olunca buradan gidecek ve bir daha buraya hiç gelmeyecek.”
Sabah olup da babası gidince Güzel tek başına kalmış. Önce bir süre ağlamış, ama sonra gördüğü rüyayı hatırlayıp biraz olsun rahatlamış. Rüyasında bir peri, “Üzülme, babanın hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona.
‘Belki de bu yaşama alışırım,’ diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, güllere bakarken içi hüzünle dolmuş. Sonra şatonun içini gezmiş. Oda kapılarından birinin üzerinde adının yazılı olduğunu görünce çok şaşırmış. Kapıyı açıp içeri bakmış. Oda tam istediği gibi döşeliymiş, kitaplarla, müzik aletleriyle doluymuş.
‘Canavar beni burada rahat ettirmeye çalıştığına göre, bana zarar vermez herhalde,” diye düşünmüş Güzel.
Sonra bir kitap almış eline. Kitabın üzerinde altın yaldızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş.
“Şu anda babamı görebilseydim keşke!” demiş Güzel yüksek sesle Bunu der demez odanın öte ucundaki aynada babasının görüntüsü belirmiş. Böylece Güzel’in yalnızlık duygusu ve ev hasreti biraz olsun geçmiş.
O gece yemekte Canavar ortaya çıkmış. “Seni izlememe izin verir misin Güzel?” diye sormuş.
“Buranın sahibi sizsiniz,” demiş Güzel.
“Hayır,” demiş Canavar. “Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” Canavar bir an duraksamış. “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu çirkin buluyorsun?”
Güzel ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp Canavar’a bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. Evet, çirkin buluyorum,” demiş.
Güzel, yemeğini bitirince Canavar, “Benimle evlenir misin?” diye sormuş. “Hayır Canavar, asla,” demiş Güzel. Canavar derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış.
Her gece saat dokuzda Canavar konuşmak için Güzel’in yanına geliyormuş. Güzel, gün geçtikçe Canavar’a alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. ‘Keşke,’ diyormuş, ‘bu kadar çirkin olmasaydı! Keşke ikide birde bana evlenme teklif etmeseydi! Çünkü Güzel, Canavar’ın, evlilik teklifini geri çevirdiğinde çıkardığı o sesten çok korkuyormuş.
Canavar bir gün, “Beni sevmeyebilirsin ama, beni bırakıp gitmemeye söz vermelisin,” demiş. Her günü birbirine benzeyerek üç ay böyle geçmiş.
Derken bir gün Güzel aynada babasının hasta olduğunu görmüş. Hemen Canavar’a babasına bakmak için eve gitmek istediğini söylemiş.
“Gidebilirsin, Güzel,” demiş Canavar. “Ama geri dönmezsen kederimden öleceğimi biliyorsun, değil mi? Korkarım ki, babanın yanında kalmak isteyeceksin ve dönmeyeceksin. Ama eğer fikrini değiştirir de dönmek istersen, yüzüğünü yatağının yanındaki sehpaya koyman yeterli. Sabah olduğunda şatomda açacaksın gözlerini.”
“Bir hafta sonra döneceğim, söz,” demiş Güzel.
Ertesi sabah Güzel, babasının evinde, kendi yatağında açmış gözlerini. Babası onu karşısında görünce çok sevinmiş, kendini daha iyi hissetmiş. O gün öğleden sonra, kısa süre önce evlenmiş olan kız kardeşleri babalarını ziyarete gelmişler. Eve geldiklerinde babalarının biricik kızını karşılarında görünce kıskançlıktan ve öfkeden çatır çatır çatlamışlar.
“Dinle!” demiş iki kardeşten biri. “Ona bir oyun oynayalım. Burada bir hafta daha kalmasını sağlayalım. O zaman Canavar gelip onu öldürür.” Bağırıp çağırıp onu kötülemek yerine, iki kardeş gözlerine soğan sürüp Güzel’in karşısına yaşlı gözlerle çıkmışlar ve ondan ayrılmak istemedikleri için ağladıklarını söylemişler. Güzel bir hafta daha kalmaya söz vermiş.
Çok geçmeden Güzel, Canavar’ı babasını özlediği kadar özlediğini fark etmiş. Bir gün rüyasında Canavar’ı şatonun bahçesinde kaskatı ve cansız yatarken görmüş. Uyandığında, ‘Benim yaptığım düpedüz acımasızlık!’ diye düşünmüş. Hemen yüzüğünü parmağından çıkarıp, başucundaki sehpanın üzerine koymuş. Sabah gözlerini Canavar’ın şatosunda açmış.
O günün akşamı Canavar’ı beklemiş. Saat dokuz olmuş. Canavar gelmemiş. Dokuzu çeyrek geçmiş, ortalarda yok. Birden endişe içinde koşa koşa şatodan bahçeye çıkmış. Canavar bahçede boylu boyunca yatıyormuş. ‘Onun ölümüne neden oldum!’ diye düşünmüş Güzel. Hemen ona sarılmış. Canavar’ın kalbi hâlâ atıyormuş!
“Artık dönmezsin diye düşündüm. Yemeden içmeden kesilip ölmeye hazırlandım,” demiş Canavar fısıltılı bir sesle.
“Ama ben seni seviyorum Canavar!” demiş Güzel. “Seninle evlenmek istiyorum.”
O anda tuhaf bir şey olmuş. Birden sanki şato daha bir güzel, daha bir ışıltılı hale gelmiş. Güzel bir süre etrafına bakınmış, sonra tekrar Canavar’a çevirmiş başını. Fakat Canavar yerinde yokmuş. Yattığı yerde şimdi genç ve yakışıklı bir prens duruyormuş.
“Ben Canavar’ı istiyorum,” diye ağlamaya başlamış Güzel. Prens bu sırada ayağa kalkmış.
“Canavar benim,” demiş. “Kötü bir peri bana büyü yapmıştı. Beni yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir yaratığa dönüştürmüştü. Bana benimle evlenmek istediğini söylemeseydin, hayatımın sonuna kadar öyle kalacaktım.” Prens Güzel’i şatoya götürmüş. Şatoda Güzel, babası ve rüyasında gördüğü iyi periyle karşılaşmış.
“Gösterdiğin cesaretin ödülünü aldın,” demiş iyi peri Güzel’e.
Peri sihirli değneğini sallamış. Birden şatodaki herkes Prens’in topraklarında bulmuş kendini. Orada halk coşku ve alkışlarla karşılamış Prens’i. Çok geçmeden Güzel ve Canavar evlenmişler. Dünyanın gelmiş geçmiş en mutlu Prens ve Prensesi olmuşlar.
|
https://www.masaloku.net/yalanci-coban/
|
Yalancı Çoban Masalı
| null | null | null |
Yalancı Çoban Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerin birinde vaktiyle küçük bir köyün koyunlarını giden küçük bir çobanı varmış. Bu küçük çoban her gün koyunlarını bir dağın eteğine götürür orada otlatırmış.
Günlerden bir gün, koyunlarını otlatırken çobanın canı sıkılmış. Ne yapsam da eğlensem? diye düşünmüş. Aklına bir fikir gelmiş. Yerinden fırlamış köye doğru koşmaya başlamış. Köye varınca:
İmdat! İmdat! İmdat! Yardım edin! Kurtlar koyunlarımıza saldırıyorlar diye bağırmış. Köylüler ellerine kazma küreklerle koyunların yanına doğru koşmuşlar. Koyunların yanına varınca, kurtları aramaya başlamışlar. Bir yandan da çobana soruyorlarmış:
– Hani nerede kurtlar?
Çoban kahkahayla gülmeye başlamış.
– Yalnız başıma burada çok sıkıldım. Bu olayı biraz eğlenmek için uydurdum demiş.
Köylüler hem şaşırmış hem de öfkelenmişler. Söylene söylene köye dönmüşler.
Birkaç gün sonra çoban yine koşarak köye gelmiş. Köylülerden yine yardım istemiş. Köylüler yine ona inanmışlar. Çoban:
– Gerçekten kurtlar geldi. İnanın diye bağırmış. Köylüler yine yardıma koşmuşlar. Meğer çoban yine oyun yapıyormuş. Kurt falan yokmuş.
Ertesi gün çobanın sürüsüne gerçekten kurtlar saldırmış. Bunun üzerine küçük çoban var gücüyle köye koşmuş. Olanları anlatıp yardım istemiş. Fakat köylüler bu kez anlatıklarına inanmamışlar. Çoban gözyaşı dökmüş, yalvarmış yine de köylüler oralı olmamışlar. Kurtlar da çobanın bir kaç kuzusunu kapıp götürmüşler.
Çoban bu duruma çok üzülmüş. Bir daha yalan söylememeye karar vermiş. Herkesten özür dilemiş. O günden sonra dürüst ve güvenilir bir insan olmuş.
|
https://www.masaloku.net/yedi-ordekler/
|
Yedi Ördekler Masalı
| null | null | null |
Yedi Ördekler Masalı
Bir zamanlar, bir adamın yedi oğlu varmış. Bir kızı olmasını çok istermiş ama bir türlü kız çocuğu sahibi olamamış. Günlerden bir gün, hanımı ona müjde vermiş: “Bey! Sana müjdem var, bir kızımız olacak demiş.” Bu habere kocası çok sevinmiş. Nihayet kız çocukları dünyaya gelmiş ama çok zayıfmış. Kızın zayıflığını gidermek için ona bal kuyusundan bal yedirmek istemişler.
Küçük kızı babası, bal kuyusundan bal getirmek için oğullarından birini kuyuya yollamış. Diğer altı oğlan da onun peşinden gitmişler. Hepsi de bal kuyusundan önce kendileri bal çıkarmak istiyormuş. Birbirleriyle çekişirken testi kuyuya düşmüş. Oğlanlar oldukları yerde kalakalmışlar, ne yapacaklarını şaşırmışlar. Babalarından korktukları için hiçbiri eve dönmeye, olanları anlatmaya cesaret edememiş.
Çocukların hala eve gelmediklerini gören baba:
– Yediz oğlanlar kesin oyuna daldılar! demiş
Kızın zayıflıktan öleceğinden korkuyormuş. Canı çok sıkılmış:
– İnşallah hepiniz ördek olursunuz! diye ilenmiş. Daha sözünü bitirmeden başının üstünde bir hışırtı ilişmiş. Havaya bakmış; gökyüzünde yedi tane siyah başlı yeşil kanatlı ördek, üzerinden geçip gitmiş.
Bir anlık öfkeyle çocuklarına beddua eden baba çok pişman olan baba. Pişman olsa da çocuklarının başının üzerinden uçup gitmesine engel olamamış. Çocuklarının hasretini küçük kızlarıyla gidermeye çalışmışlar.
Küçük kız çok geçmeden iyileşmiş, gün geçtikçe güzelleşmiş, güzeller güzel bir kız olmuş. Ama başka kardeşleri olduğundan haberi yokmuş. Kız büyüyünceye kadar anne babası ona hiçbir şey söylememiş.
Günün birinde, küçük kız çarşıya eşya almaya gitmiş. Ahalinin kendisi hakkında söyledikleri sözleri duymuş.
Diyorlarmış ki:
– Maşallah! Kızcağız çok güzel ama, yedi ağabeyi onun yüzünden kayboldu demiş.
Küçük kız bunları duyunca çok üzülmüş. Anne babasına gidip sormuş:
– Bugün bir şey öğrendim. Ağabeylerim varmış benim, onlara ne oldu? demiş.
Bunun üzerine ana babası bu sırrı daha fazla saklamak istememişler. Allah’ın böyle istediğini, yoksa doğumunun buna neden olmadığını anlatmışlar. Ama kızcağızın içi rahat etmemiş. Kardeşlerini kurtarmayı kafasına koymuş. Gece gündüz düşünmeye başlamış. Bir gün dayanamayıp gizlice yola koyulmuş, başlamış ağabeylerini aramaya…
Ağabeylerinin izini bulmak için her türlü fedakarlığı göze almış.
Yola çıkarken anne-babamı özlerim diye bir kolye, karnım acıkırsa diye bir dilim ekmek, susarsam içerim diye bir matara su, yorulursam otururum diye de yanına bir iskemle almışmış.
Az gitmiş, uz gitmiş dere tepe düz gitmiş.. Sonunda dünyanın öbür ucuna , güneşin yanına varmış ama güneş çok sıcakmış, korkunç bir şeymiş. Ona çok yaklaşan yanarmış. Kız hemen buradan kaçmış; doğru aya gitmiş. Ay da pek soğukmuş. Mizacı da soğukmuş… Küçük kızın orada olduğunu anlayınca:
– Burnuma insan kokusu geliyor! diye bağırıp durmuş.
Küçük kız oradan da hemencecik uzaklaşmış, yıldızlara gitmiş. Yıldızlar küçük kızı çok sıcak karşılamış, ona güler yüz göstermişler. Her yıldız ayrı bir sandalye de oturuyormuş. İçlerinden seher yıldızı ayağa kalkmış, ona bir sihirli çubuk vermiş:
– Bu sihirli çubuğu yanından ayırma demiş. Eğer bu sihirli çubuk olmazsa, her yere kolay gidemez ve kardeşlerini bulamazsın diye tembihlemiş.
Küçük kız bu sihirli çubuğu almış. Bir mendilin içine sarmış, yola çıkmış. Gide gide sırça saraya varmış. Büyük kapı kilitliymiş. Kız sihirli çubuğu çıkarmak için mendili açmış. Bir de ne görsün? Mendil bomboş değil mi? Meğerse kız iyi yürekli yıldızın armağanını kaybetmiş. Şimdi ne yapacak. Kızcağız ağabeylerini kurtarmak istiyormuş. Oysa sırça sarayın anahtarını yitirmiş. Bunun üzerine yerden bir çubuk alıp mendilin içine sarmış, nihayet kapı açılmış ve içeri girmiş.
Küçük kız içeriye girince karşısına bir cüce çıkmış:
– Hey! Küçük kız! Ne arıyorsun burada? diye sormuş.
Kız:
-Ağabeylerimi arıyorum. Yedi ördekleri arıyorum!
Cüce:
– Bay ördekler evde değiller. Onlar dönünceye kadar bekleyeceksen gir içeri!
Bunun üzerine cüce yedi tabak, yedi bardak içinde ördeklerin yemeklerini içeri getirmiş. Küçük kız her tabaktan birer lokma yemiş, her bardaktan birer yudum su içmiş. Sonuncu bardağın içine de yüzüğü koymuş.
Birden bire havada bir hışırtı ,bir kanat hışırtı duymuş. Cüce:
– Yedi ördekler eve geliyor! demiş.
Ördekler gelmiş, yeyip içmek istemişler. Tabaklarını bardaklarını görünce arka arkaya söylenmeye başlamışlar:
– Tabağımdan kim yedi?
– Bardağımdan kim içti?
– Buna bir insan ağzı değdi!
Yedinci ördek bardağı dikip içerken ağzına yüzük gelmiş. Yüzüğü gördüğü gibi anne babasının yüzüğünü tanımış: Bu yüzük annemin yüzüğü demiş. Bütün ördekler yüzüğün etrafında toplanmışlar, anne babalarını ne kadar özlediklerini bir kez daha anlamışlar. Kapının arkasında gizlenip onları izleyen küçük kız ortaya çıkmış. Ben sizin küçük kız kardeşinizim. Sizleri bulup, evimize götürmek için buraya geldim demiş. Bunun üzerine ördeklerin hepsi yeniden insan kılığına dönmüşler. Sarmaş dolaş olmuşlar. Hep birlikte evin yolunu tutmuşlar.
|
https://www.masaloku.net/durust-oduncu/
|
Dürüst Oduncu Masalı
| null | null | null |
Dürüst Oduncu Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir ormanın kenarında küçük bir köy varmış. Bu köyün erkekleri ormanda odun keser, sonra kestikleri odunları satarak geçimlerini sağlarlarmış. Bu odunculardan birisi, köyün en dürüst oduncusu imiş. Hiç yalan söylemez, kendi kazandığından başkasında gözü olmazmış.
Bir gün, bu dürüst oduncu odun kesmeye ormana gitmiş. Baltasını bir ağacın dibine bırakıp başlamış kesebileceği bir ağaç aramaya. Gözüne bir ağacı kestirdikten sonra baltasını bıraktığı yere gitmiş. Ancak baltasını bıraktığı yerde bulamamış. Sağa bakmış yok, sola bakmış yok. Çaresiz başlamış ağlamaya. “Ben şimdi ne yaparım ne ederim. Baltam olmadan nasıl odun keser para kazanırım” diyerek gözyaşı dökmüş.
Oduncunun halini gören orman cini, oduncunun haline acımış. Hemencecik altından bir baltayı oduncunun yanına göndermiş. Oduncu “Benim baltam altından değildi” diyerek baltayı almamış. Orman cini bu sefer gümüşten bir baltayı oduncunun yanına göndermiş. Oduncu “Benim baltam gümüşten de değildi” diyerek gümüş baltayı da almamış.
Orman cini bu kez de oduncunun kendi baltasını göndermiş. Oduncu kendi ağaç saplı demirden baltasını görünce sevinmiş. “İşte benim baltam bu!” diyerek baltasını omzuna atmış. Orman cini oduncunun dürüstlüğü karşısında memnun kalmış. Oduncuya hem altın, hem gümüş baltayı hediye etmiş.
Aldığı hediyelere çok sevinen oduncu, neşe içerisinde köyünün yolunu tutmuş. Köyde karşılaştığı odunculara başından geçenleri anlatmış.
Altın ve gümüşten baltaları gören diğer oduncular hemen baltalarını alıp ormana koşmuşlar. Ormanda baltalarını kaybetmiş gibi yapıp ağlamaya başlamışlar. Orman cini de hepsine birer altın balta göndermiş. Oduncular altın baltaları görünce “İşte bizim baltalarımız!” diyerek baltaları sahiplenmişler.
Orman cini oduncuların açgözlülüklerine çok kızmış. Oduncuların baltaları eski haline dönüşmüş. Bununla da kalmayıp baltaların sapları çıkmış, başlamış sahiplerinin kafasına inmeye. Oduncular, kaçıp canlarını zor kurtarmışlar.
Bir daha da açgözlülük yapmamaya söz vermişler.
|
https://www.masaloku.net/akilli-coban/
|
Akıllı Çoban Masalı
| null | null | null |
Akıllı Çoban Masalı
Bir varmış bir yokmuş. Eski çağlarda Şahmerdan isimli bir hükümdar yaşarmış. Hükümdar, bir gün bütün halkı toplamış ve onlara şöyle bir vazife vermiş:
-Şu soruların cevabını en kısa zamanda bulun: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor? Bu iki sorunun cevabını üç gün içinde bulamazsanız hepinizin boynunu vururum!..
Hükümdarın fermanına uymak lazım, yoksa sonunda ölüm var. Ahali, üç gün düşünmüş taşınmış; fakat soruların cevabını bulamamış. Verilen üç gün bittikten sonra cellatlar, halkı sorgu alanına toplamışlar. Fakat, hükümdarın sorularının cevabını hiç kimse bilmiyormuş. Yüce dağın eteklerinde koyun güden bir çoban, ahalinin müşkül halini görmüş. Yoldan geçen bir atlıya ne olup bittiğini sormuş. Yolcu şöyle demiş:
– Hükümdar, halkına ‘Doğu ile batının arası kaç günlük yol? Allah, şu anda ne yapıyor?’ diye iki soru sordu. Soruların cevabını bulmak için de üç gün mühlet verdi. Bugün belirlenen vakit bitti. Fakat, henüz hiç kimse soruların cevabını bulabilmiş değil. Halkın böyle yorgun, bitkin ve üzgün olmasının sebebi ise ölüm korkusu… Çoban, bu üzücü durumu öğrendikten sonra atın terkisine binmiş ve ahalinin toplandığı sorgu alanına gelmiş. Bütün halk toplandıktan sonra hükümdar, tahtına oturmuş:
– Sorularımın cevabını bulan huzuruma gelip cevap versin. diye buyruk vermiş. Meydana toplananların başları öne eğilmiş, ödleri kopmuş korkudan. Herkes ‘Sonumuz geldi.’ diye düşünürken, üstünde ak kaftanı, başında eski püskü başlığı ile bir genç, kalabalığı yara yara öne çıkmış: -Hakanım, sorularınızın cevabını ben buldum, diyerek hükümdarın huzuruna varmış. Bu durumu gören ahali, şaşkınlıktan âdeta donakalmış. -Sorulara doğru cevap veremediğin takdirde başını alacağımı biliyorsun, değil mi?” diye sormuş hükümdar, sert bir tavırla. – Biliyorum, sultanım… – Öyle ise söyle bakalım: Doğu ile batının arası kaç günlük yol? – Yalnızca bir günlük yol, hakanım. – Nereden biliyorsun öyle olduğunu? – Eğer doğu ile batının arası iki günlük yol olsaydı, güneş yarı yolda kalırdı. Fakat öyle olmuyor; güneş sabahleyin doğudan doğuyor, akşamleyin de batıdan batıyor. Demek ki bu mesafe sadece bir günlük yol… Bundan sonra hükümdar; -Allah şu anda ne yapıyor?” diyerek ikinci sorusuna geçmiş. Çoban bu sefer şöyle cevap vermiş: – Hakanım, tahttan inerek yerinizi bana verin. Yerinize geçerek cevap vermek istiyorum. Hükümdar, çobanın bu ricasını kabul etmiş; yerinden kalkarak aşağı inmiş. Delikanlı, tahtın üstüne çıkarak ahalinin de işiteceği şekilde şöyle demiş:
– Yüce Allah, şu anda çobanı hükümdarlığa, hükümdarı da çobanlığa tayin ediyor. Hükümdar, delikanlının bu cevabını da kabul etmiş. “Böyle hazırcevap olana baskı yapılmaz, demiş ve meydana toplanan halkı da dağıtmış.
O günden sonra halk, çobana büyük saygı göstermeye başlamış. Bir müşkülü olan ondan akıl sorar olmuş.
|
https://www.masaloku.net/sarki-soyleyen-agac/
|
Şarkı Söyleyen Ağaç Masalı
| null | null | null |
Şarkı Söyleyen Ağaç Masalı
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, ülkelerin birinde, bir kral ile kraliçe yaşarmış. Bunların çok iyi kalpli birde kızları varmış. Bu ülkede herkes mutluluk içinde yaşarmış.
Sarayın yakınlarında ise kötü kalpli bir cadı yaşar, mutlu insanlardan nefret edermiş. Kral ve ailesinin de mutlu olması cadıyı çıldırtırmış. Cadı sonunda bu mutluluğu bozmaya karar vermiş. Bunun için fırsat aramaya başlamış. Kral, bir gün kızı için bakıcı tutmaya karar vermiş. Bunu duyan cadı sevimli bir kadın kılığına girerek saraya girmiş. Kralın huzuruna çıkıp onu kızına bakıcılık yapabileceği konusunda kandırmış. Prensese ilk zamanlar öyle iyi davranmış ki küçük prenses bakıcısını çok sevmiş.
Bir zaman sonra prensesin doğum günü yaklaşmış. Babası prensese ne hediye istediğini sormuş. Prenses ne hediye istediğine karar verememiş. Babası kızından sabaha kadar düşünmesini ve sabah almak istediği hediyeyi söylemesini istemiş.
Cadı bunları duymuş. Kral gidince cadı, prensesin yanına gidip: – Babandan şarkı söyleyen ağacın yaprağını iste. O yaprağa sahip olanın başına hiçbir kötülük gelmez ve her istediği olur, demiş.
Sabah olunca kral, kızının yanına gidip ne istediğini sormuş. Kızı: – Şarkı söyleyen ağacın yaprağını istiyorum babacığım, demiş. Kral bu isteği duyunca şaşırmış ve kızına:
– Güzel kızım bu isteğini gerçekleştirmem imkansız, çünkü o ağaç Kafdağının ardındadır ve kim onun yaprağını almak için yola çıktıysa bir daha geri dönmedi. Benden başka bir istekte bulun, demiş. Prenses buna çok üzülmüş. Konuşulanları duyan cadı ise prensesi bir kenara çekip:
– O ağaç Kafdağının ardında değil, sarayın arkasındaki bir bahçededir. İstersen birlikte gidip yaprağını alalım, demiş.
Prensesin saraydan izinsiz çıkması yasakmış. Cadının niyeti prensesi kandırıp kaçırmakmış. Bir sabah gizlice saraydan çıkmışlar ve epey yürümüşler. Ormana girmişler. Her taraf siyah ağaçlarla kaplıymış. Prenses korkmaya başlamış. Cadıya: – Daha gelmedik mi? Diye sormuş. Cadı terslemiş; – Haydi, sen yürümene bak! Bir süre daha yol almışlar. Fakat prenses ağlamaya başlamış. – Ne olur dönelim, çok yoruldum, diye sızlanmış. Cadı, kendi kılığında prensesin karşısına dikilmiş. Prenses cadının çirkin suratını görünce çok korkmuş. Oradan kaçmak istemiş. Cadı, kızı yakalayıp sürüklemiş. Sabaha kadar yol almışlar, en sonunda deniz kıyısına varmışlar. Cadı burada kızı kayığa bindirip denizin ortasında ıssız bir adaya götürmüş. – Bundan sonra burada kalacaksın. Kimse seni bulamaz, çok geçmeden ölürsün, demiş ve oradan ayrılmış. Prenses: – Keşke saraydan izinsiz ayrılmasaydım! Diye ağladığı sırada denizden bir deniz kızı belirmiş. Ağlayan prensese: – Niye ağlıyorsun? Diye sormuş. Prenses, deniz kızına başına gelenleri anlatmış. Deniz kızı gülümsemiş: – Endişelenme. Ben sana bakarım, sana yiyecek getiririm. Beni çağırmak için sana vereceğim kupayı denize atman yeter, demiş ve denize dalmış. Prenses uzun süre adada tek başına yaşamış. Her ihtiyaç duyduğunda elindeki kupayı denize atarak deniz kızını çağırmış. İkisi çok iyi dost olmuşlar, birlikte oyunlar oynamışlar.
Bu arada kral ve kraliçe kızlarının kaybolmasından dolayı çok üzgünmüş. Bütün ülke halkı yas tutuyormuş. Cadı da bu olanlara çok seviniyormuş.
Prenses, bir sabah adanın kıyısında yürürken yaralı bir güvercin görmüş. Bu sırada bir kartal da güvercinin üstüne doğru geliyormuş. Kız eline aldığı bir sopa ile koşarak kartalı korkutmuş ve kartal oradan kaçmış. Prenses güvercini kucağına almış, yaralarını temizlemiş ve ona yiyecek vermiş. Güvercin dile gelmiş:
– Benim yuvam Kafdağının ardında büyüyen şarkı söyleyen ağacın dalındaydı. Bir gün çok uzaklara uçtum, yuvamdan uzaklaştım ve kartal beni yakaladı. Eğer beni, kurtarmasaydın yok olup gitmiştim, demiş. Prenses, şarkı söyleyen ağacı duyunca güvercine: – Ne olur o ağaçtan bana bir yaprak getir, demiş.
Güvercin bunu kabul etmiş. Hemen gidip yaprağı getirmiş. Prenses güvercinden bir isteği daha olduğunu söylemiş. Saçından bir kaç tel ve elbisesinden bir parça vererek saraya götürmesini istemiş. Güvercin bunları gagasına alarak saraya uçmuş. Pencereden girip üzgün üzgün oturan kralın omzuna konmuş. Kral, kuşun ağzındakileri görünce bunların kızına ait olduğunu anlamış. Ve çok sevinmiş. Hemen güvercini takip etmiş ve prensesin hapis olduğu adaya varmış. Yıllar önce kaybolan kızının büyümüş ve güzelleşmiş olduğunu görünce mutluluktan uçmuş. Hep beraber saraya dönmüşler.
Cadı, yıllar sonra adaya gelip de prensesi bulamayınca çok öfkelenmiş. Hemen saraya gitmiş, prensesi orada görmüş. Şarkı söyleyen ağacın yaprağını da görünce olanları anlamış. Yaprağı almayı kafasına koymuş. Gece olunca küçük bir kuş kılığında prensesin odasına girip yaprağı almış ve yerine başka bir yaprak bırakmış. Bıraktığı bu yaprak büyülüymüş.
Sabah olup da prenses uyanıp yaprağa dokununca hastalanmış. Her tarafı yara içinde kalmış. Bunu duyan kral ve kraliçenin mutlulukları tekrar bozulmuş.
Prenses ise olanlardan cadının sorumlu olduğunu anlamış. Onu bulup yaprağı geri almayı kafasına koymuş. Kılık değiştirip yollara düşmüş. Her yerde cadıyı aramaya başlamış.
Günün birinde birisi, “Büyük ormanda bir ihtiyar kadın var, onu bulursan sana yardımcı olur” demiş. Prenses ihtiyar kadının küçük kulübesini bulmuş. İhtiyar kadına isteğini söylemiş. İhtiyar kadın:
– Bana bir yıl hizmet edersen ne yapacağını sana söylerim, demiş. Prenses hiç de alışkın olmadığı halde şikayet etmeden bir yıl çalışmış. Bir yıl sonra ihtiyar kadın:
– Senden memnun oldum, ne yapacağını söyleyeceğim, demiş. Böylelikle hem altın yaprak eline geçecek, hem de cadı sana bir daha zarar veremeyecek, demiş. Prensese bir fare verip saklamasını istemiş. Bir de ayna vermiş ve ihtiyar kadın: – Kafdağına gidip şarkı söyleyen ağacı bulacaksın oradaki devler sana saldırırsa küçük aynayı göster. Onlar sana zarar veremez. Dağın öte yanındaki dereye iner inmez fareyi salıver, aynayı kır ve parçalarından birini farenin ağzına at. Sonra bırak gitsin, sen de ağaca git ve dört defa: “O kaybolan yaprağımdan ne haber? Güzel ağaç, ne olursun, cevap ver!” Dersen yaprağın uçarak gelir, ağacın dibinde bir pınara düşer. Hemen suya girip yaprağı alırsan bütün yaraların iyileşir, demiş.
Prenses, ihtiyarın dediklerini bir bir yerine getirmiş ve sonunda ağacın önüne gelmiş. Ağacın dalları arasında tatlı rüzgarlar esip, çok güzel nameler duyuluyormuş. Prenses ağaca: “O kaybolan yaprağımdan ne haber? Güzel ağaç, ne olursun, cevap ver!” Diye dört defa seslenmiş. Hemen yaprak ağacın dibindeki pınara düşmüş. Prenses suya girip yaprağı almış, eski güzelliğine ve sağlığına kavuşmuş.
Prenses yaprağa sahip olunca, cadının yok olmasını dilemiş. Prensesin dileği gerçekleşmiş ve cadı siyah bir duman olup yok olmuş.
Olanlardan dolayı büyük bir mutluluk duyan prenses, sarayına ve o eski güzel günlerine geri dönmüş. Hep beraber mutluluk içerisinde uzun bir hayat sürmüşler.
|
https://www.masaloku.net/peri-kizi/
|
Peri Kızı Masalı
| null | null | null |
Peri Kızı Masalı
Çocuk masalları sitemizde birbirinden güzel masalları ücretsiz okuyabilirsiniz. Peri masalları sevenler için yazılmış harika bir masal sizi bekliyor.
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, periler ülkesinde, küçük bir peri kasabasında, güzel mi güzel bir peri kızı yaşarmış. Yanakları al al, saçları upuzun, altın gibi bir kalbi olan bu perinin kimseciklere bir kötülüğü dokunmazmış. Al yanakları, uzun ve sarı saçlarıyla, masmavi gözleriyle herkesi kendine hayran bırakırmış. Kasabadaki yaşlılarla, kimsesiz çocuklarla tek tek ilgilenirmiş. Onların bütün ihtiyaçlarını karşılar, hizmetlerini yerine getirirmiş. Bir de her zaman çevredeki tüm çocukları etrafına toplayıp onlara masal okurmuş. Anlayacağınız çok iyi bir peri kızıymış. Günlerden bir gün kasabaya yeni bir aile taşınmış.
Bir tane küçük ama şirin bir kızları varmış. Bu küçük kız dışarı çıktığında, mahallenin tüm çocukları etrafına toplanmış. Hepsi teker teker “HOŞ GELDİN” demişler küçük kıza. Peri kızı bu kalabalığı görünce yanlarına gitmiş. ”Niçin hepiniz buraya toplandınız ? ” diye sormuş. Çocuklar kızı işaret etmişler. Peri kızı’ ‘Haydi bakalım masal zamanı” deyince herkes peri kızının yanına toplanmış. Peri kızı yine ”İşte bu ağacın gölgesinde demiş. ”Herkes ağacın gölgesine gitmiş. Ama sadece yeni gelen kız kalmış. Peri kızı da oraya doğru giderken kız ”Peri kızııı!” diye bağırmış.
Peri kız ”Efendim küçük kız” demiş. Kız peri kıza doğru yaklaşmış. ”Peri kız peri kız neden bize masal okuyorsun?” diye sormuş. Peri kız da ”Size masal okumak içimden geliyor” demiş. Kız hemen ağacın gölgesine gitmiş. Çocuklara masal okumuş. Masal okuduktan sonra çocuklar dağılmış ve oyun parkına gitmişler. Herkes güle oynaya eğlenirken, yanlarına yaşlı bir nine yaklaşmış; ”Yavrularım, kaç gündür susuzum bir damla su ile biraz ekmek verir misiniz?” diye sormuş. Kız hemen bir koşuda her şeyi hazır etmiş, nineye vermiş. Nine ”Teşekkür ederim kızım” demiş, yola koyulmuş. Nine, küçük kızın bu davranışından dolayı çok mutlu olmuş. Böyle iyiliksever, akıllı kızların dünyada sayılarının artması ne iyi olur diye düşünüyormuş. Yine bir gün, çocuklar oyun parkındayken yanlarına gelmiş, elinde pazardan aldığı eşyalarla oyun parkının önünden geçiyormuş. Bu defa kimseden yardım istememiş ama onu gören küçük kız hemen yaşlı ninenin yardımına koşmuş, onun eşyalarını evine taşıyarak yardım etmiş. Yaşlı ninenin evine varınca nine küçük kıza şöyle demiş; “Sevgili kızım, ben periler kraliçesiyim. Dünyada iyiliğin egemen olması için gönderildim. Gördüğüm kadarıyla da sen de iyi bir kızsın. Sana sihirli bir söz söyleyeceğim onu her zaman yüreğinde tutacaksın ve ömrün boyunca mutlu olacaksın.
Küçük kız merakla sormuş, nedir bu söz? Periler kraliçesi cevaplamış; “SEVGİ” demiş. Bu sözü yüreğinde sakla, onu hiç eksiltme. Ömrün boyunca mutlu ve mesut olursun demiş. Küçük kız da hayatından sevgiyi, saygıyı, iyilik yapmayı hiç eksik etmemiş. Ömür boyu mutlu olmuş..
|
https://www.masaloku.net/ezop-masallari/
|
Ezop Masalları Masalı
| null | null | null |
Şahin ile Güvercinler Masalı
Güvercinler, her zaman şahinlerin kendilerini avlayacağı korkusuyla yaşarlar; her zaman dikkatli olmak ve güvercinliğin yakınında kalmak zorunda olduklarını düşünürler. Ancak bu şekilde şahinlerin saldırısından kurtulabilirler. Güvercinlerin bu özelliklerinden dolayı saldırılarının başarılı olmadığını düşünen bir şahin, güvercinleri kurnazlıkla avlamaya karar vermiş.
Güvercinlere; “Beni kralınız olarak kabul ederseniz ben de size saldırmaktan vazgeçerim ve sizi çaylaklardan, doğanlardan korurum,” demiş.
Güvercinler şahinin sözüne inanmışlar ve onu kral olarak seçmişler. Ama şahin tahta geçtikten bir süre sonra, krallık hakkına ve yetkisinde dayanarak, her gün bir güvercini mideye indirmeye başlamış.
Zavallı bir güvercin, yenme sırası kendisine gelirken, “Hak ettik bunu ama; oh olsun bize!” diye söylenmiş.
Bazı ilaçlar, hastalıktan çok daha kötüdür.
Balıkçı ile İzmarit Masalı
Bir gün, balıkçının biri ağını denizden çektiği sırada bir izmarit yakalamış. İzmarit, balıkçıyı görünce başlamış yalvarmaya: “Ne olur beni bırak. Daha ufacığım, etim ne budum ne? beni şimdi tutacaksın da ne olacak? Beni denize bırak, biraz daha büyüyeyim, kocaman bir olduktan sonra o zaman yine yakalarsın. demiş. Balıkçı: “Şu ufaklığa bak hele! Şu ufacık boyunla beni budala yerine mi koyuyorsun? Yarın tutacağım balık bugünkünden büyük olacakmış diye bugün tuttuğumu elimden kaçıracak adam mıyım ben?” demiş.
Daha büyük bir kazanç umduğu için elindekini küçüktür diye kaçırmak akıllı adam işi değildir; onu söylüyor bu masal.
Tilkiyle Oduncu Masalı
Günlerden bir gün, avcılardan kaçan bir tilki, bir oduncu kulübesine saklanmak istemiş. Oduncuya yalvarıp: “Oduncu kardeş, nice zamandır ormanda rastlaşırız, sen iyi bir adamsın. Bana emniyetli bir yer göster de saklanayım.” demiş. Oduncu: “Tamam tilki kardeş, hemen benim kulübeye gir, yatağımın altına saklan orada görmezler seni” demiş.
Çok geçmeden avcılar oduncunun kulübesine yetişmiş, oduncuya: “Kolay gelsin oduncu, bir tilki avlayacaktık da buraya doğru koştu. Ne tarafa gittiğini görmedin mi?” diye sormuşlar. Oduncu ağzıyla: “Görmedim!” dermiş, ama bir yandan da eliyle işaret edip hayvanın nereye saklandığını işaret etmiş. Avcılar oduncunun “görmedim” dediğini duymuş ama kulübenin içinde olduğunu anlamamışlar. Tilkinin eliyle gösterdiği yere koşarak gidip, oradan uzaklaşmışlar. Tilki, avcıların oradan uzaklaştığını görünce saklandığı yerden çıkıvermiş. Hiçbir şey söylemeden oradan uzaklaşmak istemiş. Oduncu tilkiye seslenmiş: “Nereye böyle Tilki kardeş? Seni avcılardan korudum, iyilik ettim, canını kurtardım, sen bana bir teşekkür dahi etmiyorsun!” diye sitem etmeye başlamış. Bunun üzerine tilki şöyle demiş: “Oduncu kardeş, ben sana teşekkür ederdim, ömrüm boyunca minnettar olurdum ama dilinle elin birbirine uymadı ki!” demiş.
Öyle insanlar vardır: ağızları iyilik söyler, elleriyle kötülük etmeye çalışırlar; bu masal işte öyle insanlar için söylenmiş.
Tilkiyle Köpek Masalı
Günlerden bir gün, tilkinin biri başıboş olduğunu düşündüğü bir koyun sürüsüne girmiş, minik kuzulardan birini yakaladığı gibi, Çoban köpeği orada bitmiş. Tilkinin yanına varmış: “Kuzunun yanında ne arıyorsun?” diye bağırmış. Tilki korkarak: “Hiç efendim, bu kuzucuk pek sevimli de, biraz onu okşayayım dedim” demiş. Çoban Köpeği: “Ya şimdi kuzuyu oraya bırakırsın, ya da ben de gelir seni okşarım; köpek okşaması nasıl olurmuş, öğrenirsin!” deyip oradan tilkiyi kovalamış.
Bu masal, hilebazın, hırsızın beceriksizi için söylenilmiş.
Tilkiyle Maymun Masalı
Günlerden bir gün, maymun hayvanların ortasında kalkıp oynamaya başlamış; maymunu görenler pek beğenmiş, onu kendilerine kral seçmişler. Tilki bu durumu çok kıskanmış; nasıl edeyim de bu maymuna bir kötülük edeyim diye düşünmeye başlamış. Bakmış ki bir kapanın içinde bir et parçası duruyor, hemen hayvanların yanına koşarak: “İleride bir hazine buldum, ama onu almak benim gibi kullara değil, ancak bir krala yakışır!” diyerek maymunun kapanın yanına gitmesini sağlamış. Maymun düşüncesizlik etmiş, hiç düşünmeden eti almak istemiş, elini kapana sıkıştırmış.
Dönüp tilkiye şöyle demiş; “Kurnaz tilki! Beni bu tuzağa sen düşürdün” diye söylenmiş. Tilki: “Yahu! Madem bu kadar alıksın, neden kalkıp hayvanlara kral olacağım dersin!.. Hiç böyle bir şey olur mu?” demiş.
Bir işe düşünmeden kalkışanlar yalnızca o işi başaramamakla kalmaz, üstelik kendilerini de komik duruma düşürürler.
|
https://www.masaloku.net/masal-okumanin-onemi-neden-masal-okumaliyiz/
|
Masal Okumanın Önemi, Neden Masal Okumalıyız? Masalı
| null | null | null |
Masal Okumanın Önemi?
Masal, geçmişten günümüze kadar yazılı/sözlü olarak gelen bir edebi türdür. Daha çok 1-12 yaş aralığındaki çocuklara yönelik olan bu yazın türümüz, içinde barındırdığı değerleri çocuklara öğretmesi açısından son derece önemlidir.
Değer eğitiminin yanında çocukların hayal dünyalarını zenginleştirir. Çocuğa okunan bir masal onu bir hayal dünyasına taşır, masalın etkisiyle kendisini bir an o masal karakterleri arasında bir yerde bulur. Çocuklar ne kadar çeşitli masallar okursa, o kadar hayal dünyaları zenginleşir ve yaşamda karşılaştığı olayları daha hızlı kavrar. Yaşamın zorluklarıyla mücadele gücü artar.
Çocuklara masal anlatırken onların anlayabileceği, yaş dönemlerine uygun masallar tercih etmelisiniz. Okul öncesi dönemlerde okunacak masallar önemle seçilmelidir. Çünkü çocukların her şeyi doğrudan kabul ettiği hassas bir dönemdir. Masallar çocuklara öğretilmek istenilen değerleri dolaylı yoldan ifade etmenin en güzel yollarından biridir. Çocukların masal ve hikaye okuması, onların yaşama gücünü arttırır, iyiyi, doğruyu, dürüstlüğü ve en önemlisi iyiliğin mutlaka bir gün kazanacağını masallarda öğrenir. Bilimsel araştırmalarda da masalların çocuğun sosyal ve bilişsel gelişimine katkı sağladığı görülüyor.
Masallar, çocukların dil gelişimine katkıda bulunur, zihinsel gelişimine, sosyal becerilerine katkıda bulunur. Kelime haznesini geliştirir, küçük yaştan itibaren okuma alışkanlığı kazandırır. Çocukların yaratıcı düşünce becerisini kazanmanın ilk adımı masal okumaktır. Olağanüstü olayların anlatıldığı masalları okuyan çocuklar için imkansız kavramı zayıflıyor. Her şeyin gerçekleşebilme olasılığını güçlendiriyor, çocuğun başarma azmini güçlendiriyor. Her şeyi hayal edebiliyor.. Ünlü şairimiz Cemal Süreya; “Masal dinlememiş çocuklar büyüyünce kedi resmini bile cetvelle çizer…” demiş. Burada bizi bekleyen büyük bir tehlikeden bahsediyor şairimiz. Çocukların hayal dünyasını geliştirmek, onların bambaşka bir dünya inşa etmesine olanak sağlamaktır.
Çocuklara masal okumak, onlara hayattan haberler vermektir. Hayvan masalları okuyan çocukların hayvan dostları edinmesi beklenen bir davranıştır. Çünkü masallar aracılığıyla da olsa, hayvanların da insanlar gibi bir takım his ve duygulara sahip oldukları öğrenilir. Hayvan sevgisi gelişir, aynı şekilde bitki masalları okuyan bir çocuk da bitkilere karşı olumlu davranışlar geliştirebilir. Özetle; sevgiyi, saygıyı, güzeli, çirkini, doğruyu, yanlışı her şeyi çocuklara masal ve hikaye okutarak öğretmek mümkündür. Her gün mutlaka çocuğunuza bir masal okuyun, ya da onların masal okumasını sağlayın. Bunun için sitemizde her gün yeni masallar eklemeye gayret gösteriyoruz. Bu konuda sitemize destek olursanız memnuniyet duyarız. Çocuğunuzun bir kitap kurdu, doğa aşığı, hayvan dostu ve kısacası “iyi bir insan” olmasını istiyorsanız, çocuklarınıza mutlaka çocuk yaşta okuma alışkanlığı kazandırın. Bunun da yegane yolu, çocuklarınıza masal ve hikaye okumaktır.
Sevgilerle..
|
https://www.masaloku.net/kurabiye-hirsizi/
|
Kurabiye Hırsızı Masalı
| null | null | null |
Kurabiye Hırsızı Hikayesi
Sevgili çocuklar, Kurabiye hırsızının hikayesini dikkatlice okumanızı ve bu hikayeden dersler çıkarmanızı umuyorum. Keyifli okumalar.. Günlerden bir gün, gecelerden bir gece, kadının biri havaalanında uçağının kalkmasını bekliyordu. Uçağının kalkmasına daha epeyce zaman vardı. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp kendisine oturacak bir yer buldu. Elindeki kitabı okumaya başladı, bir müddet kitap okuduktan sonra yanında oturan adamın olabildiğince cüretkâr bir şekilde aralarında duran kurabiye paketinden birer kurabiye aldığını fark etti; ne kadar görmezden gelse de. Bir taraftan kitabını okuyup kurabiyesini yerken, bir taraftan da gözü saatteydi. Kurabiye hırsızı kurabiyeleri yavaş tüketirken, kadının kulağı da saat tiktaklarındaydı; ama tiktaklar sinirlenmesini yine de engellemiyordu. Kendi kendine düşünüyordu; Kibar bir insan olmasaydım, şu adamın gözünü morartırdım! Her kurabiyeye uzandığında, adam da elini uzatıyordu. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca, Bakalım şimdi ne yapacak? dedi kendi kendine.
Adam yüzünden asabi bir gülümsemeyle son kurabiyeye uzandı ve kurabiyeyi ikiye böldü. Kadın kurabiyeyi adamın elinden kapar gibi aldı ve, aman Tanrım, ne cüretkâr ve ne kaba bir adam; üstelik bir teşekkür bile etmiyor! diye düşündü. Hayatında bu kadar sinirlendiğini anımsamıyordu. Uçağın kalkacağı anons edilince, derin bir nefes aldı ve rahatladı. Eşyalarını topladı ve çıkış kapısına yürüdü. Kurabiye hırsızına dönüp bakmadı bile. Uçağa bindi ve rahat koltuğuna oturdu. Daha sonra kitabını almak üzere çantasına uzandı.
Birden gözleri şaşkınlıkla açıldı. Gözlerinin önünde bir paket kurabiye duruyordu! Çaresizlik içinde inledi;
Bunlar benim kurabiyelerimse eğer; ötekiler de onundu ve benimle her bir kurabiyesini paylaştı! Üzüntüyle, özür dilemek için çok geç kaldığını anladı. Kaba ve cüretkâr olan kurabiye hırsızı kendisiydi.
|
https://www.masaloku.net/gulen-ayva-aglayan-nar/
|
Gülen Ayva Ağlayan Nar Masalı
| null | null | null |
Gülen Ayva Ağlayan Nar Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zamanların birinde, uzak bir diyarda bir padişah yaşarmış. Bu padişahın dokuz tane kız çocuğu olmuş, hiç erkek evladı olmamış. Bir gün sultan hanım yine hamile kalır. Padişah hanımına der ki:
«Eğer bu doğuracağın çocuk da kız olursa hem seni, hem kızını idam edeceğim! Eğer erkek olursa seni bağışlayacağım».
Nihayet kadının vakti saati gelir, doğuracak. Ama padişahın emrinden de çekinmektedir. Hemen ebeyi çağırır, der ki:
«Yarın, bir gün doğurduğumda çocuğun kız olduğunu görürsen ne yap, yap bunu gizle. Çünkü padişah bizi idam ettirecek. Bunu yaparsan sana binlerce altın lira vereceğim».
Kadın sancılanır, ebeyi çağırırlar. Tam doğuracağı sırada bütün hizmetçileri dışarı çıkarırlar. İçeride yalnız ebe kalır. Nihayet sultan hanım doğurur. Bakarlar ki yine kız! O zaman ebe bunu gizler. Hemen padişaha haber gönderir: «Padişaha müjdeyi götürün. Sultan hanım bir erkek çocuğu doğurdu».
Padişaha haber verirler. O zaman padişah çok sevinir. Büyük şenlikler yapar. Fukaralara ziyafetler çeker. Çocuğun uzun ömürlü olması için dualar ettirir. Ama gelip bakmaz, hakikaten oğlan mı, değil mi diye.
Çocuk büyür, beş altı yaşına gelir. Padişah çocuğu sünnet ettirmek ister. Tabiî kız çocuğu daima erkek çocuğu elbisesi giymektedir. Padişah çağırır oğlunu: «Oğlum, bu cuma günü seni sünnet ettireceğim».
Çocuk kendisinin kız olduğunu bilir tabiî. Hemen annesine gider.İkisi de ağlamaya başlarlar. Çocuk anasına der ki: «Anne, sen üzülme, ben babamı aldatacağım. Çünkü daha yaşım küçüktür. Bana birkaç sene daha müsaade versin. Bu işi böylece kapatalım».
Çocuk babasına gider. «Babacığım, sünnet tarihini biraz geriye bırakalım. Çünkü ben daha küçüğüm. Korkarım. Bu sünnet işinden bana hiç olmazsa üç dört sene müsaade et».
Padişah da oğlunu seviyor ya, «kalsın oğlum» der.
Nihayet çocuk on yaşına gelir. Babası sünnet olmasını söyler. Annesine gider. Beraberce ağlamaya başlarlar. Çocuk babasını tekrar kandırabileceğini söyler. Neyse, uzatmayalım, çocuk on dört yaşına kadar sünnet olmadan gelir. Artık babasının emrine karşı da gelemez. Bu sefer mutlaka sünnet olacaktır.
«Ne zaman sünnet olacağım?»
«Önümüzdeki cuma günü»
O zaman padişah, e ne de olsa koca bir şehzade sünnet olacaktır, davetiyeler çıkartır, büyük büyük adamlar toplanır.
Çocuk annesine gider. O da üzüntülüdür: «Artık bu son, ne yapacağız?»
«Sen hiç üzülme anne, ben bugün kaçacağım bu memleketten. Çünkü kalırsam babam beni tanıyacak. Hem beni, hem de seni idam ettirecek. Talihime artık ne çıkarsa. Hem seni kurtaracağım, hem de kendimi. Benim için hiç üzülme».
Öğleden bir saat evvel bu kız babasının has ahırına gider. Bütün atlara bakar ve ağlar. O zaman atlardan simsiyah bir kısrak dile gelir ve çocuğa der ki:
«Kızım, ne ağlarsın?»
«Ben ağlamayayım da kim ağlasın? Mesele böyle böyle. Babam bugün beni sünnet ettirecek halbuki ben kızım. Onun için üzülüyorum. Anlarsa hem annemi hem de beni idam ettirecek».
«Hiç üzülme gel, beni eyerle ve üzerime bin. Padişah babana git. Kendisinden yarım saat müsaade iste. De ki: ‘Ben şimdi sünnet olacağım… Belki bir hafta, on beş gün yatakta kalacağım. Onun için son bir defa civar kasabayı gezeyim. Bana yarım saat müsaade ver, gezip geleyim’. Bakalım ne diyecek».
Babası bu isteği kabul eder, gezmesi için müsaade verir. Bu kız at ile gezerken kısrak şaha gelir ve memleketten dışarı çıkar. Hemen padişaha haber verirler : «Padişahım oğlun kaçıyor».
Hemen arkasından asker yollarlar, vezirler gider, kavaslar gider; hiçbiri bir türlü yetişemez. At kaça kaça belirsiz bir yere gider. Öğleden sonra saat üçte dörtte bir kasabaya yetişir. Kısrak der ki:
«Kızım, burada in. Sen bu memlekete gideceksin, burada kalacaksın. Şimdi benim ensemden üç tane kıl al. Ne gün başın dara gelirse bu kılları birbirine sürt. Ben hemen senin imdadına yetişirim».
At gözden kaybolup gider. Oğlan yoluna devam eder, kasabaya girer. Bir gece handa kalır. Ertesi gün kalkıp kasabayı gezmeye başlar. O gece de aynı handa misafir kalır. Ertesi gün öğleden sonra bakar ki halk akın akın bir tarafa doğru gitmektedir. Bu yabancı olduğu için hiçbir şey bilmiyor. Birkaç kişiye sorar: «Bu halk böyle nereye gidiyor?»
«Oğlum, sen buranın yerlisi değil misin?»
«Hayır, ben bu yerin yabancısıyım».
«Bugün bizim padişahımızın tam onuncu senesidir. Bu akşam bir dev tarafından öldürülecek. Padişah ölmeden evvel kendi ruhu için, kendisine rahmet okusunlar diye yemek dağıtır. Bütün halk yiyecek, oraya gidiyorlar. Onun için herkes üzüntülüdür».
Oğlan da onlarla beraber padişahın sarayına gider. Bakar ki ahçılar yemek dağıtıyor. Bu da kız ya, ahçıların yanına girer, onlara hizmet eder. O da halka yemek dağıtmaya başlar. Ama işin doğru olup olmadığını bilmemektedir. Ahçılara sorar: «Hakikaten böyle bir şey var mı?»
«Evet, bu akşam padişahımız ölecek. Bir dev tarafından ciğeri yenilecek ve ölecek. Çünkü bu memlekette bir padişah on seneden fazla yaşayamaz».
Kız, herkes dağıldıktan sonra kasabanın dışına çıkar. Atın verdiği kılları birbirine çakar çakmaz at ortaya çıkıverir. Hemen kıza sorar:
«Nedir istediğin?»
«Senden bir kılıç isterim. O kılıçla, bu akşam padişahı yemeye gelecek olan devi bir vuruşta öldüreyim».
At hemen bir kılıç verir ve der ki: «Bu kılıcı Allah’ın izniyle bir kere vuracaksın, devin başı kesilecek».
Kız kılıcı alır, beline bağlar.
Halk dağıldıktan sonra padişahı sarayın bir odasına koyarlar, yüksek bir yatağın üzerine beyazlar giydirmiş olarak uzatırlar. Padişah saatten saate ölümü beklemeye başlar. Herkes dağıldıktan sonra bu kız padişahın yattığı yatağın tam altına gizlenir, beklemeye başlar. Birkaç saat sonra, saat dokuz on sularında bir sarsıntı olur. Padişah ölü gibi yatıyor amma kız uyanık. Her taraf zelzele olmuş gibi sallanmaya başlar. O saatte tahtalar gıcırdamaya, kapılar titremeye başlar. Bu sırada kapıdan içeriye simsiyah bir bulut gibi bir dev girer ve hemen padişaha hücum eder. Tam o sırada kız gizlendiği yerden atılır ve «ya Allah» demesiyle deve bir vurur, devi oracıkta yere serer. Kız, nişan olarak da devin saçından bir tutam kesip cebine koyar. Oradan çıkıp gider.
Mesele bitti ya, artık sıra sıra odaları gezmeye başlar. Bakalım bu sarayda gizli neler var diye dolaşır. Bakar ki hanım sultan bir odada kızlarıyla ağlıyor, başka odalarda cariyeler birbirleriyle konuşuyorlar, ağlaşıyorlar. Nihayet en sonda bir odaya gider, anahtar deliğinden bakar ki kırmızı giymiş bir cariye bir oğlanla diz dize oturmuş sohbet edip, gülüyorlarmış. Yani mesele ile hiç alâkası yokmuş gibi davranırlarmış. Kız hayret eder, «nasıl olur da bu kız bu akşam böyle sevinçlidir?» diye. Oradan uzaklaşıp yattığı yere gider, yatıp uyur.
Ertesi sabah bütün halk sarayın yoluna dökülür ki padişahın cenazesini götürüp gömsünler. Padişah da o saate kadar hiç hareket etmez, sanki ölü imiş gibi uzanıp yatar. Gelenler içeriyi kan dolu olarak bulacaklarını sanırlar. Dev padişahı öldürecek ya, ondan kan akacak. Giderler, bakarlar ki padişahları sağ. Kaldırırlar. Padişah da bakar ki dev öldürülmüş. Allah’ına şükürler eder.
Padişah bu işi kimin yaptığını sorup araştırır. O zaman memleketin bütün gençleri, pehlivanları, kuvvetli olanları bahşiş alabilmek için «biz öldürdük» demek isterler. Padişahın da kızları vardı, devi öldürene istediği kızını verecekti. Herkes gider, birer mükâfat alır.
Kız da handa oturmaktadır. Derler ki : «Sen gidip padişahtan bahşişini aldın mı?»
«Hayır».
«Öyleyse git de padişahtan hediyeni al».
Neyse, kız kalkıp padişaha gider. Ona «geçmiş olsun» der. Padişah da ona mükâfat vermek ister. Kız: «Hayır padişahım, der, ben sizin sağlığınızı isterim. Ama bilesin ki bu devi ben öldürdüm».
«E, sen öldürdünse niye gizledin?»
«Eğer inanmazsan, işte devin bir tutam saçı, hâlâ cebimde saklarım».
O zaman padişah bunu yakınına getirir, der ki: «Benden ne dilersen dile! Hiç çekinmeden söyle. Kızlarım var, hangisini istersen vereyim. Seni güveyim yapacağım».
Kız da der ki: «Ben onüç numarada yatan kızını isterim. Hani o kırmızı elbise giyen kızını».
«Bu sarayda üçyüz tane cariye var. O kızdan başka hangisini istersen iste vereyim; o kızı isteme. Çünkü o kız senin başına büyük felâketler getirecek».
«Hayır, ben onu isterim, başka hiçbirisini istemem».
«Peki, çağırayım. Önünde bu meseleyi anlatayım bakalım ne diyecek».
Hemen bu kızı çağırtırlar, kız gelir. «Kızım, bu oğlan devi öldürdü, benim canımı kurtardı. Mükâfat olarak kendisine epey şeyler vaad ettim. Ama o yalnız seni istiyor, seninle evlenmek istiyor. Ben de seni bu oğlana vermeye mecburum».
Kız babasına: «Bana bir gece müsaade et, yarın haber vereyim» der.
«Peki kızım». Sonra oğlana da der ki: «Bekleyeceğiz, bakalım yarın ne haber getirecek. Sana burada bir daire hazırlayacağım, bu sarayda kalacaksın».
«Peki».
Gece olur, herkes yattıktan sonra bu kız dairesinden çıkar. O kırmızı elbiseli kızın odasına gider, anahtar deliğinden bakar. El ayak çekildikten sonra kız odanın orta yerine bir leğen kor, içine de gülsuyu doldurur. Kendisi de yatağına çekilir, oturup beklemeye başlar. Neden sonra bir beyaz güvercin pencereye gelir ve içeri atlar. Gider, leğenin içinde yıkanır, silkinir. Sonunda gayet güzel bir delikanlı olur. Kız ile diz dize oturur sohbet ederler. Ama delikanlı kızı düşünceli görür.
«Nedir derdin? Hasta mısın yoksa? Bu akşam düşüncelisin».
«Ah sevgilim, ne yapacağız bilmem. Dün bir oğlan geldi ve devi öldürdü, hani şu padişahı öldürecek olan devi… Padişah da kendisine büyük mükâfatlar verecekti. Hatta kızlarının hangisini isterse onu verecekti. O musibet de hiçbir şey istemedi de yalnız beni istedi. Padişah da beni ona verecek. Ben bir gece müsaade istedim, işi sana anlatayım diye. Bakalım bu işimizin sonu ne olacak?»
«Hiç merak etme, ben bunun bir çaresini bulurum. Yarın padişaha gidip diyeceksin ki: ‘Şimşir tarağı denilen gayet kıymetli bir tarak vardır. Gitsin, sana bu tarağı getirsin’. O tarak devlerindir. Devler onu öldürecek, o da gelemeyecek».
Ertesi gün kız padişaha çıkar: «Bu oğlan devlerin şimşir tarağını getirebilirse ben de kendisine varabilirim».
Oğlan da oradadır, bunları duyar. Padişah derki:
«Oğlum, duydun ya. Ben sana demedim mi, gel bu kızdan vazgeç».
«Ne isterse istesin ben getireceğim».
Oğlan kızın teklifini kabul eder. Ertesi gün kasabadan çıkar. Kısrağın kıllarını tekrar birbirine çakar çakmaz at ortaya çıkıverir.
«Nedir istediğin?»
«Padişahın kızı devlerin şimşir tarağım istiyor Seni onun için çağırdım».
«Peki, sen hiç merak etme. Haydi arkama bin».
Hemen atın sırtına biner. At der ki: «Kapa gözünü».
At «aç gözünü» deyinceye kadar böyle düzlük bir yere giderler ki düzlükte kırk tane dev yatar. Orada böyle yüksek bir kavak var, o şimşir tarak da o kavağın üstünde sarkıp durur. Devler de o tarağa bakıp dururlar.
«Bak bakalım, der oğlana, devler uyuyorlar mı?»
Kız bakar. Bakar ki devlerin gözleri fincan gibi parlıyor.
«Gözleri açıksa, parlıyorsa uyuyorlardır. Hemen hazır ol. Ben kavağın yan tarafından uçacağım. Sen de tarağı kapacaksın. Ama o vakit arkana hiç bakmayacaksın. Arkandan beddua edecekler, taş atacaklar, kaya atacaklar, hiç aldırma. Yeter ki sen arkana bakma, ben Allah’ın izniyle selamete çıkarım».
Aynen atın dediği gibi olur. Atın şaha geldiği zaman oğlan kavağın yan tarafından uçarken tarağı kapar, geri dönerler. Devler uyanırlar. Arkalarından büyük kayalar, taşlar atarlar, fırtına koparırlar, hiçbirinin tesiri olmaz. Oğlan memlekete gelir, attan iner. At kaybolup gider. Oğlan da tarağı alıp padişahın huzuruna çıkar.
Ertesi gün padişah kızı çağırtır. Kız gelir. «Gel kızım der» işte istediğin tarak geldi. Herhalde bu oğlana varacaksın».
Kız tarağı alır ama bir türlü cevap veremez : «Bana bir gece daha müsaade edin, yarın size haber vereyim».
O gece kız, eskiden yaptığı gibi yine leğeni gülsuyu ile doldurur ve yatağına girer. Beyaz güvercin gelir, yine yıkanıp silkinir, oğlan olur. Yine birbirlerine kavuşurlar. Ama kız yine kederli.
«Ne var ,ne oldun yine?»
«İşte o musibet oğlan istediğim tarağı getirdi, onun için padişah beni zorlar, illa bu oğlana varacaksın diye. Ben yine bir gece müsaade istedim. İşte sana söylüyorum».
«Hiç merak etme sevgilim, bunun işi kolaydır. Yarın padişaha gidip diyeceksin ki: ‘Devlerin aynasını isterim’. Oraya gidince kabil değil gelemez».
Oğlan bunu da kabul eder. Ertesi gün memleketten dışarı çıkar. Yine kılları birbirine çakar, hemen at ortaya çıkıverir. Meseleyi kısrağa anlatır. Kısrak: «Hiç merak etme, Allah’ın izniyle bunu da getiririz».
Oğlan ata biner, atın «kapa gözünü» demesiyle gözlerini kapar. «Aç gözünü» deyinceye kadar giderler. Yine böyle bir yere gelirler. Devler bir kavağın altına yatmışlar aynaya bakıyorlar. O aynada bütün dünyayı görürlermiş. At aynayı nasıl alacağını oğlana tarif eder:
«Ben yan taraftan uçacağım, sen aynayı kap. Yine eskiden olduğu gibi arkana hiç bakma. Allah’ın izniyle kaçarız».
Ama bu kırk devden bir tanesi üç başlıydı, devlerin padişahı idi bu. Oğlan aynayı alıp kaçınca devler arkalarından taş atarlar, fırtına koparırlar, ama bunlar kaçıp giderler. Devlerin padişahı uyanıp da aynanın gittiğini görünce beddua eder:
«İlahi, eğer erkeksen kız olasın, kız isen erkek olasın».
Hemen devin dediği olur, bedduası yerine gelir. At da bu bedduayı duyduğu için kıza der ki:
«Duydun mu, bize beddua ettiler».
«Hayır».
«Bize beddua ettiler ki kız isek erkek olalım, erkek isek kız olalım».
At hemen durur: «Bakalım hakikaten erkek olduk mu, olmadık mı?»
Kendilerini kontrol ederler, ikisi de erkek olduğunu anlar. Zaten istedikleri de bu idi.
Neyse, oğlan aynayı götürüp padişaha teslim eder. Padişah da ertesi gün kızı çağırır: «İşte kızım, aynayı getirdi. Artık hiçbir diyeceğin yoktur herhalde. Hemen bu oğlana varacaksın».
O zaman oğlan rahat rahat konuşmaya başlar, artık oğlan oldu ya:
«Belki daha başka diyeceği vardır padişahım».
Bu sözleri duyan kız der ki: «Bana bir gece daha müsaade edin, bu son olacak».
O gece eski minval üzere kız yine oğlanı getirir, yine diz dize otururlar. Kız meseleyi kendisine anlatır. Oğlan der ki:
«Hiç merak etme. Demek biz ne istersek bu yapacak. Son bir şey daha isteyeceğim, yapması kabil değil. (Çünkü bu oğlan peri padişahının oğlu idi). Kendisinden ağlayan nar ile gülen ayva ağaçlarından birer yemiş isteyeceksin. Getirebilirse o zaman onunla evleneceksin. Ama hiç merak etme bu ağlayan nar ile gülen ayva ağacı yalnız benim babamın bahçesindedir. Oraya kabil değil gidemez, gitse de geri dönemez».
Ertesi sabah kız padişahın huzuruna çıkar: «Bu oğlan ağlayan nar ile gülen ayva ağaçlarından birer yemiş getirebilirse onunla evleneceğim, artık hiç itiraz etmeyeceğim».
Oğlan da padişahın yanındadır, söylenilenleri duyar. Padişah da:
«Gördün mü oğlum, sana ne belâlar getirdi. Ben sana dememiş miydim, bu kadar cariye var, bu kadar güzel kızlar var».
«Hiç merak etme padişahım, ben getireceğim».
Ertesi gün oğlan memleketin dışına çıkar. Yine kılları birbirine çakar, hemen at ortaya çıkıverir. Meseleyi ata anlatır. At: «Hiç merak etme, bunu da getiririz».
Oğlan ata biner, yola çıkarlar. Yolda at kavga eden üç oğlan çocuğu görür. Ortada bir post, bir külâh, bir de değnek var, onun için kavga ederlermiş. At bunların ne olduğunu bilir, anlar. Oğlana der ki:
«Aşağıya in, ne yaparsan yap bu külâhı, postu ve değneği bunlardan al».
Oğlan çocukların yanına gider, sorar: «Ne var, niye kavga ediyorsunuz?»
«Babamız öldü, bunları bize miras bıraktı. Fakat bölüşemiyoruz. Ben postu almak isterim, öbürü de ister; ben külâhı almak isterim, öbürü de onu ister. Onun için kavga ederiz».
«Ben size taksim edersem razı mısınız?»
«Razıyız».
«Şimdi size bir taş atacağım, taşın düştüğü yeri göreceksiniz. Kim taşı daha önce getirirse postu alacak. Taşı ikinci defa atacağım, kim daha tez getirirse külâhı o alacak».
Çocuklar kabul ederler. Oğlan bir taş alır, bu taşı elinin gittiği kadar uzağa fırlatır. Çocuklar hemen o tarafa doğru koşmaya başlarlar. Oğlan da külâhı, postu ve deyneği alıp yerine bir avuç altın lira kor. Çocuklar gelinceye kadar atına biner, uzaklaşır. Çocuklar altınları görünce daha fazla sevinirler. Bunları daha kolay taksim ederler. Neyse biz gidelim bu taraftan oğlana. At oğlanı peri padişahının memleketine götürür. Ama tam bahçeye girmez, dışında durur:
«İşte, bu önümüzdeki saraylar, bahçeler peri padişahınındır. Ağlayan nar ile gülen ayva ağacı bu bahçededir. Artık buradan öteye ben gidemem, sen gideceksin. Bu külâhı giyeceksin, kimse seni göremeyecek. Bu postun üstüne oturup da değneği de posta vurunca post seni istediğin yere götürecek. Git, işini yap. Ben seni burada bekleyeceğim».
Oğlan külâhı başına giyer, postun üzerine oturur ve değnekle posta vurur. «Peri padişahının sarayına» deyip hemen uçarak bahçeye girer.
Peri padişahının oğlu ağlayan nar ile gülen ayva ağacının yemişini istedikleri gün kızı da alıp babasının sarayına gelmiş. Oğlan oraya gelirse ölümünü görsün diye kızı da getirmiş.
Oğlan “bakar ki peri padişahının oğlu ile kız da burada, bir odada eğleniyorlar. Öğle vakti olduğu için bunlara güzel bir ziyafet çekilmiş. Bunu kimse görmüyor ya, bu da hemen masanın bir tarafına oturur. Onların ikisi öbür taraftan yer, bu da bu taraftan. Bakarlar ki yemek eksilir. Kendi yediklerinden başka öbür taraftan da eksilir. Kız ile oğlan «bu nasıl iş?» diye şaşırıp kalırlar.
Kız da düşünceli düşünceli der ki: «Acaba bu musibet bu işi yapabilecek mi? Gelip yemişleri alıp beni götürecek mi? Bu kadar zor iş yaptırdık, bu sonuncusu. Beni götürürse artık bir daha birbirimizi hiç göremeyeceğiz. Onun için bu mendil sana hatıra olsun».
Kız gayet nakışlı bir mendil çıkarır, oğlana hediye eder. Oğlan da:
«Koy oraya, yatağın üzerine. Bu mendili senelerce saklayacağım».
Bunlar zevk u safaya dalarlar. Bizim oğlan mendili de yatağın üzerinden alır. Neden sonra kız ile oğlan mendili ararlar, mendil yok. Bunlar iyice şaşırıp kalırlar.
Onlar böyle düşünürlerken oğlan dışarı çıkar. Ağlayan nar ile gülen ayva ağacını kökünden söker. Periler de orada nöbet beklerlerdi. Ama kimse bunu göremedi. Ne vakit ağaçlar sökülür, havaya kalkar, o vakit nöbetçiler birbirine girerler. Kız ile oğlan da sarayın penceresinden olanları görürler, ama oğlanı göremezler. O külâhı giymiş, postun üstünde oturmaktadır. Peri padişahının oğlu kıza der ki:
«Bu oğlan bizden üstün çıktı. Şimdi bu ağaçları götürecek. Onun için o gitmeden ben seni yerine götüreyim. Artık sen ona varacaksın, onun hakkıdır».
Oğlan, kimse görmeden kızı odasına indirir. Öbür yandan da oğlan ağaçları götürüp padişaha teslim eder: «Padişahım, işte, ben meyvesini değil ağacını getirdim».
Padişah hemen kızı çağırtır: «Bu oğlanı bu kadar zahmete soktun. Bu artık sonuncusu idi. Başka şeye müsaade etmeyeceğim. Yoksa başını kestiririm. Şimdiden tezi yok düğününüzü kurduracağım, sizleri evlendireceğim».
Hemen kırk gün, kırk gece düğün demek kurulur; yemekler, ziyafetler verilir. Kırk birinci gece padişah bunları gerdeğe kor.
Onlar erdi muradına, biz de çıkalım kerevetine.
|
https://www.masaloku.net/sinagrit-baba-hikayesi/
|
Sinağrit Baba Hikayesi Masalı
| null | null | null |
Sinağrit Baba Hikayesi
Sait Faik Abasıyanık’tan güzel bir hikayeyi sizlerle paylaşacağım, hikayenin dili biraz ağır olduğundan 8 yaşından küçük çocuklara okutmamanız tavsiye edilir. Keyifli okumalar..
Cehennem nişanında beş sandaldık. Güzel bir ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki yayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor…
Otuz sekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayaların arasına yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit Baba döner mi avdan. Pırıl pırıl, eleğim sağma rengi pullarıyla ağır ağır, muhteşem, bir ilk çağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kim bilir. Altını, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp sönen sarayını özlemiş, acele mi ediyordu?
Sinağrit Baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir Sinağrit Baba, ne oltalar koparmıştır. Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken, daha eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir “Vatos’un, bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var.
İyisi mi, muhteşem bir sofraya kurulmalı, bir zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir akıllı mahluka kendini teslim etmeli. Sinağrit Baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur: kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır.
Evet, fukaradır ama, kibirli değildir. Sinağrit baba fukaralıkta gururu sever. Öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı Hasan’dır. Geç! Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit Baba cesur insandan hoşlanır. Bir başka oltaya başvurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit Baba, geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit Baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmaya değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti.
Sinağrit Baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis, oltasını hızla topladı: -Vay anasını be, Nikoli! -dedi-, iğneyi dümdüz etti. Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğuyla sarsmakta olan Sinağrit Baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fukaraydı. Kibirliydi de. Sinağrit Baba, kibirli fukarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsanoğlunda o başka bir şey, gurura pek benzeyen şey, yerinde, vaktinde bir gurur, o da değil, insanoğlunun insanlığından, ta saçının dibinden, oltasını tutuşundan beliren, isteyerek olmayan, ama pek istemeyerek de gelmeyen bir gurur isterdi.
Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedeni fır döndüsünden alıp gidemezdi. Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi. Sinağrit Baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saray meydanını seyrediyordu.
Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan on beş tane fener vardı. Öteki kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarı çıkarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıdaki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı.
Sinağrit Babaya büyüyen gözleriyle, “Bizi kurtar şu lanetlemeden” der gibi bakıyorlardı. Sinağrit Baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu muydu, tamamdı. Ama hiçbirini kurtarmıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit Baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun, bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemeyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresini koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman, bir hareketin bir neticesi ve faydası olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit Baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit Baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeyi?.. O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti.
Sinağrit Baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin, tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman, Sinağrit Baba, büyük gözleriyle kendisini yakalayana sevinçle baktı. Sinağrit Baba, etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilemediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde:
Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca, cesur, cömert, Sinağrit Baba’nın istediği şekilde mağrur yaşamıştı. Ama Sinağrit Baba bu adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim göremediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihi yaver gitmiş birisiydi. Kimdi, neydi? Sinağrit Baba da bilemezdi. Ama belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile bir imtihana sokulmadığını anlamıştı.
Belki de sonuna kadar bir imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit Baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnından okuyordu. Bu adam o kadar talihliydi ki, daha ikiyüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit Baba yakalanır mıydı? Sinağrit Baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı. Sinağrit Baba son nefesini böylece hiçbir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.
|
https://www.masaloku.net/kolay-siir-karagoz-ve-hacivat/
|
Kolay Şiir
| null | null | null |
Kolay Şiir Karagöz ve Hacivat Konuşması
(Hacivat, arkadaşının arkasından yetişir.)
HACİVAT – Karagöz’üm bu ne dalgınlık böyle?
KARAGÖZ – Aklımı karıştırma, ben kimseyle dargınlık falan yapmıyorum.
HACİVAT – Dargınlık demedim yani pek düşüncelisin!
KARAGÖZ – Hay hay!… (Söylenir.) Duvarın güneşi yok… Sen duvarsın… olmadı!
HACİVAT – Bunları bana mı söylüyorsun?
KARAGÖZ – (Söylenir.) Güneşin duvarı yok…
HACİVAT – Aklından zorun mu var?
KARAGÖZ – Hakkı da boru yok, git Ali’den al!
HACİVAT – Karagöz’üm iyi misin?
KARAGÖZ – Ben iyiyim, sen nasılsın Hacı Cavcav?
HACİVAT – Hâl hatır sormuyorum, yani aklın başında mı?
KARAGÖZ – Köftehor benimle alay mı ediyorsun? Aklım göbeğim de değil ya, tabii aklım başımda!
HACİVAT – Pekâlâ, öyleyse neden saçma saçma söylenip duruyorsun bakalım?
KARAGÖZ – Anlayamadın mı, şiir yazıyorum.
HACİVAT – Hah hah hah!… Aman Karagöz’üm beni güldürdün! Sen şiir mi yazıyorsun?
KARAGÖZ – Pataklarım ha! Sen yazmıyorsun diye kıskanma!
HACİVAT – Kıskanmak değil efendim, sen güzel şeyler yaparsan ben de gururlanırım.
KARAGÖZ – Homurdanırsan homurdan!…
HACİVAT – Karagöz’üm, okuması-yazması olmadığı halde güzel şiirler söyleyen halk şâirlerimiz var ama… Sen bugüne kadar şiirle hiç uğraşmadın ki! Nereden çıktı?
KARAGÖZ – Televizyondan çıktı Hacı Cavcav! En güzel şiiri yazıp gönderenlere çok para verecekler.
HACİVAT – Efendim, şimdi anladım. Demek ki sen öteki şiirlerle yarışacaksın!
KARAGÖZ – Hay hay, tömbeki şiirlere karışacağım.
HACİVAT – Pekâlâ, derece alanlara ne veriyorlar?
KARAGÖZ – Her gece kalanlara bir kilo ıspanakla, iki paket muşmula veriyorlar. HACİVAT – Canım yani en güzel şiirlerin sahiplerine ne kadar ödül koymuşlar?
KARAGÖZ – Üç tane bülbül koymuşlar, birisi kaçmış…
HACİVAT – Anlaşılan şiir yazacağım diye senin olan aklın da yerinde değil… İyice saçmalamaya başladın!
KARAGÖZ – (Söylenir.) Güneş duvara küsmüş. Böcekler taşların gölgesini ısırmışlar…
HACİVAT – Bu nasıl şiir Karagöz’üm?
KARAGÖZ – Köftehor, sen ne anlarsın! Modern şiir! Oğlum öğretti, bana kitaptan şiirler dinletti.
HACİVAT – Yani önünde örnekler var, öyle mi?
KARAGÖZ – Hay hay, önümde ördekler var, arkamda kazlarla hindiler var.
HACİVAT – Sen Kim, şiir yazmak kim?…
KARAGÖZ – Ben de oğluma öyle söyledim? “Kitaplardan seç, altına benim adımı yazıp yolla” dedim. “Babacığım, sen çok güzel modern şiirler söylersin!” dedi.
HACİVAT – Şiirlerini nereye yazıyorsun?
KARAGÖZ – Aklıma yazıyorum, eve gidince de aynısını söylüyorum oğlum kağıtlara yazıyor.
HACİVAT – Hece mi yazıyorsun.
KARAGÖZ – Aklıma ne zaman gelirse, gece-gündüz yazıyorum.
HACİVAT – Anlaşılan serbest yazıyorsun!
KARAGÖZ – Amin, kimse karışmıyor. Ben de serbest yazıyorum.
HACİVAT – Efendim bu hece ile serbest dediğim şiir yazmakta kullanılan ölçülerdir. Oğlun anlattı mı bilmiyorum, bir de kâfiye var.
KARAGÖZ – Nerede Sâfiye var?…
HACİVAT – Sâfiye değil, kâfiye… Yâni şiirde satır sonlarında bulunan ve söylenişleri birbirine benzeyen kelimelere denir. Meselâ güneş, eş, güreş…
KARAGÖZ – Hay ağzına sağlık Hacı Cavcav, ben sabahtan beri onları arıyordum. Bak şiirimi dinle! Duvarla güneş, tuttular güreş… Duvarın dibinde iki leş, biri Hacı Cavcav biri keleş…
HACİVAT – Karagöz’üm unutmadan eve yetiş de, oğlun hemen yazıp göndersin!
|
https://www.masaloku.net/pazar-cantasi-karagoz-ve-hacivat/
|
Pazar Çantası
| null | null | null |
Pazar Çantası Karagöz ve Hacivat Konuşması
(Karagöz, Hacivat’ın dükkânında oturmaktadır.)
HACİVAT – Hayrola Karagöz’üm, epeydir oturuyorsun ama yere bakıp kaldın?
KARAGÖZ – Havaya bakıp kalsam boynum ağrır.
HACİVAT – Şakayı da elden bırakmıyorsun ama canını daha fazla sıkmamak için bir şey soramadım.
KARAGÖZ – Sağolasın Hacı Cavcav!…
HACİVAT – Fakat merak ettim doğrusu, benim yapabileceğim bir şey var mı?
KARAGÖZ – Kimsenin yapabileceği bir şey yok…
HACİVAT – Allah Allah, başına bu kadar kötü bir şey mi geldi Karagöz’üm?
KARAGÖZ – Şey… Yoktan geldi, yoka gitti.
HACİVAT – Aaaaaa, bu kadar üzüntünün üstüne nasıl gülüyorsun?
KARAGÖZ – Aaaah ah, sen de olsan, aklına geldikçe gülersin!
HACİVAT – Hem ilk defa senin elinde Pazar çantası görüyorum. Herhalde pazara gidiyorsun?
KARAGÖZ – Hayır, pazardan geliyorum.
HACİVAT – İyi ama, paran yoksa pazara niye gittin. Paran varsa neden boş çanta ile dönüyorsun?
KARAGÖZ – Köftehor, anlatmazsam öğrenene kadar sorup duracaksın!
HACİVAT – Aferin Karagöz’üm, haydi kendiliğinden bir güzel anlatıver? Neler oldu bakalım?…
KARAGÖZ – Alay edersen pataklarım ha!
HACİVAT – Etmem etmem, sen hele başla!…
KARAGÖZ – Çocuklar paramız kadar bir şeyler almışlar ama can sıkıntısı ile ben de pazarın kenarından şöyle bir geçiyordum. Belki taşımak için yardım isteyen olur da üç beş kuruş alırım diye de aklıma geldi.
HACİVAT – Tabii Karagöz’üm, iyi düşünmüşsün! Sonra?…
KARAGÖZ – Sonra adamın biri seslendi. Orada yeni bir Pazar çantası almış, eskisini de bana uzattı.
HACİVAT – Haydi bakalım pazar çantan da oldu.
KARAGÖZ – Adam “Biraz tamir et, kullanılır” dedi. Baktım sapı da sağlam.
HACİVAT – Aferin adamcağıza!…
KARAGÖZ – Pazar da âlem Hacı Cavcav!…
HACİVAT – Çok kalabalık var değil mi?
KARAGÖZ – İstavrit vardı ama alabalık hiç görmedim.
HACİVAT – Neyse, sonra?…
KARAGÖZ – “Bir de ben dolaşayım, bakalım neler var?” diyerek pazara girdim.
HACİVAT – İyi yapmışsın efendim!
KARAGÖZ – Aaaaa, o da ne?…
HACİVAT – Aman yine ne oldu?…
KARAGÖZ – Birkaç patates yere düşmüş… Satıcıya gösterdim. “Al senin olsun!” dedi. Attım çantaya…
HACİVAT – Gördün mü Karagöz’üm, pencere köşesinde uyuklamanın ne faydası var? Sonra?
KARAGÖZ – Bir başka satıcı da lekeli diye satamayıp ayırdığı üç beş elmayı verdi.
HACİVAT – Oooooh oh, ne güzel… Dolaşmaya devam et!
KARAGÖZ – Zaten ben de öyle yaptım.
HACİVAT – Aman Karagöz’üm, bir sefer Pazar yeri toplanırken rastladım da, neler atılıyor neler…
KARAGÖZ – Dolmalık biberler, sivri biberler, salçalık biberler, çarliston biberler…
HACİVAT – Canım Pazar satıcısı gibi sayıp durma!
KARAGÖZ – Sayıp durmadım köftehor! Benim çantaya onlardan da birer ikişer koydum. Kırılmış hıyarlar, azıcık çürümüş meyveler derken…
HACİVAT – Çanta ağırlaşmadı mı?
KARAGÖZ – Yoooo, boşmuş gibi hafif…
HACİVAT – Daha dolmadı mı Karagöz’üm? Sonra içindekiler ezilir efendim!
KARAGÖZ – Yooooo, boşmuş gibi ne koyarsan alıyor!
HACİVAT – Allah Allah, nasıl oluyor?
KARAGÖZ – Köftehor, nasıl olacak, çantanın alt dikişi sökülmüş… Koyduklarım dolaşırken bir yandan da birer birer dökülüyormuş… Az kalsın “Hırsız var” diye bağıracaktım. (Karagöz gider.)
|
https://www.masaloku.net/konusan-organlar/
|
Konuşan Organlar Masalı
| null | null | null |
Konuşan Organlar Masalı
Günlerden bir gün, vakit gece yarısını geçmişti. Kalp, atışlarını yavaşlatmış; akciğer soluk alıp verme hızını düşürmüştü. Beyin ise, renkli bir rüyaya başlamıştı. Mide: -Of! Diye inledi. Gözümü uyku tutmuyor. Ağzıma kadar tıka basa doluyum. İçimi sıkıntılar basıyor. Beyin, hemen uyandı: -Ne oluyor orada? diye sordu. Karaciğer: -Ne olacak, midenin gene uykusu kaçtı. Oburluğun sonu işte budur. Mide bu sözlerden alındı: -Bütün suç bende mi? Diye sızlandı. Karaciğer: -Aldığın fazla besinlerin bana da zararı dokunuyor. Onların getirdiği maddelerle uğraşırken yorgun düşüyorum. Toplardamar söze karıştı: -Kanımdaki yağların oranı gene yükseldi. Geriye zorlukla dönüyorum. Karaciğerin bu yağları düzene sokması gerekirdi. Karaciğer: -Sen de suçu bana mı yüklüyorsun arkadaş? Dedi. Atardamar havasız kalmıştı: -Susun artık! Diye çıkıştı. İşime engel oluyorsunuz. Ah, biraz daha temiz hava olsaydı.
Bu sözler üzerine Akciğer, soluk alıp vermeyi hızlandırdı. Ama temiz hava bir türlü gelmiyordu.
Beyin: -Çocuklar, dedi. Birbirinizi suçlamayı bırakın. Siz görevlerinizi yerine getirdiniz. Karaciğer: -Şu mide dostumuz da görevini yapsa iyi olacak doğrusu! Dedi. Beyin, mideyi savundu: -Bu fazla yemeklerin sorumlusu mide değil! Dedi. Karaciğer şaşırdı: -Kim öyleyse? -Kim olacak, sahibimiz! Biz bir insanın organlarıyız. Onun bu akşam yemeğini fazla kaçırması, sizleri böyle uykusuz bıraktı. Akciğer: -Ama temiz hava da yok. Oksijensiz kaldım. Hiç böyle zorluk çekmemiştim. Kalp: -Gittikçe ben de kötüleşiyorum dedi. Beyin: -Sahibimiz fazla yemek yediğinden hemen ağırlaştı, uykuya daldı. Her akşam yemeğinden sonra yaptığı gibi, bir gezinti yapmadı. Yatak odasının pencereleri de sıkıca kapalı duruyor. Dışarıdaki temiz hava içeriye giremiyor. Mide telaşlandı: -Ne yapacağız öyleyse? Bunun bir çaresi yok mu? Kalp: -Onu uyandıralım, dedi. Atardamar sordu: -Nasıl uyandıracağız? Beyin: -Çok kolay dedi. Şimdi ben korkulu bir rüya göreceğim. Kalp hızlı hızlı atacak. Ter bezleri ter salgılayacak. Sahibimiz de uyanmak zorunda kalacak. Mide sevinçle bağırdı. -Yaşasın! Beyin: -Susun da artık rüyaya başlayayım dedi. Bütün organlar, derin bir sessizlik içine girdiler. Beyin, hemen bir rüya düzenledi. İnsan, rüyasında karanlık bir kuyuya düşen oğlunu kurtarmak için çırpınıyordu. Kocaman bir yılan geldi, boynuna dolandı. O sırada kalp, “güm güm” diye sesli sesli attı. Ter bezleri, yağmur gibi ter salgıladılar. Adam, korkuyla uyandı. Alnı, boynu ter içindeydi. Yataktan heyecanla fırladı. Pencereyi açtı. Balkona çıktı. Derin derin solup alıp verdi. Sonra çocuk odasına gitti. Oğlu, mışıl mışıl uyuyordu. “Ne korkunç bir rüyaydı!” diye mırıldandı. Bir bardak maden suyu içti. Odaları dolaştı. “Galiba akşam yemeğini fazla kaçırmışım” diye düşündü. Az sonra rahatlamış olarak yatağına yattı. Hemen uyudu, derin bir uykuya daldı. Beyin: -Geçmiş olsun çocuklar! Dedi. Artık biz de rahat bir uyku çekebiliriz.
|
https://www.masaloku.net/daglar-beyinin-oglu-ile-ovalar-beyinin-kizi/
|
Dağlar Beyi'nin Oğlu ile Ovalar Beyi'nin Kızı Masalı
| null | null | null |
Dağlar Beyi’nin Oğlu ile Ovalar Beyi’nin Kızı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde analar doğacak çocuklarının beşiğini sallar iken.. Ben sedirde mışıl mışıl uyurken.. Bir ses duyup kalktım. Etrafa şöyle bir baktım. Periler dans ediyor, bitkiler cirit oynuyordu. Başka hiç kimseler yoktu.
Bir varmış bir yokmuş… Dağlar Beyi’nin kırk yaşından sonra bir oğlu olmuş. Bu çocuk, gece demez gündüz demez ağlar dururmuş. Karısı bıkmış usanmış bunun elinden. Bir gün yine emzirip beslemiş. Ama çocuk dilli düdük gibi ötüp duruyormuş. Kadıncağızın canı sıkılmış! Çocuğu evde bırakarak çarşıya alışverişe gitmiş. Bu sırada bir kuş gelerek çocuğu alıp götürmüş. Kendi yavrularıyla beraber besleyip büyütmüş. Çocuk on dokuz, yirmi yaşlarına gelince tıpkı bir kuşa benzemiş. Diğer kuşlar gibi uçmaya başlamış. Bir gün Ovalar Beyi’nin konağının üzerinden uçuyorlarmış. Bey’in kızının bahçede gergef işlediğini görmüş. Öbür kuşlardan ayrılarak bir ağaca konmuş, kız bir ara elindeki işi bırakarak dolaşmaya başlamış. Kuş olan oğlan, kızın iğnesini, ipliğini alarak uçup gitmiş. Kız arkasından bakmış kalmış. İşte ne olduysa o günden sonra olmuş. Kız sararıp solmaya başlamış. Babası merak edip: “
Ne derdin var?”, diye sormuş. Kız olanları anlatmış, sonra:
– Bana bir hamam yaptır da yıkanıp derdimi atayım, demiş. Ovalar Beyi bir haftaya varmadan hamamı yaptırıp kızına teslim etmiş. Sonrada tüm ülkede tellâl ünletmiş:
-Bey’in kızı bir hamam yaptırdı. Derdi olanlar gelip yıkansın. Aklanıp paklansın. Derdi olmayanlar hiç uğramasın. Duyanlar duymayanlara söylesin…Bunu duyan ülkenin tüm dertlileri hamama dolmuş. Kız her gelene derdini soruyormuş. Biti olan bitleniyor, kiri olan aklanıyor, derdi olan paklanıp gidiyormuş. Ama kız kendi derdini bir türlü unutamıyormuş. Bir gün Beyler Beyi’nin karısı hizmetçisi ile beraber hamama geliyormuş. O kuş, hizmetçinin elinden bohçayı alıp kaçmış… Hizmetçi kuşun peşinden koşmuş. Akşama doğru ormanlık bir yere varmışlar. Kuş derede yıkanınca yakışıklı bir delikanlı olup çıkmış. Sonra kılıcı ile büyük bir kayayı yararak içine girmiş. Daha kaya kapanmadan hizmetçi de arkasından girmiş. İçerisi küçük bir saray gibiymiş! Bir yere gizlenerek konuşulanları dinlemeye başlamış. Oğlan:
-İğnen burada, ipliğin burada; kendin neredesin? A canımın canı, gönlümün sultanı, diye söylenip duruyormuş. Sabah olunca oğlan kayayı yarıp dışarı çıkmış. Derede yıkanıp tekrar kuş olmuş. Bu sırada hizmetçi bohçayı alıp dışarı çıkmış. Gide gide yorulup bitkin düşmüş. Önüne çıkan bir mandaya:
-Beni sırtına bindirir misin?, diye sormuş. Manda da: -Sırtımı kaşırsan bindiririm, demiş. Hizmetçi mandanın sırtını kaşıyarak binip gitmiş. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir dere kenarına varıp dayanmışlar. Dereden sel geldiği için geçememişler. Orada ineklerini otlatmakta olan bir nine görüp yanına varmış.: -Bu dereden nasıl geçeceğiz, diye sormuş. -Başımı bitlersen söylerim, demiş nine. -Kara su geçsin, sarı su geçsin. Mavi su gelince geçersin, diye anlatmış. Hizmetçi dere kenarında beklemiş. Mavi su gelince mandaya binip hamama varmış. Başından geçenleri anlatmış. Kız: -Eğer beni oraya götürürsen bu hamamı sana veririm, demiş.
Birlikte yola düşmüşler. Akşam olmadan varacakları yere varmışlar. Akşama doğru kuş çıkıp gelmiş. Derede yıkanıp fidan gibi bir delikanlı olmuş. Kayayı yarıp içeri girmiş. Arkasından onlar da girip bir yere saklanmışlar. Oğlan: -İğnen burada, ipliğin burada; kendin neredesin? A canımın içi, deyince kız saklandığı yerden çıkıp:
-Kendim de buradayım, diyerek oğlanın kollarına atılmış. O gece karı koca olmuşlar. Ertesi gün hizmetçi kızı hamama göndermişler. Günler geçip gidiyormuş. Oğlan her gün sabahleyin giderken kayayı kapatıyormuş. Kızı bir can sıkıntısı almış ki, geldiğine geleceğine bin pişman olmuş. Günlerden bir gün hamile kaldığını anlayıp durumu kocasına anlatmış. Doğum yaklaşınca oğlan:
-Seni anneme götüreyim. Ben yukarıdan uçarım, sen benim gölgemden yürürsün. Anneme varınca: “Oğlunun selâmı var, beni evinizde konuk edeceksiniz”, dersin diyerek yola çıkmışlar. Kız eve varınca söylenenleri yapmış. Onu eve almışlar, ama merdiven altında yatırmışlar. Kız o gece doğum yapmış. Çocuğun göbeğinde aynı babasının ki gibi üç tane beni varmış. Oğlan kuş şeklinde gelip pencereyi tıklatmış. Kız:
-Ne var, ne istiyorsun?, diye sormuş. Oğlan: -Uyusun da büyüsün, hanım ninesi duysun, diye bağırmış. Hizmetçiler duyup hanıma durumu anlatmışlar. Hanım çocuğu görünce iyice inanmış. O gün camları katranla boyamış. Kuş akşam pencereye gelince yapışıp kalmış. Oğlan: -Eyvah! Bana yazık ettiniz. Ben burada yaşayamam, diye çırpınmaya başlamış. Annesi: Oğul oğul! Canım oğul, canımın içi oğul! Seni bana kavuşturan Tanrı’ya şükürler olsun! Söyle senin için ne yapabilirim?, diye sormuş. Oğlan:
-Babam ormandan çalı çırpı toplayıp yaksın. Bir kuş ölüsü bulup içine atsın. Öbür kuşlar arkadaşımız öldü diye kendilerini ateşe atarlar. O sırada ben de derede yıkanır insan olurum, demiş. Söylenenler yapılınca oğlan kuşluktan çıkıp yiğit bir delikanlı olmuş.
Dağlar Beyi oğluna; Ovalar Beyi kızına kavuşmuş. Kırk gün kırk gece düğün yaparak tekrar evlenmişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
|
https://www.masaloku.net/asla-yalan-soylemeyen-cocuk/
|
Asla Yalan Söylemeyen Çocuk Masalı
| null | null | null |
Asla Yalan Söylemeyen Çocuk Masalı
Çok çok eski zamanlarda, insanlar ilim öğrenmek için çok çalışırlar, her türlü güçlüklere katlanırlardı. Küçük yaşlarında köylerinden, ailelerinden ilim öğrenmek için ayrılırlar, yıllarca onlardan uzaklarda zor şartlar altında yaşarlardı. Seyyid Abdülkadir’in de küçük yaşta içine öğrenme arzusu doğmuş, bunun çarelerini aramaya başlamıştı. Sonunda dayanamadı, annesine gelerek;
-Anneciğim, ilim öğrenmek için Bağdat’a gitmek istiyorum… dedi. Çünkü o zamanlar Bağdat ilmin merkeziydi.
Annesi ise;
-Senden ayrılmaya gönlüm razı olmuyor. Ancak seni de Allah yolundan alıkoymak istemem. Annesi Abdülkadir için yol hazırlıkları yaptı. En sonunda da oğluna lazım olur diyerek, 40 altını kaybetmemesi için bir kese içinde yeleğinin koltuk altına dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak şöyle dedi;
-Sana son olarak nasihatim şudur ki, eğer beni ve Allah’ı memnun etmek istiyorsan asla yalan söyleme, doğruluktan ayrılma. Allah her zaman ve her yerde doğruların yardımcısıdır. Seyyid Abdülkadir annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat’a giden bir kervana katılarak yola çıktı. Hemedan yakınlarında dar bir geçide girdiklerinde kervanda bir bağrışma koptu. Eşkıyalar kervana saldırmışlardı. Bir anda bütün sandıklar yere yıkıldı, eşyalar yağma edilmeye başlandı. Haydutlar kervandakilerin neyi var neyi yoksa hepsini alıyorlardı. Eşkıyalardan biri de Abdülkadir’in yanına geldi. Onun fakir haline bakarak şaka olsun diye;
-Söyle bakalım senin neyin var fakir çocuk? Abdülkadir;
-Yalnız 40 altınım var, diye cevap verdi. Haydut önce şaşırdı sonra gülmeye başladı. İnanamadı ve tekrar sordu;
-Doğru mu söylüyorsun? Abdülkadir:
-Evet, doğru söylüyorum, 40 altınım var. Eşkıya meraklandı. Abdülkadir’i elinden tutup reislerine götürdü. Durumu reislerine anlattı. Haydutların başı;
-Senin 40 altının varmış, doğru mu bu? Abdülkadir;
-Evet doğru. Reis;
-Söyle bakalım. Onu nereye sakladın? Abdülkadir;
-Hırkamın içinde koltuğumun altında saklı. Bunun üzerine haydutlar hırkasının içinde, koltuğunun altında saklı bulunan 40 altını bularak reislerine verdiler. Herkes çok şaşırmıştı. Reis hayretle sordu;
-Peki evladım, sen niçin üzerinde altın olduğunu söyledin? Eğer bize söylemeseydin onları bulamazdık. Abdülkadir;
-Ben annemden ayrılırken, asla yalan söylemeyeceğime dair söz vermiştim. Arkadaşınız senin bir şeyin var mı diye sorunca, altınlarım olduğunu söyledim. 40 altın için verdiğim sözden döneceğimi mi zannediyorsunuz? Bu sözleri duyan haydutların reisi çok şaşırdı ve derin bir düşünceye daldı. Sonra etrafındakilere dönerek;
-Yazıklar olsun bizlere. Bu çocuk kadar olamadık. Bu çocuk annesine verdiği sözünden dönmemek için her şeyini veriyor. Bizler ise Allah’a söz verdiğimiz halde, hiçbir zaman verdiğimiz sözlerde durmadık. O’nun yapma dediklerini yaptık yarın Allah’ın huzuruna çıktığımızda halimiz nice olacak? Sonra şöyle devam etti:
-Sizler şahit olun. Şuanda bu çocuk benim kötü yoldan dönmeme sebep oldu. Şimdiye kadar yaptığım bütün günahlarım için pişman olup tövbe ediyorum. Bundan sonra iyi bir insan olup, Rabbim’in sevmediği işleri yapmayacağım. Reislerine çok bağlı olan haydutlar hep bir ağızdan;
-Reisimiz, biz senden ayrılmayız. Sen hangi yolda yürürsen biz de o yolda yürürüz diyerek hepsi birden pişman olup tövbe ettiler. Kervandaki insanlardan ne aldılarsa hepsini geri verdiler ve bir daha haydutluk yapmayacaklarına söz verdiler. Seyyid Abdülkadir ise yoluna devam ederek Bağdat’a ulaştı. Orada ilim tahsiliyle meşgul oldu. Kısa bir zaman içinde çok ünlü bir alim oldu. Binlerce insanın Kötülüklerden vazgeçip iyi birer insan olmalarına vesile oldu. Siz siz olun asla yalan söylemeyin.
|
https://www.masaloku.net/ramazan-ikrami-karagoz-ile-hacivat/
|
Ramazan İkramı Karagöz ile Hacivat Masalı
| null | null | null |
Çocuklara için Karagöz ile Hacivat Konuşmaları
Ramazan İkramı
(Hacivat, arkadaşını kapıda karşılar.)
KARAGÖZ – Merhaba Hacı Cavcav!…
HACİVAT – Ooooo, Merhaba merhaba! Dükkânıma hoş geldin, safalar getirdin Karagöz’üm!
KARAGÖZ – Sopalar falan getirmedim.
HACİVAT – Efendim, sözlerimi hemen yanlış anlamaya başladın. Sopalar olur mu! “Sâfalar getirdin!” dedim. Yani seni görünce rahatladım ve çok sevindim demektir.
KARAGÖZ – Âmin, âmin!…
HACİVAT – Hele otur bakalım! Biraz dertleşelim.
KARAGÖZ – Hay hay, biraz dert deşelim ama sen önce dükkânına gelen misâfire ikramını yapsana!
HACİVAT – Aman Karagöz’üm, sen şaşırdın mı?
KARAGÖZ – Şimdi seni bir güzel pataklarsam, görürsün kimin şaşırdığını!…
HACİVAT – Allah Allah?… Şaka mı yapıyorsun, yoksa benimle alay mı ediyorsun?
KARAGÖZ – İkisi de değil…
HACİVAT – Karagöz’üm Ramazan’dan haberin yok mu?
KARAGÖZ – Var… Şimdi eve gitti.
HACİVAT – O Ramazan değil, şu bildiğimiz Ramazan… Hani yılda bir kere geliyor ya!
KARAGÖZ – Haaa, Almanya’daki Ramazan’ı mı soruyorsun? Anasına mektup yazmış da mayısta gelecekmiş…
HACİVAT – Allah iyiliğini versin, mübârek günde yine benim sinirlerimi bozmaya başlıyorsun.
KARAGÖZ – Köftehor , asıl sen benim sinirlerimi bozacaksın! Geçende uğradım da, hemen “Sana ne ikram edeyim Karagöz Beyefendi?” demedin mi?
HACİVAT – Canım dedim ama o zaman Ramazan gelmemişti.
KARAGÖZ – Köftehor, Ramazan’dan bana ne? Ona da geldiği zaman ayrı ikramını yaparsın!
HACİVAT – Yârabbi bana Ramazan sabrı ver!
KARAGÖZ – Sabri’yi falan karıştırma da ikramını yap!
HACİVAT – Allah Allah… Hem anlayamıyorum, hem de anlatamıyorum galiba! Yani sana şimdi çay kahve, ayran falan ikram etsem utanmadan içecek misin?
KARAGÖZ – Hele sen ikram et de görürsün ne olacağını!
HACİVAT – Oruç değil misin, nasıl içeceksin?
KARAGÖZ – Hacı Cavcav, oruç senin başına mı vurdu? Ben onları içeceğim dedim mi? Senden çay, kahve, ayran falan istedim mi?
HACİVAT – Aman Allah’ım aklım karmakarışık oldu. Pekâlâ ne istiyorsun Karagöz’üm?
KARAGÖZ – Benim gönlümden ne koparsa onu ikram et birâder?
HACİVAT – Senin gönlünden ne kopuyorsa söyle de ikram edeyim öyleyse?
KARAGÖZ – Hah şimdi adam oldur! Benim gönlümden yarım kilo zeytin, peynir, bir avuç hurma, iki pide falan kopuyor Hacı Cavcav!
HACİVAT – Canım efendim yine anlayamadım? Tamam bunları ikram edeyim amma, ne biçim oruçsun, buraya öğlen yemeğine mi geldir?
KARAGÖZ – Hay hay, öğlen yemeğine geldim.
HACİVAT – Olmaz efendim, beni de günaha sokacaksın!
KARAGÖZ – Pataklarım ha! Bilmiyor musun, biz Ramazan’da öğle yemeğini de akşam yiyoruz.
HACİVAT – Öyle söylesene!… Demek ağzın kapalı?…
KARAGÖZ – Hay hay, ağzım, burnum, gözlerim, kulaklarım, kapalı amma seni pataklamak için ellerim kaşınmaya başladı.
HACİVAT – Efendim, elini kaşındıracak ne var? Ramazan’dan sonra bir gün uğra da istediğin ikramı yapayım.
KARAGÖZ – Olmaz Hacı Cavcav!… Ağzım kapalı diye Ramazan ikramından kaçarsan ben sana dayak ikram ederim.
HACİVAT – Canım, anladım amma böyle ısmarlama ikram olur mu? bir çay ikramı nerede, saydıkların nerede?…
KARAGÖZ – Köftehor, sen onları bana ikram edeceksin, ben iftarda sahurda benim hanım ile çocuklara ikram edeceğim.
HACİVAT – Hah hah hah! Öyle söylesene!… (Karagöz gider.)
|
https://www.masaloku.net/nasrettin-hocanin-komik-fikralari/
|
Nasrettin Hoca'nın Komik Fıkraları Masalı
| null | null | null |
Geçinmeye Gönlüm Yok Ki
Nasrettin Hoca bir gün hanımını boşamak için mahkemeye gitmiş. Hakim hanımının adını sormuş. Nasrettin Hoca: “Bilmem” demiş. Hakim kaç yıldır evli olduklarını sormuş. Nasrettin Hoca: “40 yıl” demiş. Hakim “Kırk yıldır evlisin, insan hanımının adını bilmez mi?” demiş. Hoca: “Ne yapayım hakim, geçinmeye gönlüm yok ki sorayım demiş.
Bir Tepsi Baklava
Nasrettin Hoca’nın yanına bir gün dedikoducu biri gelmiş ve şöyle demiş: -Hocam bir adam bir tepsi baklava götürüyordu. – Hoca cevaplamış: Bana ne! – Ama sizin eve doğru gidiyordu. – O zaman sana ne! demiş.
Düşünür
Nasreddin Hoca Akşehir pazarında bir adamın başına toplanmış olan kalabalığa yaklaşır. Satıcı elindeki kuşu satmaya çalışmakta ve fiyatı ise çok yüksek 50 Akçe, yan taraftaki tavuklar ise 5 Akçe. Hoca bir türlü fiyattaki aşırı farkı anlayamaz ve sorar:
– Hemşerim bu nasıl kuş 50 Akçe istersin? – Hoca efendi bu bildiğin kuş değildir bunun özelliği var. – Neymiş özelliği? – Hocam bu kuşa papağan derler ve konuşur. Hoca hemen eve koşar, kümesten hindisini kaptığı gibi pazara döner. Papağan satmakta olan adamın yanına durur ve yüksek sesle;
– Bu gördüğünüz kuş sadece 100 Akçeye, gel, gel! Herkesten çok papağan satan şaşar bu işe ve sorar.
– Hocam 100 Akçe çok değil mi bir hindi için? – Sen 50 ye satıyorsun ama? – Dedim ya hocam benim kuş konuşur ama. – Öyleyse, benimki de düşünür!
Nasreddin Hoca’nın Yüzüğü
Nasreddin hoca dışarıda bir şey arıyormuş. Komşusu ne aradığını merak etmiş. Hocaya sormuş: – Ne arıyorsun hocam diye sormuş? Hoca: – Yüzüğümü kaybettim demiş. Komşusu onu nerede düşürdüğünü sormuş: Hoca da: – Bodrumda düşürdüm demiş. Komşusu: – Ee o zaman neden kapının önünde arıyorsun, demiş. Hoca da: – Bodrum çok karanlık da onun için kapının önünde arıyorum, demiş.
|
https://www.masaloku.net/mektup-kimden-karagoz-ve-hacivat/
|
Mektup Kimden? Karagöz ve Hacivat Masalı
| null | null | null |
Çocuklar için Karagöz ve Hacivat Konuşmaları
Mektup Kimden
(İki arkadaş dükkâna girerler.)
HACİVAT – Gel bakalım Karagöz’üm! İşlerim için ben de dolaşıp şimdi geldim. Hem dinleyip hem de biraz laflaşalım.
KARAGÖZ – Hay hay, kiraz paylaşalım!
HACİVAT – Canım hemen aklın boğaza gitmesin!
KARAGÖZ – Boğaza gitmesin, Haliç’i, Marmara’yı dolaşsın!
HACİVAT – Anlaşılan yine şakacılığın üstünde! Yoksa iyi bir haber mi var?
KARAGÖZ – Şey, haber var iyi mi kötü mü bilmiyorum.
HACİVAT – Haberi kim getirdi?
KARAGÖZ – Kimse getirmedi, dış kapının dibinde buldum.
HACİVAT – Benimle alay mı ediyorsun? Ne biçim habermiş?…
KARAGÖZ – Kim alay ediyor, yazılı haber işte…
HACİVAT – Allah iyiliğini versin, mektup mu geldi.
KARAGÖZ – Yine sana okutmaya getirdim.
HACİVAT – Efendim, iyi yaptın ama sen ne zamandır okuma yazma çalışıyorsun. Kelimeleri sökemedin mi?
KARAGÖZ – Kel Ömer’i söktüm de bahçeye dikmedim.
HACİVAT – Yani mektubu kendin okuyamadın mı?
KARAGÖZ – Köftehor, okuyabilsem sana getirir miyim?
HACİVAT – Pekâlâ yazabiliyor musun?
KARAGÖZ – Ördeği de, kazı da biliyorum ama getiren yok!
HACİVAT – Anlatamadım Karagöz’üm, yazı çıkaramadın mı?
KARAGÖZ – Yazı çıkardım ama kömür parası yok, kışı nasıl çıkaracağım bilmiyorum.
HACİVAT – Şakayı bırak. Yine ters ters cevaplar verip sinirlerimi oynatma!
KARAGÖZ – Senin mektubu okumaya niyetin yok, lafı başka yerlere götürüyorsun.
HACİVAT – Efendim ver okuyayım ama senin iyiliğin için merak ettim. Günlerdir çalışıyorsun ismini de yazamıyor musun?
KARAGÖZ – Köftehor, iftira etme!… Yazıyorum.
HACİVAT – Şu kâğıdı kalemi al da yaz bakalım!
KARAGÖZ – Ondan kolay ne var. İşte yazdım!
HACİVAT – Allah iyiliğini versin, Karagöz yazmışsın!
KARAGÖZ – Laf karıştırma da mektubumu oku!
HACİVAT – Pekâlâ okuyalım… Başlayayım mı?
KARAGÖZ – Neyi haşlayacaksın?
HACİVAT – Yani efendim, okuyorum iyi dinle! “Biricik oğlum!”0000
KARAGÖZ – Minicik oğlum da kim oluyor Hacı Cavcav?
HACİVAT – Dinle! “Bu mektubu kimseye gösterme, kendin okuyup sonra bir kenarda yak!”
KARAGÖZ – Hacı Cavcav, ver bakalım mektubumu geri!
HACİVAT – Neden Karagöz’üm?…
KARAGÖZ – Köftehor, kendi okuduğunu duymuyor musun? “Kimseye gösterme, kendin oku!” diyor.
HACİVAT – Okuyabileceksen al!
KARAGÖZ – Öyleyse devam et ama okumamış ol!
HACİVAT – “Annem ve ben seni çok özledik!”
KARAGÖZ – Âmin, ben de sizi özledim!
HACİVAT – Konuşma da dinle! “Artık bizim gelmemiz mümkün değil… Bizi seviyorsan hemen yanımıza gel!”
KARAGÖZ – Hacı Cavcav ben gidip çocuklarla helalleşeyim. Sen de hakkını helâl et!
HACİVAT – Allah Allah, Karagöz’üm ne oldu şimdi helalleşecek canım?
KARAGÖZ – Pataklarım ha, okuduğunu anlamıyor musun? Annemle babam beni acele yanlarına çağırıyor.
HACİVAT – Ne olmuş yani sen de git!
KARAGÖZ – İyi ya işte, ben de gitmek için hazırlanmaya başladım.
HACİVAT – Canım bu ne biçim hazırlık?…
KARAGÖZ – Ne biçim hazırlık olacak, onlar mezarda ya!
HACİVAT – Evet, haklısın Karagöz’üm! Fakat bu işte yine bir karışıklık olmasın? Sen yine şu zarfı ver! (Zarfın üzerine bakar.) Allah iyiliğini versin, tabii ya!… Her bulduğun mektuba sahip çıkar da okutursan böyle olur. Bu mektup senin değil ki!… (Karagöz gider.)
|
https://www.masaloku.net/sans-guldu-karagoz-ve-hacivat-konusmalari/
|
Şans Güldü
| null | null | null |
Çocuklar için Karagöz ve Hacivat Konuşmaları, Türk kültürünün iki önemli figürü Karagöz ile Hacivat arasında geçen komik diyalogları keyifle okuyacaksınız. Keyifli okumalar..
Şans Güldü
(İki arkadaş yine dükkândadırlar.)
HACİVAT – Al şu ayranı, ısınmadan sen iç Karagöz’üm! Ben kendime yine getirtirim.
KARAGÖZ – Ben söz dinlerim (Ayranı içer) Lıkır lıkır lıkır…
HACİVAT – Aman yavaş ol, başımıza iş çıkarma!
KARAGÖZ – Köftehor, verdiğin para boşa gitmesin diye ayranı son damlasına kadar içiyorum.
HACİVAT – Hah hah hah… Neredeyse bardağı da içeceksin!
KARAGÖZ – Oooohh, yorgunluğun üstüne doğrusu iyi oldu. Allah kesene bereket versin!
HACİVAT – Âfiyet olsun Karagöz’üm ama ne yaptın da bu kadar yoruldun?
KARAGÖZ – Bilmiyor musun, bir gün çalışıp üç gün iş arıyorum. Bugün epey uzaklara gittim.
HACİVAT – Tabii efendim, aramadan iş bulunur mu?
KARAGÖZ – Artık iş aramayacağım Hacı Cavcav!
HACİVAT – Ailece açlıktan ölecek misiniz?
KARAGÖZ – Açlıktan ölmeyeceğiz ama çalışmayacağım.
HACİVAT – Bir yerden miras mı geldi?
KARAGÖZ – Piyaz gelmedi, yanında cacıkla kuru fasulyeli pilav geldi.
HACİVAT – Canım şakayı bırak! İnsanın çalışmadan yaşaması için eline büyük bir para geçmesi lâzım. Meselâ piyango bileti…
KARAGÖZ – İşte şimdi bildin Hacı Cavcav!
HACİVAT – Karagöz’üm doğru mu söylüyorsun? Yani sana piyangodan büyük ikramiye mi çıktı?
KARAGÖZ – Hay hay, çıktı ya!…
HACİVAT – Bak bu güzel habere senden çok sevindim.
KARAGÖZ – Eksik olma!… İstersen sana sermâye veririm.
HACİVAT – Canım benden önce sen kendine bir dükkân açıver! Hazır para çabuk biter de tekrar iş arayıp yorulmaktan kurtulursun!
KARAGÖZ – Parayı almaya beraber gideriz. Saymasını bilmiyorum diye beni kandırırlar.
HACİVAT – Haklısın, gideriz. Karagöz’üm!
KARAGÖZ – Biliyor musun Hacı Cavcav, daha parayı almadan sarfetmeye başladık!
HACİVAT – Anlayamadım, o nasıl oluyor?
KARAGÖZ – Çok güzel oluyor. Oğlum bisiklet aldı. Hanım saç kurutma makinesi aldı. Ben de altın kaplamalı bir dolmakalem aldım.
HACİVAT – Alış-veriş iyi de, sen okuma yazma bilmeden bu kalemi neden alıyorsun anlayamadım?
KARAGÖZ – Köftehor, öğreneceğim ya!…
HACİVAT – Neyse çok bir şey almamışsın.
KARAGÖZ – Almadık ama, bugün hep beraber yine çarşıya çıkacağız. Bulaşık makinesi, oğluma daktilo…
HACİVAT – Oldu olacak, buzdolabınızı da değiştirip dört kapılısını alın!
KARAGÖZ – Hay hay… Ama biz yeni gelecek kapısız, beş pencereli buzdolabı alacağız.
HACİVAT – Karagöz’üm sen bu bileti hangi para ile almıştın?
KARAGÖZ – Ben almadım ki…
HACİVAT – Almadığın bilete nasıl para çıkıyor?
KARAGÖZ – Geçen gün Manav Süleyman verdi. “Bu bilette para var ama gidip alacak zamanım yok… Al bileti, parası senin olsun!” dedi.
HACİVAT – Allah Allah!… Hiç böyle şey duymamıştım. Pekâlâ, ne kadar para çıkmış?…
KARAGÖZ – Bilmiyorum ama… Manav beni kandırmasın diye kahvehanede çaycıya sordum. Gazeteye baktı. “Verdiğin para boşa gitmemiş!” dedi.
HACİVAT – Çok iyi ama anlayamadım, para çıktığını bile bile bileti sana neden veriyorlar. Tabii ya az para çıktı da ondan…
KARAGÖZ – Köftehor, az para olur mu, amorti çıkmış…
HACİVAT – Tühhh, Alla iyiliğini versin! Kepaze oldun!
KARAGÖZ – Pataklarım ha, şempanze neden olacakmışım?
HACİVAT – Karagöz’üm bu bilete sana ancak birkaç gün yetecek etmek parası çıkmış.
KARAGÖZ – Aman, ne olacak şimdi? (Gider.)
|
https://www.masaloku.net/oduncu-ile-anka-kusu/
|
Oduncu ile Anka Kuşu Masalı
| null | null | null |
Oduncu ile Anka Kuşu Masalı
Bir zamanlar, ormanda odun keserek yaşamını sürdüren fakir bir oduncu vardı. Oldukça yoksul olan bu oduncu ormanın içinde, ağaçlardan yaptığı küçücük bir kulübede kıt kanaat yaşamını sürdürüyordu. Bir gün ormanda yangın çıktı, bu büyük yangında ormanın büyük bir bölümü ve yoksul oduncunun kulübesi kül oldu. Oduncu da eşeğine binip yola koyuldu. Çok geçmeden birinin ona seslendiğini fark etti. Kafasını kaldırınca ona seslenenin bir kuş olduğunu gördü. Bu kuş Anka kuşuydu. Oduncunun kulübesinin yandığı görmüş ve ona çok üzülmüştü.
Anka kuşu ona: “Senin durumuna çok üzüldüm. Şimdi bir büyü yapacağım. Eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak. Sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın.” dedi.
Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başladı. Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaştı. Eşeğine şarkı söyletiyordu. Herkes onları izlemek için birbirleriyle yarışıyordu. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği tüm ülkede ünlenmişlerdi.
Bir gün yine oduncu bir gösteriye yetişmek için koşturuyordu. Kuşun yardım isteyen sesini duydu. Bir kedi kuşu yakalamıştı. Onu yemek üzereydi. Oduncu şöyle bir durakladı. Gösteriye gitmeyip onca parayı kaçırmayı göze alamadı. Arkasına bakmadan uzaklaştı oradan.
Gösteri başladı. Ama büyü bozulmuştu. Eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemedi. Yalnızca bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkardı. Oduncu kendisini suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtardı.
|
https://www.masaloku.net/aslanin-sarayi/
|
Aslanın Sarayı Masalı
| null | null | null |
Aslan Sarayı Masalı
Günlerden bir gün, ormanlar kralı aslan ormandaki hayvan dostlarını sarayına davet etmiş. Hem onlarla tanışmak, hem de ormanın sorunlarını konuşmak istiyormuş.
İçeri ilk olarak içeri giren ayı saraydaki kokuyu beğenmemiş. Eliyle burnunu tutup yüzünü buruşturmuş. Ağzından da “Öffff çok pis kokuyor.” Sözleri dökülmüş. Aslan bu işe çok kızmış. Sarayını kötüleyen ayıyı bir pençede yere serip öldürmüş.
İkinci olarak sarayı giren maymun olanları gördüğü için “Efendim sarayınız mis gibi kokuyor.” Aslan maymuna da kızmış. Abartıyor, bana şirin görünmek istiyor diyerek bir pençede maymununda işini bitirmiş.
Bütün bu olayları gören tilki aslanın huzurunda tek bir söz bile söyleyememiş. Bu kez aslan sormuş. “Söyle bakalım sarayımı beğendin mi? Kokusu nasıl?
Tilki işi kurnazlığa vurarak. “Sayın kralım ben bu günlerde nezle olmuşumda burnum koku almıyor.” demiş.
|
https://www.masaloku.net/pembe-gulibrisim/
|
Pembe Gülibrişim Masalı
| null | null | null |
Pembe Gülibrişim Masalı
Günlerden bir gün, Büyük bir çınar ağacı ile pembe gülibrişim ağacı aynı ormanda yaşıyorlardı. Büyük çınar ağacı çok kibirliydi, kendini ormanın en büyük ağacı olarak görür, diğer ağaçlara karşı saygısızca davranırdı. Kendinden başka kimseyi de sevmezdi. Komşusu pembe gülibrişim ağacıyla hiç ilgilenmiyor, sürekli onu görmezlikten geliyordu. Pembe gülibrişim ağacı, çınar ağacının bu tavrına çok üzülüyordu. Yine bir gün, gökyüzünü kapkara bulutlar kaplamıştı. O gün yağmur yağmaya başlamıştı… Pembe gülibrişim yapraklarını yağmura doğru uzattı. Üzerindeki büyük çınar ağacı yapraklarının ıslanmasını engelliyordu. Oysa pembe gülibrişim su içmek istiyordu. O da bütün bitkiler gibi suyla besleniyordu. Büyük çınar ağacı o kadar büyüktü ki, kökleri toprağın altına öyle çok yayılmıştı ki, bütün suyu kökleri ile topraktan alıyor ve pembe gülibrişime hiç su bırakmıyordu.
Pembe Gülibrişim:
– Sevgili komşum! Yaşlı ve büyük ağaç! “Ne olur bana da birazcık su ver. Topraktan köklerimle alamıyorum hepsini sen içmiş oluyorsun. Yaprakların o kadar büyük ki yağmurun üzerime yağmasını engelliyorsun. Gövden o kadar kalın ve güçlü ki güneşin yapraklarıma dokunmasına izin vermiyorsun.” dedi. Pembe gülibrişim o kadar çok üzülmüştü ki … Başını önüne doğru yavaşça eğdi.
Pembe gülibrişim devam etti:
– Eğer topraktan su alamazsam beslenemem. Güneşi göremezsem güçlenemem. Ne olur bana yardım et çınar ağacı yoksa yok olup gideceğim. Burada solacağım. Bir daha nefes alamayacağım. dedi. Çınar ağacı gülibrişimi duymuştu.
Büyük Çınar:
– “Ben o kadar büyüğüm ki kıpırdayamam buradan. Sen git kendine başka bir yer bul.” dedi. Ama Pembe gülibrişim kımıldayamıyordu ki, kökleri toprağa sıkı sıkı tutunmuştu. Çınar bunu anlayamıyordu.
Gülibrişim:
-Yapamıyorum Çınar Ağacı ne olur bana yardım et!
Çınar Ağacı bakmadı bile Pembe gülibrişime. Gülibrişim günden güne güzelliğini kaybetti, herkesin hayranlıkla baktığı pembe yaprakları bir bir soldu. Bir gün dayanamadı ve boynunu büktü. Bir daha nefes almadı. Bütün orman buna üzülmüştü. Gülibrişimin dökülmüş ipek gibi tane tane olan yapraklarına üzülerek baktılar. Herkes çınar ağacına bu davranışından dolayı çok kızdı.
Çınar Ağacı hatasını anlamıştı. Fakat artık çok geçti. Zavallı Gülibrişim ağacı solmuştu artık. Çınar ağacı da buna çok üzüldü. O böyle olmasını istememişti. Gülibrişime kötü davrandığına çok pişman olmuştu.
Çınar Ağacı :
– Keşke bu kadar kibirli olmasaydım. Pembe gülibrişime kötü davranmasaydım. dedi. Yaptığı hatayı anlamıştı. Bütün ormana bir daha böyle yapmayacağına söz verdi.
|
https://www.masaloku.net/kucuk-istavrit/
|
Küçük İstavrit Masalı
| null | null | null |
Küçük İstavrit Masalı
Bir vardı, bir yoktu. Evvel zamanların birinde, denizlerin en orta yerinde küçük bir istavrit yaşardı. Günlerden bir gün, küçük İstavrit; yiyecek bir şey zannedip, hızla atıldı çapariye… Önce müthiş bir acı duydu dudağında. Gümbür gümbür, oldu o ufacık yüreği. Sonra hızla çekildi yukarıya. Aslında hep merak etmişti: Denizlerin üstünü. Neye benzerdi, acaba gökyüzü? Bir yanda büyük bir merak. Bir yanda ölüm korkusu… ‘‘Dudağı yarıklar’’ denir ya, şanslıdır onlar. Hani görüp de gökyüzünü, insanı… Oltadan son anda kurtulanlar. Ne fayda, balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu. Küçük İstavrit, anladı yolun sonunu. Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa şimdi yüzerken, küçük yeşil leğende, cansız uzanıvermiş dostlarına, değiyordu minik yüzgeci. İnsanlar gelip geçtiler önünden. Bir kedi yalanarak baktı gözünün içine. Yavaşça karardı dünya. Başı da dönüyordu. Son bir kez düşündü derin maviyi. Beyaz mercanı, bir de yeşil yosunu…
İşte tam o anda, eğilip aldım onu. Yürüdüm deniz kenarında. Bir öpücük kondurdum başına. İki damla göz yaşından ibaret. Sade bir törenle saldım denizin sularına. Bir an öyle baka-kaldı.
Sonra sevinçle dibe daldı. Gitti, tüm kederimi söküp atarak. Teşekkürü de ihmal etmemişti: Birkaç değerli pulunu avuçlarımda bırakarak. Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme. Sorar gibiydiler, ‘‘Neden yaptın bunu?’’ diye. Demedim. Ama demek istedim:
‘‘Bir gün bulursam kendimi, yeşil bir leğende Küçük İstavrit kadar çaresiz, son ana kadar hep bir umudum olsun diye’’.
|
https://www.masaloku.net/gelincik-ile-horoz/
|
Gelincik ile Horoz Masalı
| null | null | null |
Gelincik ile Horoz Masalı
Günlerden bir gün, bir gelincik ile horoz varmış. Gelincik bir gün bu horozu yakalamış: “Şu horozu yiyeceğim yemesine ama bari bir de sebep göstereyim!” demiş.
“Gece yarısı oldu mu, başlarsın ötmeye, insanları uyutmaz, rahatsız edersin: bari yiyeyim seni de bu sorunu ortadan kaldırayım!” demiş. Ama horoz cevabını bulmuş:
“İnsanları sabahları uyandırıyorsam kötülük olsun diye değil, iyilik olsun diye uyandırıyorum : kalkıp işlerine bakıyorlar” demiş.
Bunun üzerine gelincik başka bir taraftan tutturmuş: “Ben senin ahlakını da beğenmiyorum: Tavuklara gücün yetiyor diye hepsinin saçını başını yoluyorsun. Olur mu böyle şey?” diye sormuş.
Horoz bu sefer de altta kalmamış : “Sana ne oluyor? Biz aynı kümesin hayvanlarıyız, birbirimizle iyi geçiniyoruz demiş. Gelinciğin artık kafası kızmış:
“Eeee! çok oldun artık! Seni dil ebesi seni! Sen her söze bir karşılık buluyorsun diye benim karnım zil mi çalacak?” demiş, horozu yiyip yutmuş.
Bu masaldan şu anlaşılıyor: Bir kişi doğuştan kötü olmaya görsün! edeceği kötülüğe bir bahane bulmadı mı, bu sefer de açıkça eder.
|
https://www.masaloku.net/uyku-cucesi/
|
Uyku Cücesi Masalı
| null | null | null |
Uyku Cücesi Masalı
Bir varmış, bir yokmuş, Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kuzular meler iken, horozlar öter iken. Masal ülkesinde, uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi varmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk,horul horul uyurmuş.
Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri fal taşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye başlamış. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp, saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış.
Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış bu arada bizim uyku cücesi, annenin anlattığı masaldan çok etkilenip, yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, Uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, göz kapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş.
Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın göz kapaklarını bırakmış. “Sen neden uyumuyorsun çocuk”? diye sormuş ona. Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış :”Sen kimsin “? Demiş. Uyku cücesi,: “Ben uyku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum “ demiş. Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış.” İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum “ demiş. Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş işte….
Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış.
Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş ? Tabiî ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış…
Şiiişşşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar…
|
https://www.masaloku.net/masal-tekerlemeleri-tekerleme-turleri/
|
Masal Tekerlemeleri, Tekerleme Türleri Masalı
| null | null | null |
Tekerlemeler, Masal Tekerlemeleri, Tekerleme Türleri Nelerdir?
Tekerleme Nedir?
Tekerleme ; tekerlemek eylemi veya herkesçe ve sık sık kullanılan, basmakalıp söz anlamında kullanılır. Masal, hikaye, bilmece gibi bazı edebi türler içinde veya bağımsız olarak söylenen ölçülü, kafiyeli, ağızda yuvarlanan yerine göre saçma anlam ifade eden sözlerdir. Genellikle bu sözler eş sesli kelimelerden oluşur.
Tekerlemelerin Genel Özellikleri Nelerdir?
• Tekerlemeler halk edebiyatına ait bir türdür. • Çocuklar tarafından kullanılan bir tür olarak bilinmesine rağmen, halk ozanları da zaman zaman şiirlerine mizahi unsur katmak için tekerlemelerden yararlanırlar. • Tekerlemelerde konu genellikle pek belirli değildir. • Genellikle gerçek hayatla bağdaşmayan hayali öğeler ve düşünceler sıralanır. • Tekerlemeler şaşırtır, insanların hoşça vakit geçirmelerine fırsat sunar ve oldukça eğlendirir. • Tekerlemeler, bir çeşit söz cambazlığı olarak adlandırılabilir. • Tekerlemelerde amaç; insanlara acayip, gerçek hayatta olması mümkün olmayan olay ve durumları ard arda sıralayarak, akıl ve mantık dışı sonuçlara varıp, şaşırtıcı bir etki yaratabilmektir.
Tekerlemelerin Dildeki Önemi
• Tekerlemeler sık sık yapılan tekrarlarla kazandırdıkları ezber alışkanlıklarıyla çocukların psikomotor becerilerinin gelişmesine katkıda bulunurlar. • Kullanılan dilin, boğumlaması, telaffuzu ile bir bütün halinde öğretilmesine katkıda bulunur. • Dilin, gülmece ve eleştirel boyutunu tanıtır. • Dili, matematiksel problemlere dönüştürerek, egzersizler yaptırarak güçlendirir. • Tekerlemeler dilin kullanımını fiziksel olarak destekler.
Tekerlemelerin Çocuklar Üzerindeki Etkileri Nelerdir?
• Tekerlemeler; çocukların, zeka, bellek, dikkat, duygu, davranış ve bilgilerini geliştirmelerine yardımcı olur. • Çocukların ana dillerini güzel ve doğru biçimde kullanabilme becerilerini geliştirir. • Tekerlemeler; çocuklarda var olan ana dil sevgisini besler. • Çocukların kelime dağarcığının gelişimine katkı sağlar. • Çocukların hayal dünyalarını zenginleştirir. • Çocuklarda ki birlikte gülme, eğlenme, iş görme bilincini geliştirir. • Tekerlemeler, çocukları sosyal yönden geliştirerek, arkadaş ilişkilerine destek verir ve onları daha da paylaşımcı hale getirir. • Çocuklara topluluk karşısında çekinmeden konuşabilme cesareti aşılar. Tekerlemeler 4 çeşittir.
Oyun tekerlemeleri; genellikle çocuk oyunları arasında yer alır.
Örnek;
Yağ satarım Bal satarım Ustam ölmüş Ben satarım Hoca gitmiş kömüre İnşallah içine gömüle Tabakta vişne At gibi kişne
Masal tekerlemeleri; halk masallarında olağanüstü ,karmakarışık ve şaşırtıcı giriş cümleleriyle başlar.
Örnek;
Az gittim uz gittim… Dere tepe düz gittim. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittim. Bir de dönüp ardıma baktım ki, ne göreyim, gide gide bir arpa boyu yol gitmişim!..
Tören tekerlemeleri; çeşitli bayram ve törenlerde söylenir.Örneğin güreş öncesinde kalabalık topluluk karşısında söylenen tekerleme;
“İki yiğit çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane. .
Sonuncusu ise; bağımsız söz cambazlığına dayanan tekerlemelerdir. Burada da, ses yapısı bakımından kolay olmayan kelimeleri ardı ardına söyleyebilmek esastır.
Örnek: “Şu köşe kış köşesi, şu köşe yaz köşesi, şu şişe su şişesi.”
|
https://www.masaloku.net/cirkin-ordek-yavrusu/
|
Çirkin Ördek Yavrusu Masalı
| null | null | null |
Çirkin Ördek Yavrusu Masalı
Günlerden bir gün Anne Ördek sabırla yumurtalarının kırılmasını bekliyordu. Vakit tamamlanınca ördek yavruları yumurtalarından çıkmaya başladılar. Fakat en son ve en büyük yumurta bir türlü kırılmıyordu. Sonunda yumurtanın beyaz kabuğu çatladı. Diğerlerinden daha gri ve farklı olan ördek yavrusunun küçük kafası göründü. Anne ördek yeni doğan yavruya bakarak ;
“Umarım değişir..” dedi şefkatle. Zaman ilerliyordu ama ördek yavrusunun rengi hala griydi. Kümesin bütün hayvanları onunla alay ediyorlar, ona “çirkin ördek yavrusu” diye sesleniyorlardı.
Zavallı yavru ördek o kadar üzgündü ki sonunda uzaklara gitmeye karar verdi. Gün boyunca yürüdü gece olunca ise çok yorulmuştu. Biraz dinlenmeye karar verdi. Bir yanda açlık, bir yanda korku… Ama yapabileceği hiçbir şey olmadığından derin bir uykuya dalmakta gecikmedi.
Sabah suyun sesiyle gözlerini açtı. Geceyi yaban ördeklerinin çılgınca eğlendiği küçük bir göl kıyısında geçirdiğini anladı. Bu gürültücü arkadaşlarına kendini tanıtmaya hazırlanıyordu. Birden bir tüfek sesi ile irkildi. hiç zaman kaybetmeden oradan uzaklaştı. Çok geçmemişti ki küçük ördek kendini bir çiftlikte buldu. Çiftliğin sahibi yaşlı kadın onu doyurdu. Ateşin yanında uyumasına izin verdi. Fakat yavru ördek bir göl bulabilme umuduyla oradan da uzaklaştı.
Günlerce bir göl bulabilmek için yoluna devam etti. Sonunda bir göl kıyısına ulaştı. Bu arada yalnız başına yaşamayı öğreniyordu. Bu göl kıyısında yavru ördek gün geçtikçe büyüyordu. Kendisi farkında olmadan görüntüsü değişiyordu. Geçen kuğuları gördükçe onların asil duruşları ve güzel görünüşlerinden dolayı iç çekiyordu. İlkbaharda bir kuğu sürüsü gölün kıyısına yuva yapmaya geldi. Çirkin ördek yavrusuyla tanışmak için yaklaştılar. Fakat kendisini bu zarif kuşlarla arkadaşlık etmek için çok çirkin ve kaba buluyordu.Birden bire suda aksini gördü. O da ne!…
Kendisini güzel bir kuğuya dönüşmüş olduğunu fark etti. Kuğu sürüsüne katıldı ve ömür boyu mutlu oldu.
|
https://www.masaloku.net/kibar-prens/
|
Kibar Prens Masalı
| null | null | null |
Kibar Prens Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, kuşlar telll iken, kuzular berber iken, büyük, güzel mi güzel bir ülkede iyi bir kral yaşarmış. Kralın ikiz oğulları varmış. Bu kardeşler ikizmiş; ama ne yüzleri, ne de huyları birbirine benzermiş. İkisi de güzelmiş güzel olmasına ama biri iyi huylu ve çok kibarmış. Diğeri ise kaba saba ne dediğini bilmeyen biriymiş.
Saraydakiler birine “Kibar Prens”, diğerine “Kaba Prens” derlermiş. Günlerden bir gün kral;
– Ben yaşlandım, artık yerime oğullarımdan biri geçsin, demiş.
Ardından da;
– İkiz oldukları için haksızlık olmasın. Sınav yapalım, kim kazanırsa o kral olsun, demiş.
Oğullarını çağırmış.
– Sizlere sınav yapacağım. Kazanan kral olacak. İlk göreviniz şu: Sarayın balkonuna çıkarak, birinci gün biriniz, ikinci gün diğeriniz halka çağrıda bulunacaksınız. Kimin çağrısına daha çok gelen olursa o, çok seviliyor demektir, o kazanacak.
Önce Kibar Prens çıkmış sarayın balkonuna. Rica ederek çağırmış halkı. Duyan, duymayana söylemiş ve bütün halk sevgili prensin ricasına koşmuş. Prens geldikleri için halka teşekkür etmeyi de unutmamış.
Ertesi gün Kaba Prens çıkmış sarayın balkonuna ve emrederek “Herkes buraya toplansın.” diye bağırmış.
Birkaç meraklıdan başka kimse gelmemiş. Sınavın ilk bölümünü Kibar Prens kazanmış. Kral ikinci sınavı şöyle açıklamış:
– Ormanda bir ağacın altında kıymetli taşlar, altınlar, elmaslar gömülü. Büyük bir ayı da taşların üstünde yaşıyor ve kimseyi yaklaştırmıyor. Kim altınlardan, elmaslardan alıp gelebilirse sınavı o kazanır. Önce yola Kaba Prens çıkmış. Ormana geldiğinde ayı ağacın altında yatıyormuş. Ayıya yaklaşmış, havaya ateş etmiş. Ayı hiç aldırış etmeyince koca bir sopayla ayıyı kaldırmaya çalışmış. Bir gün boyunca uğraşmış. Fakat ayıyı yerinden kımıldatamamış ve elleri bomboş geri dönmüş.
Sıra Kibar Prens’e gelmiş. Giderken ayıya bir sepet armut götürmüş. Nazikçe ayıya selam vererek hediyesini önüne koymuş. Ayı kendisiyle konuşan bu güler yüzlü adamı çok sevmiş. Kibar Prens, ona neden altınlardan alması gerektiğini anlatmış. Ayı sessizce yerinden kalkmış. Prens altınlardan, elmaslardan bir avuç alırken ayıya teşekkür etmeyi de unutmamış.
İkinci sınavı da Kibar Prens kazanmış.
Kral üçüncü sınavı da şöyle açıklamış:
– Komşu ülkenin kralının güzeller güzeli iki kızı var. Gidin kızları isteyin, kim daha önce prenseslerden birini alır gelirse evlenecek ve kral o olacak.
Kaba Prens hemen yola çıkmış, saraya önce o varmış. Varmış varmasına da kral yüzüne bile bakmamış. Çünkü daha önce o kral onların sarayına gittiğinde Kaba Prens, ona “Hoş geldiniz!” bile dememiş. Hiç ilgilenmemiş onunla. Kral da ona aynı hareketi yapmış. Kızını isteyince de;
– Benim sana verecek kızım yok, demiş.
Kaba Prens ısrar etmiş, tehdit etmiş, ama faydası olmamış. Kral onu ülkesinden kovdurtmuş. Kibar Prens varmış saraya. Kral, onu kapıda karşılamış, çok ilgilenmiş. Kızını isteyince şöyle demiş:
– Kızımın senin gibi iyi ve kibar bir insanla evlenmesinden çok memnun olurum.
Kızını çağırmış. Dünyalar güzeli bir kız gelmiş. Prens kıza hayran olmuş. Kral;
– Sen kızımı götür, biz düğün için arkadan geliriz, demiş. Prens ve prenses yola çıkmışlar. Halk yollarda onları bekliyormuş. Kibar Prens üç sınavı da kazanmış. Günlerce süren büyük bir düğünle evlenmiş. Kibar Prens ülkeye kral olmuş. Yıllarca ülkeyi huzur içinde yönetmiş.
Kaba Prens’e ise kardeşinin yönettiği ülkede tembel tembel oturmak düşmüş. Can sıkıntısından her gün biraz daha kabalaşmış. Zaman içinde etrafında onu seven bir kişi bile kalmamış.
“Gökten üç elma düştü; biri bu masalı yazana, biri okuyana, diğeri de bütün iyi insanlara olsun.”
Yazar: Sema MARAŞLI
|
https://www.masaloku.net/ak-benekli-masali/
|
Ak Benekli Masalı
| null | null | null |
Ak Benekli Masalı
Evvel zamanların birinde Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalın ayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.
– Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!
Koyunlar, kuzular Ali’yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali’nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.
Ali Ak Benekli’yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine’nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli’yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli’yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.
Düştüler yola.
Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.
Güneş yükseldi; parladı.
Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! ” dedi. Böyle derken Ak Benekli’yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.
Dere boyunda az ilerde Senem Nine’nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine’nin torununa ne olduğunu.
Kimi “Öldü; öldü. Ben biliyorum”, kimi de “Kayboldu; kaybolmuş galiba.” der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine’ye.
Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.
Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!” dediğini duymuştu çoğu kez.
“Kimler nine? Kimler geldi buraya?” diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben ” der, geçiştirirdi Senem Nine. Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. “Zavallı Senem Nine!” diye mırıldandı.
Ak Benekli Çoban Ali’nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli’yi. Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali’nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.
Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.
– Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.
Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.
– Yaşşaa nineciğim!
Nine iki büklüm, Çoban Ali’ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.
Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli’yi de yanına çağırdı.
Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.
– Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!
Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:
– Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?
Ali böyle haykırırken Senem Nine’nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.
Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali’nin saçlarını okşuyordu.
– Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.
Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali’ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli’yi çekti, kucağına oturttu.
Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.
– Çoban Ali, şuraları görüyor musun?
İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:
– İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi… Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.
Çoban Ali merakla sordu:
– Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?
Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:
– Onlar geldiler, o baltalı adamlar Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak…
Çoban Ali yine sordu :
– Torununa ne oldu nine?
Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:
– O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti… Gidiş o gidiş…
Çoban Ali’nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli’yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. “Nineciğim, zavallı nineciğim benim!” dedi.
Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. “Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum.” dedi.
Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine’nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.
Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli’yi yanından hiç ayırmadı.
Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali’nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.
Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :
– Çoban Ali… Gel, çörek yaptım.
Sarıldılar, nineyle öpüştüler.
Nine “Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.
Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.
Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine’nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.
Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.
– Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.
Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.
– Ne oldu nineciğim, hasta mısın?
Nine Çoban Ali’nin üzerinden dereye doğru baktı. “Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!” dedi.
– Neden nine?
– Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.
Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. “Ak Benekli neredesin? ” diye bağırdı.
Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!
Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.
Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali’nin yanına geldi. “Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı ” diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!” diye ağlıyordu.
Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:
– Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!
O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.
Ak Benekli’yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali’nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip “Ak Benekli! Ak Benekli!” diye ağladı.
Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.
– Ak Benekli neredesin?
Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine’yi gördü.
Senem Nine “Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli’yi geri getiremezsin ” dedi.
“Ne yapabilirim nine ?” diye ağlamaya devam etti çocuk.
– Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?
Çoban Ali kalktı.
Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . “Öter nineciğim, öter nineciğim ” diyordu.
Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.
Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine’nin kulübesi hâlâ orada duruyor.
Hatta bazıları Ak Benekli’nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.
|
https://www.masaloku.net/keloglan-ile-dev/
|
Keloğlan ile Dev Masalı
| null | null | null |
Keloğlan masalları serisinin yeni masalı Keloğlan ve Dev.
Keloğlan ile Dev Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; uzak mı uzak diyarların birinde güzel bir ülke varmış. Bu ülkenin birçok köyünün birinde de Keloğlan adında hem kel, hem tembel hem de haylaz bir çocuk annesi ile birlikte yaşarmış. Keloğlan iş yapmayı hiç sevmezmiş. Onun en sevdiği şey bütün gün yatıp uyumakmış. Annesi çamaşır yıkar, bulaşık yıkar, yemek yapar, uğraşır da uğraşırmış ama Keloğlan yardım etmek yerine annesine de daha da iş çıkarırmış.
Günlerden bir gün Keloğlan annesini o kadar çok kızdırmış ki, annesi onu evden kovmuş. ‘Git biraz pazarda çarşıda dolaş da iş bul’ diyerek çarpmış kapıyı suratına. Keloğlan da el mahkûm çıkmış gitmiş çarşıya. Çarşının ortasında bir kalabalık toplandığını görünce merak eden keloğlan yavaşça kalabalığa yaklaşmış. Gür sesli bir tellal bir şeyler anlatıyormuş. Keloğlan dikkat kesilmiş:
TELLAL: ‘Aranızda cesur, kendine güvenen, güçlü, cengâver bir babayiğit var mıdır ey ahali? Bu cengâvere bir iş vereceğim ve karşılığında yüz altın vereceğim.’
Keloğlan yüz altını duyunca daha bir dikkat kesilmiş. Kalabalık arasından bakmış ki kimse çıkmıyor, kendini öne atmış:
KELOĞLAN: ‘Ben varım tellal.’
Tellal Keloğlan’a şöyle bir bakmış. Bu çocuk çok cılızmış, tellal çocuğun işi başarabileceğine inanmamış.
TELLAL: ‘Bu iş ağır v büyük bir iş. Ata binilmesi lazım, uzun süre seyahat edilmesi lazım. Sen yapamazsın.’
KELOĞLAN: ‘Ben at da binerim, seyahat de ederim. Uykusuzluğu da dayanırım, susuzluğa da. Ne görev verirseniz yaparım.’
Tellal bakmış ki Keloğlan çok istekli, onun bu hevesini kırmak istememiş.
TELLAL: ‘Peki öyleyse. Yarın çarşı meydanına gel. Orada buluşup hareket edeceksiniz. Uzak bir diyara gidip oradan belirli mallar alıp buraya geleceksiniz.’
Keloğlan tellalın verdiği parayı almış ve sevinçle eve gitmiş. Evde paranın bir kısmını annesine vermiş. Annesi çok sevinmiş. İlk defa Keloğlan eve para getiriyormuş.
Ertesi sabah erkenden kalkan Keloğlan güzelce hazırlanmış ve çarşı meydanına doğru yola koyulmuş. Çarşı meydanına geldiğinde kafile onu bekliyormuş. Kafile başı Keloğlan’a atını vermiş ve yola çıkmışlar.
Az gitmişler, uz gitmişler; dere tepe düz gitmişler. Yollar bitmiyormuş. Keloğlan çok ama çok yorulmuş. Yine de atından inmemiş, tellalın gözüne girmek için kendini zorlamış. Sonunda büyükçe bir düz alana geldiklerinde kafile başı burada konaklayacaklarını söylemiş. Keloğlan da atından indiği gibi kendini çimenlerin üzerine atmış.
Kafile başı Keloğlan’ın dibine gelerek gür sesiyle konuşmuş:
TELLAL: ‘keloğlan kalk bakayım. Karşıdaki kuyuya gidip bize su getireceksin, hadi!’
Keloğlan şok olmuş. Bu yorgunluğun üzerine bir de kuyuya kadar yürümek gözünde o kadar büyümüş ki. Fakat göze girmek için denilen işi yapmak zorundaymış.
Birkaç kişi ile birlikte kuyunun yanına gitmişler. Yanındakiler Keloğlan’ı ip ile kuyuya sarkıtmış. Kuyunun yarısına kadar Keloğlan birdenbire yan tarafta bir kapı açıldığını ve hızlıca kapıdan içeri çekildiğini fark etmiş. Nee uğradığını anlamadan ipi de kopmuş ve kendini koskocaman, güzel mi güzel bir bahçede buluvermiş.
Keloğlan etrafına bakakalmış. Her yer rengarenk çiçeklerle, yemyeşil ağaçlarla kaplıymış. Çiçeklerin ortasında da güzel bir kız duruyormuş. Keloğlan kızdan gözünü alamamış. O sırada kızın arkasında kocaman duran zenci adamı fark etmiş. Kızı korur gibi bir hali varmış. Keloğlan etrafını incelerken arkadan gelen gür bir sesle irkilmiş. Arkası döndüğünde kocaman bir dev Keloğlan’ın karşısında dikiliyormuş.
DEV:’ Hey sen’ söyle bakalım bunlardan hangisi güzel; kız mı, çiçekler mi?
Keloğlan ne diyeceğini şaşırmış. Ama yanlış bir şey de söylemek istemiyormuş.
KELOĞLAN: ‘Gönül kime nasıl bakarsa güzel odur’ demiş.
Dev aldığı yanıttan memnun bir şekilde tekrar sormuş:
DEV: ‘Peki zenci mi daha çirkin, yoksa kuyunun içi mi?’
Keloğlan yine aynı yanıtı vermiş:
KELOĞLAN: ‘Gönül kimi severse güzel odur’ demiş.
Dev kuyuya inen herkese bu soruları sorarmış. Kuyuya inen herkes şaşkınlıktan ya kız güzel dermiş ya da çiçekler. Dev de cevabı beğenmez hepsini yermiş. Fakat keloğlan’ın cevaplarını çok beğenmiş.
DEV: ‘Sen çok akıllı ve zeki bir oğlana benziyorsun. Şimdi sana üç tane nar vereceğim. Bunları al, dönerken evine götür’ demiş.
Keloğlan da devin verdiği narları almış ve kuyuya salınan bir kovanın içine binerek yukarı doğru çıkmış.
Kuyunun başındakiler Keloğlan’ın o kuyudan sağ salim çıktığını gördüğünde şok olmuşlar. Şimdiye kadar o kuyuya inip de sağ çıkabilen kimse yokmuş. Keloğlan’ın bunu nasıl başardığını merak eden kafile, bütün gece Keloğlan’ın macerasını dinlemiş ve ona gıptayla bakmış.
Keloğlan kafile ile birlikte emanetleri alıp köyüne getirmiş ve görevini bitirmiş. Hemen koşa koşa annesinin yanına gitmiş. Annesi evde Keloğlan’ı bekliyormuş ve geldiğini görünce çok sevinmiş. Anne-oğul hasret giderirken Keloğlan’ın canı nar yemek istemiş. Devin ona verdiği narlardan birini ortadan ikiye kesmiş. Bir de ne görsün! Narın içinden kıymetli mi kıymetli mücevherler çıkmasın mı? Keloğlan da anası da çok mutlu olmuşlar.
O günden sonra Keloğlan köyün en zenginlerinden biri olmuş. Anası ile birlikte zenginlik ve mutluluk içinde yaşamış, gitmiş…
|
https://www.masaloku.net/ciplak-kral-masali/
|
Çıplak Kral Masalı
| null | null | null |
Kral Çıplak Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ülkelerin birinde bir Kral yaşarmış. Süse püse öyle düşkünmüş ki, eline geçeni üste başa harcarmış. Günün her saatinde elbise değiştirirmiş. Gelip geçen yabancı kalabalığından, başkent cıvıl cıvıl bir şehirmiş. Günün birinde kendilerine dokumacı süsü veren ve dünyanın en güzel kumaşını dokumasını bildiklerini söyleyen iki düzenbaz şehre gelmiş. Olağanüstü güzellikte olan sadece kumaşın renkleri ve deseni değilmiş. Bu kumaşla dikilen elbiselerin şaşılacak bir özelliği varmış: Görevini yerine getirmeyen ya da akılca geri olan kişiler bunları göremezmiş.
Kral, “Bu elbiseler paha biçilmez” diye düşünmüş. “Sayelerinde hükümetimin değersiz memurlarını tanıyabileceğim. Becerikliyi budaladan ayırabileceğim. Evet, bu kumaş benim için biçilmiş kaftan.” Kral, işlerine hemen başlayabilsinler diye iki düzenbaza peşin para vermiş.
Sahte dokumacılar da iki tezgah kurmuşlar. Masaların üstünde hiçbir şey olmadığı halde çalışır gibi yapmışlar. Durmadan ince ibrişimle en iyi cins sırma işliyor, fakat hepsini torbaya tıkıp, boş tezgahlarda gece yarılarına kadar çalışıyorlarmış. Kral içinden, “Gidip şunların yaptıklarını gözümle göreyim.” diye geçirmiş.
Bir taraftan da, budalalarla beceriksizler kumaşı göremeyecekleri için içi burkuluyormuş. Hoş, kendinden şüphesi yokmuş, ama insan hali. Yapılan işi incelemek üzere önceden başka birini göndermeyi daha uygun bulmuş. Kral, “Dokumacılara ilk önce ihtiyar Başbakanımı göndereyim,” demiş. Kumaştan en iyi anlayacak odur. Tecrübesi, aklı, fikri herkesten üstündür.” Namuslu, yaşlı Başbakan, iki düzenbazın boş tezgahlar başında pala çaldıkları odaya girmiş. Gözlerini dört açarak, “Hay Allah! Bir şey göremiyorum,” diye düşünmüş, ama bozuntuya vermemiş.
İki dokumacı kendisini yanlarına çağırarak, rengi ve deseni nasıl bulduğunu sormuşlar. Yaşlı Başbakan gözünü tezgaha dikmiş, ama yine bir şey görememiş. Çünkü ortada bir şey yokmuş. Düşünmüş, taşınmış: “Tanrım, ben budala mıyım yoksa,” demiş. “Aman kimseler duymasın, beceriksiz herifin biriyim galiba. Dilim varıp da kumaşı göremediğimi nasıl açıklayacağım?”
Dokumacılardan biri sormuş: “Nasıl buldunuz?” Başbakan gözlüğünü takarak, “Hoş, bu kadar hoş olabilir,” diye cevap vermiş. “Bu desen, bu renkler… Evet, pek beğendiğimi gidip Kral’a arz edeyim.”
“Biz de memnun olduk,” demişler dokumacılar. Yalancıktan isimler takarak, olmayan desenleri ve renkleri bir bir göstermişler. Düzenbazlara para, ipek ve sırma dayanır gibi değilmiş. Hepsini cebe indiriyorlarmış tabii. Bir süre sonra, kumaşı incelemek ve bitip bitmediğini öğrenmek üzere Kral başka bir bakanını göndermiş. Bu yeni haberci de tıpkı Başbakan’ın durumuna düşmüş; bakıyor, gözünü kırpmadan bakıyor, bir şeycikler göremiyormuş. İki dolandırıcı yerinde yeller esen desenleri ve göz alıcı renkleri göstererek sormuşlar: “Kumaş fevkalade, değil mi?”
Adamcağızın içine, “Pek budala sayılmam ama, yerimi dolduracak adam değil miyim yoksa,” diye bir kurt düşmüş. Fakat, “Adam sen de, doğruculuk bana mı kaldı, otururum oturduğum yerde,” diyerek rahatlamış. Kumaşı ballandıra ballandıra övüp hayranlığını belirtmiş.
Sonra da Kral’a giderek, “Eşsiz, göz kamaştırıcı,” diye kumaşı öve öve bitirememiş. Kumaş şehirde dillere destan olmuş.
Artık sıra Kral’a gelmiş. İçlerinde iki namuslu bakanın da bulunduğu kalabalık bir grup eşliğinde, dolandırıcıların yanına gitmiş.
İki namuslu bakan: “Fevkalade, değil mi?” diyorlarmış. Desen de, renkler de şanınıza layık.”
Sanki başkaları da bir şeyler görebiliyorlarmış gibi, boş tezgahları parmaklarıyla işaret etmişler. Kral, “Bu da nesi?” diye pek üzülmüş. “Bir şey göremiyorum. Korkunç. İster misin budalanın alası ben olayım? Sakın memleketi idarede başarısız olmayayım ben?” Derken birden toparlanıp haykırmış: “Göz kamaştırıcı! Olanca hoşnutluğumu belirtmek isterim.”
Başını memnunlukla sallamış, dili varıp da gerçeği söyleyemeden, tezgahı seyretmiş. Maiyetindekiler de birer birer yaklaşıp, “Göz kamaştırıcı,” deyip duruyorlarmış. Hatta öğüt verip bu elbiseyi ilk büyük törende giymesini bile söylemişler. İki düzenbaza nişan verilmiş, dokumacı başı diye birer rütbe almışlar. Tören gününden bir gece önce, adamların gözüne uyku girmemiş, on altı mum ışığında çalışıp sabahlamışlar.
Sonunda kumaşı tezgahtan indirir gibi yapıp, koskoca makaslarla havayı biçmişler, ipliksiz iğne ile dikmişler ve elbise hazır deyip işin içinden çıkmışlar. Kral, arkasında yaverleri ile gidip şöyle bir gözden geçirmiş. Madrabazlar sanki ellerinde bir şey tutuyormuş gibi, “İşte pantolon, işte ceket, mantosu da bu,” diyorlarmış. “Örümcek kadar hafif, omuzlarınıza ağırlık verme tehlikesi de yok. Zaten kumaşın değeri de burada.” Ve eklemişler: “Altes soyunma zahmetinde bulunurlarsa, boy aynasında yeni elbiseleri prova edeceğiz.”
Kral soyunmuş. Adamlar elbiseleri yalancıktan tutup giydirmişler, sözde ilikler gibi yapmışlar. Kral, göz kamaştırıcı elbisesinin etkisini doya doya seyredebilmek için aynanın karşısında dönmüş durmuş. Törende, gösterişli şemsiyesinin altında kurula kurula ilerlerken, yolları ve pencereleri dolduran kalabalık bağırıyormuş:
“Ne anlı şanlı kıyafet! Kuyruğun zarifliği nedir öyle! Biçim ne kadar kusursuz!”
Kimse bir şey görmediğini söylemek istemiyormuş. Çünkü bunu söylerse, bönlüğünü, başarısızlığını açıkça ilan etmiş oluyormuş.
Çocuğun biri, “Üstünde elbiseye benzer bir şey göremiyorum,” diyecek olmuş. Babası, “Ulu Tanrım, temiz yürekli çocuğumun sesini sen işit,” demiş. Çocuğun sözleri halk arasında yayılmış, etrafta bir fısıldaşma olmuş. “Küçük bir çocuk varmış, Kral için elbisesi falan yok,” diyormuş. Nihayet bütün halk, “Kral ÇIPLAK!” deyivermiş.
Kral’ın onuru fena halde kırılmış. Çünkü içinden onlara kendisi de hak vermekteymiş. Bununla birlikte, kafasını biraz yorup şu karara varmış: “Ne olursa olsun, sonuna kadar dayanmalıyım.”
Başını daha da dikleştirmiş. Mabeynciler de, aslı faslı olmayan kuyruğu saygı ile taşımaya devam etmişler. “
|
https://www.masaloku.net/tuccar-ile-papagan/
|
Tüccar ile Papağan Masalı
| null | null | null |
Tüccar ile Papağan Hikayesi
Günlerden bir gün ticaretle uğraşan bir adamın güzel bir papağanı vardı. Bir gün bu tüccar işi gereği Hindistan’a gitmek için yol hazırlığına başladı. Cömertliği ile tanınan bu tüccar, köle ve hizmetçilerine tek tek sordu: ”Sana Hindistan’dan ne getireyim?
Ne istersin?” Her biri ayrı ayrı istekte bulundu. Bu cömert ve iyi kalpli tüccar onların isteklerini not aldı.
Getireceğine dair söz verdi. Sıra papağana geldi. Ona da sordu: ”Ey güzel kuşum, sen ne istersin?”
Papağan, ”Oradaki papağanları görünce, halimi onlara anlat. Papağanımın size selamı var. Sizi özlediğini ve kurtuluşu için çare bulmanız konusunda yardımcı olmanızı istiyor dersin” dedi. Sözlerine devam ederek. ”Ben gurbet ellerde özlemle ve ayrı düşmenin ıstırabıyla çırpınırken, sizlerin yeşil ormanların güzel ağaçlarının dallarında dolaşarak keyfetmeniz reva mıdır? Dostların vefası böyle mi olur? Sizler boylu poslu güzel eşlerinizle zevk sefa içerisindesiniz. Ben ise burada mahpusum.
Yüreğim kan ağlar. Hiç olmazsa, sabahın seherinde şu garibi de hatırlayın. Dostların dostu hatırlaması mutluluktur. Başka bir şey istemiyorum” dedi. Tüccar, papağanın selamını ve mesajını oradaki dostlarına götürmeyi de kabul ederek kervanını hazırlayarak, yola koyuldu. Günlerce yol aldıktan sonra, Hindistan’ın öbür ucuna vardı. Ağaçların üzerinde papağanları görünce, atını durdurarak onlara seslendi. Evde kafeste beslediği papağanın selamını bildirdi. Söylemesini istediği sözleri, bir bir aktardı. Tüccar sözlerini bitirir bitirmez, oradaki papağanlardan biri birkaç kere titredi. Nefesi kesilerek düşüp öldü.
Bu durumu görünce söylediğine de söyleyeceğine de pişman oldu. Kendi kendine, ”Bir canlının ölümüne sebep olarak günaha girdim. Galiba bu papağan, benim papağanın ya bir yakını ya da çok candan seveniydi” diye düşündü. Hindistan’daki alışverişini bitirerek memleketine döndü.
Herkesin istediklerini birer birer teslim etti. Papağan, tüccarın hediyeleri dağıtmasını kafesinden izliyordu.
Köle ve hizmetçileri işi bittiğinde sahibine seslendi. ”Benim armağanım nerede? Papağan dostlarıma selamımı ulaştırdın mı? Onların haberlerini bana anlat ki, ben de diğerleri gibi mutlu olayım.” Tüccar, ”Sevgili kuşum! Bana öyle bir iş yaptırdın ki, sana uyup da nasıl böyle bir cahillik yaptığıma hâlâ yanmaktayım. Bin pişman oldum ama pişmanlık neye yarar?”
Papağan bu sözleri duyunca olanları daha çok merak etti. Sevgili kuşunun ısrarlarına dayanamayan tüccar, olanları başından sonuna bir bir anlattı.
”Söylediğin yere gittim. Dostlarına selamını ve söylediklerini aktarınca içlerinden biri, senin gönderdiğin haberin üzüntüsüne dayanamamış olacak ki düşüp öldü. Bu durumu görünce çok pişman oldum. Ne gelir ki elden? Bir kez söylemiş bulundum” dedi.
Tüccarın bu anlattıklarını dinleyen kafesteki papağan da, önce titredi, sonra kaskatı kesildi. Tâcir kendi güzel papağanının da aynı şekilde düşüp öldüğünü görünce, aklı başından gitti. Ağlayıp sızlanmaya, ah vah edip dövünmeye başladı. Başındaki külahını yere atarak,
”Ey güzeller güzeli papağanım. Hoş sesli kuşum, yoldaşım,sırdaşım. Ne oldu sana? Neden bu hale geldin?” diye feryat etti, ağıtlar yaktı.
Ölü papağanı üzüntüyle kafesin içinden çıkınca, papağan birden canlanıp uçtu. Yüksek bir dala kondu. Tâcir kuşun bu durumuna şaşırdı kaldı. Başını kaldırıp, ”Ey güzel papağanım! Ben bu işten bir şey anlamadım. Sen bu hileyi nereden öğrendin? Böyle canımızı yaktın” dedi. Papağan konduğu yerden cevap verdi: ”Sevgili efendim! Hindistan’daki o kuş, yaptığı hareketle bana yol gösterdi. Selamımı alınca düşüp ölmüş gibi yapması, bana öğüttü. Söz söylemeyi,neşelenmeyi bırak.
Çünkü sen, güzel sözler söylediğin için o kafesin içerisine hapsedildin. Kurtulmak için kendini ölü gibi göster. Esirlikten kurtul demek istedi.” tüccarın hayata bakışını değiştirecek çok hoş bir de öğüt verdi.
”Efendim! Sen de benim gibi yap. Ölmeden önce öl. Canını, ten kafesinin esaretinden kurtar. Ruhun gerçek vatanın güzelliklerine uçsun.”
Papağan efendisine, ”Allaha ısmarladık” diyerek vatanına ve dostlarına doğru kanat çırptı…
|
https://www.masaloku.net/kara-bugday/
|
Kara Buğday Masalı
| null | null | null |
Kara Buğday Masalı
Fırtınadan sonra bir kara buğday tarlasından geçenler bilir. Kara buğday tarlası sanki kavrulmuş gibidir. Yaşlı söğüdün tam önünde bir kara buğday tarlası varmış. Kara buğday Pek kibirli imiş. Başı yükseklerden hiç inmezmiş.
“Bende buğday başakları kadar güzelim üstelik çok daha da güzelim. Benim çiçeklerim, elma çiçeklerine benzer, herkes hayranlıkla seyreder. Benden güzeli var mı ? söyle söğüt ağacı” demiş. Söğüt, ağır ağır başını sallar. “var… var…” dermiş. Aradan zaman geçmiş, hava bozmuş, fırtınalar yağmurlar başlamış.
Fırtınayı gören bütün çiçekler, bitkiler boyun bükerken kara buğday pek kibirli ya, asla boynunu eğmezmiş. Onu diğer bitkiler uyarmış fakat kara buğday duymamazlıktan gelmiş. Fırtına geçip, rüzgarlar dinince, doğa adeta bir sessizliğe bürünmüş. Her taraf sakinleşmiş, güzelleşmiş. Ama kara buğday yangından çıkmış gibi kavrulmuş kararmış, simsiyah olmuş işe yaramaz, cansız bir ot oluvermiş olayı gören ve duyan diğer çiçek ve otlar olaya çok üzülmüşler.
|
https://www.masaloku.net/aslan-olmak-isteyen-esek/
|
Aslan Olmak İsteyen Eşek Masalı
| null | null | null |
Aslan Olmak İsteyen Eşek Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde sahibi ile birlikte yaşayan bir eşek varmış. Bu eşeğin diğer eşeklerden en büyük farklı, en büyük isteği imiş. Diğer eşeklerin hayali, daha az yük taşımak, daha fazla yiyecek yemek iken, bu eşeğin hayali bir gün aslan olmakmış.
Sahibi bu eşeği Karakaçan diye çağırırmış. Hem çok tembel hem de çok hayalci olan bu eşek, bütün gün gezer, yatar, uyur ve hayal kurarmış.
Kurduğu tüm hayallerde, ormanlar kralı bir aslan olduğunu düşünen Karakaçan, hayallerinde bütün hayvanlara krallık edermiş. Sahibi ise bu kadar tembel olmasına karşın onu seviyormuş. Ancak tembelliğine ve hayalciliğine bir çare bulmayı istiyormuş.
Bir gün sahibi Karakaçan’a bir aslan postu getirmiş. Karakaçan bu postu görünce sevinçten havalara uçmuş. Hemen aslan postunun içine girmiş, ‘Nihayet eşeklik etmekten kurtuldum.’ demiş. Şimdi istediğim gibi ormana gidip, aslan gibi yaşayabilirim, diye düşünmüş.
Doğruca ormanın yolunu tutan Karakaçan, az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Orman sandığından daha da uzakmış. En sonunda yorulup, bir ağacın altında uyuyakalmış. Sabaha dek uyumuş.
Sabah olunca Karakaçan uyanmış. Bir de ne görsün. Ormandaki bütün hayvanlar onun başına toplanmış. Bu işe çok sevinen Karakaçan, en sert sesiyle, ‘Ben ormanlar kralı aslanım’ demiş. ‘Hemen kralınıza selam verin’ diye de eklemiş.
Ormandaki hayvanlar, onun aslan olmadığını, aslan postu giymiş bir eşek olduğunu hemen anlamış. Bunun üzerine tilki hemen atlamış: ‘Madem aslansın, aslan gibi kükre bakalım’ demiş. Eşek başlamış ‘aii aii’ demeye. O kadar komik bir ses çıkarmış ki, bütün hayvanlar gülmeye başlamış.
Bu sırada, ormandaki hayvanların arasında durumu izleyen kurt, eşeğin davranışlarına çok sinirlenmiş. Kurdun, kendi olmayı bilmeyen hayvanlara tahammülü yokmuş. Aklı başına gelsin diye eşeği kovalamaya başlamış. Kurttan kaçmak için eşek öyle hızlı koşmuş, öyle hızlı koşmuş ki, göz açıp kapayıncaya kadar sahibinin yanına gelmiş.
Yaşadıklarından ders alan eşek, aslanlığın kendisine göre olmadığını anlamış ve eşek olmaktan mutlu olmayı öğrenmiş. O günden sonra, sahibinin verdiği bütün işleri mutlulukla yapmış ve elindekiyle yetinmenin en güzel duygu olduğunun farkına varmış.
|
https://www.masaloku.net/avci-ile-kus/
|
Avcı ile Kuş Masalı
| null | null | null |
Avcı ile Kuş Hikayesi
Mevlana’nın mesnevisinden nasihat dolu çok güzel bir hikaye..
Avcının biri bir tuzak kurmuş. Zavallı kuş tuzağa düşmüş, hile ile yakalanmıştı. Kuş kendisini yakalayan avcıya;
‘Ey efendi, sen hayatında birçok defa koyun ve sığır yemişsin, pek çok kere de develer kurban etmişsindir. Sen onların etleriyle bile doymamışken benim etimle hiç doymazsın. Beni serbest bırakırsan sana üç öğüt veririm. Öğütlerime göre kararını verirsin. Bu üç öğütten birincisini senin elinde iken vereceğim. İkincisini şu çatının üzerinde, üçüncüsünü de şu ağacın üzerine konduğumda söyleyeceğim. Sen bu üç öğüdü işitmekten inan bana çok mutlu olacaksın.”
Avcı merakından kuşun teklifini kabul etti. ”Kuş elindeyken vereceğim öğüt şudur:
”Olmayacak sözü kim söylerse söylesin inanma.” Sonra avcı onu bıraktı. O da uçup evin çatısına kondu. Orada da ikinci öğüdünü söyledi.
”Elinden kaçmış bir fırsat için üzülme. Âh vah edip hasret çekme.”
Kuş ikinci öğüdünü verdikten sonra uçup ağacın dalına kondu ve üçüncü öğüdünü söylemeden önce, ”Karnımda 10 dirhem ağırlığında çok kıymetli bir inci vardı. O inci, seni de çoluk çocuğunu da zengin ederdi. Ne yazık ki kısmetin değilmiş” dedi.
Avcı, kuşun bu söylediklerini duyunca ah vahlar içinde feryat edip bağırmaya başladı. Kuş,
”Ben sana sakın elinden kaçan bir şeye üzülme demedim mi? Mademki elinden inci gitti, ne diye dövünüp duruyorsun? Sana verdiğim öğütleri anlamadın mı? Ben sana olmayacak bir şeyi kim söylerse söylesin inanma demiştim. Benim bütün ağırlığım üç dirhem gelmez. Karnımda nasıl 10 dirhemlik inci olabilir?” Bu sözler üzerine adam biraz kendine gelir gibi oldu.
”Peki şimdi üçüncü öğüdünü söyle bakalım” dedi. Kuş, ”Sana verdiğim iki öğüdü sanki tuttun da, benden üçüncü öğüdü istiyorsun. Uykuya dalmış bir kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum ekmekten farksızdır. Aptallık ve cahillik yırtığı yama tutmaz diyerek” uçup gitti..
|
https://www.masaloku.net/kara-tren/
|
Kara Tren Masalı
| null | null | null |
Kara Tren Masalı
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde bir orman varmış. Bu ormanın kenarından tren yolu geçermiş. Her gün bir tren kasabadan kente giderken bu ormanın yamacından geçermiş. Ormandaki hayvanlar treni çok severlermiş. Tren ormanın kenarına gelince düdüğünü öttürür haber verirmiş: Düüüüüütt!.. O zaman hayvanlar ormanın kenarına koşarlarmış. Tavşanlar, sincaplar kulaklarını sallayarak onu selamlarmış. Çiçekler bile başlarını sallar, kuşlar onunla yarışırlarmış. Trende keyifli keyifli çuf, çuf çuf çuf eder, puf puf puf diye dumanını çıkararak geçer gidermiş.
Bir gün kara karga, “Aman bıktım bu trenin sesinden” diye geçirmis icinden. Kargaların kendi sesleri çirkin olduğu için olacak, trenin sesini, güzel düdüğünü sevmemiş bizim kara karga. Sonra da gidip trene şöyle demiş:
“Biz senin sesini sevmiyoruz öttürüp durma. ”Tren bu işe çok üzülmüş. “Beni seviyorlar sanıyordum” demiş. Ertesi günü ormanın kenarına varınca her zamanki gibi düdük çalacakmış, ama karganın söyledikleri aklına gelince `düt` demiş kesmiş düdüğü. Sonra da kimse duymasın diye çok, ama çok yavaş geçmiş gitmiş: Çuf, çuf, çuf, puuuuff… dumandan anlamış ormandakiler trenin geçtiğini hemen koşmuşlar ama yetişememişler. Tren o kadar yavaş gitmiş ki kente geç gelmiş. Makinistler merak etmişler. Acaba bir arıza mı var diye. Oysa tren yavaş gittiği için gecikmiş.Ertesi gün tren ormanın kenarına gelince düdüğünü hiç çalmamış. Sonra da “düdük çalmadan, ormandakileri görmeden ne diye gideyim, hiç gitmem” demiş. Orada durmuş kalmış. Kentte beklemişler. Tren gelmemiş. Makinistler “Dünden belli oluyordu, arıza yaptı herhalde” demişler. Yeni bir lokomotif çıkarmışlar ve treni kasabaya geri çekmişler.
Ertesi gün trene bakmaya karar vermişler.Bu sırada ormandakiler toplanıp aralarında konuşmuşlar. Treni özledik ne yapsak, diye düşünmüşler. Kuşlar ağlamışlar. Bize darıldı diye üzülüyorlarmış. Kara karga olanları görünce yaptığı yanlışı anlamış.“Sanırım siz seviyordunuz. Oysa ben ötmemesini söyledim. Ama üzülmeyin gider kendim anlatırım.” demiş ve ormanda herkes seni çok seviyor ve sen geçmediğin için üzülüyorlar.Kara tren bunu duyunca çok sevinmiş. “Yarın geleceğim git söyle” demiş. Ertesi gün makinistler gelmişler. Trende hiçbir arıza bulamamışlar. Çok şaşırmışlar. Yağlanması gerektiğini düşünmüşler. Treni bir güzel yağlamışlar. Sonra da yola çıkarmışlar. Tren koşa koşa ormana gelmiş. Gelince de uzun bir düdük çalmış. Düüüüüüüüüü…üüüüüü…..üüüüüüüt. Sincaplar, tavşanlar, kuşlar koşmuşlar trene, trende gene çuf çuf çuf, diye keyifle giderken puf puf puf, diye dumanını taa göklere salmış. O gün kente tam vaktinde varmış ve bir daha hiç bozulmamış.
Gökten üç elma düşmüş; biri bu masalı yazanın başına, biri okuyanın başına, biri de dinleyenin başına..
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.